Geçmişten bugüne iktidar, doğrudan baskı ya da çıplak şiddet biçimlerinden, daha incelikli ve yaygın gözetim tekniklerine evrildi. Pastoral iktidarın koruyucu-kollayıcı söylemi, biyopolitikanın nüfus yönetimi ve düzenleme mekanizmaları, psikopolitikanın içselleştirilmiş denetim süreçleriyle birleşti. Bugün ise bu iktidar, yalnızca dışsal bir zorlama değil, bireyin kendi üzerinde kurduğu bir performans rejimi olarak işliyor. Artık herkes yalnızca başkaları tarafından gözetlenmiyor; kendi üretkenliğini, görünürlüğünü ve yetkinliğini sürekli olarak kanıtlama baskısıyla, kendisini de gözetliyor. Bu ortamda hız, anında tepki ve sürekli görünürlük, sadece bireysel tercihlerin değil, neoliberal özneleşme süreçlerinin zorunlu unsurları hâline geliyor. “Dolaylı” olanın değeri, yavaşlığın ya da ara mesafenin tanıdığı imkânlar, giderek gözden düşüyor. Oysa Ulus Baker’in Dolaylı Eylem’de (2019) kavramsallaştırdığı gibi, siyaseti, iktidarı ve direnişi yalnızca doğrudan müdahale mantığıyla düşünmek, bizi hem kurucu hem de yıkıcı potansiyellerden mahrum bırakır. Dolaylı eylem, bu hız ve performans çağında, siyasetin başka türlü tahayyülüne açılan bir imkân olarak belirir.
Baker’e göre, Batı’nın eylem anlayışı köklerini hayvancılıkla uğraşan halkların dünyayla kurduğu ilişkide bulur. Bu anlayışın en tipik metaforu, çoban ile sürüsü arasındaki ilişkidir. Çoban, sürüsünü asası ve köpekleriyle gece gündüz takip eder, güzergâhını belirler, onu tehlikelerden korur ve yönlendirir. Bu modelde eylem, doğrudan ve güce dayalı bir müdahale olarak tanımlanır: özne aktif, nesne ise edilgendir. Bu ilişki biçimi, zamanla siyasal düşüncenin merkezinde yer alan bir iktidar metaforuna dönüşür. Kralın tebaası üzerindeki mutlak otoritesinden Tanrı’nın “insan sürüsü” üzerindeki yönetimine kadar, Batı siyasal ve teolojik tahayyülünde çoban figürü derin bir iz bırakır. Çoban yalnızca koruyan değil, aynı zamanda yöneten, kontrol eden ve disipline eden bir iktidar biçimini temsil eder. Michel Foucault (2024a), bu geleneği “pastoral iktidar” kavramıyla teorileştirir. Ona göre, pastoral iktidar yalnızca sürünün korunmasını değil, onun refahını, sağlığını ve hatta “kurtuluşunu” da üstlenir. Modern devletin nüfus yönetiminde kullandığı tekniklerin kökenlerinden biri bu çoban-sürü ilişkisine dayanır. Burada iktidar, salt zorlama ya da baskı ile değil, aynı zamanda nüfusun bütünsel bakımını üstlenerek işler. Hristiyanlıkla birlikte bu iktidar biçimi bireyselleşir. Papaz, artık yalnızca topluluğu değil, her bir bireyin ruhunu, günahlarını ve en mahrem sırlarını bilir ve yönetir (Foucault, 2024b). Günah çıkarma pratiği, bireyin kendini anlatmaya, açıklamaya ve ifşa etmeye zorlandığı bir mekanizmadır. Bu pratik, modern psikanaliz ve terapi süreçlerinin de tarihsel prototipi olarak görülebilir; çünkü burada iktidar, öznenin kendi iç dünyasını söz yoluyla açığa vurmasını talep eder.
18. yüzyıldan itibaren bu pastoral iktidar sekülerleşir ve biyo-iktidara dönüşür. Artık ruhların kurtuluşu değil, bedenlerin sağlığı hedeflenir. Doğum oranları, ölüm istatistikleri, salgın hastalıklar, beslenme durumu, cinsel davranışlar, hepsi devletin ilgi alanına girer (Foucault, 2024a). Nüfus, yönetilmesi gereken bir nesne haline gelir. Hastaneler, okullar, hapishaneler, kışlalar, fabrikalar... Modern kurumlar bedenleri disipline eder, normalleştirir, verimli kılar. Bu, yaşamın her veçhesine yönelik topyekûn bir müdahaledir ve tam da Baker'ın (2019) tarif ettiği “doğrudan eylem” mantığının devlet düzeyindeki en yetkin ifadesidir. Ancak günümüzde bu iktidar modeli de dönüşüme uğramıştır. Byung-Chul Han'ın (2020) analiz ettiği “performans toplumu”nda, dışsal denetim mekanizmaları yerini içselleştirilmiş bir kontrole bırakmıştır. Artık Foucault'nun (2024a) disiplin toplumundaki gibi “yapmamalısın” yasakları veya biyo-iktidardaki gibi kitlesel yönetim teknikleri yoktur. Bunların yerini “yapabilirsin”, “başarabilirsin”, “potansiyelini gerçekleştir” gibi pozitif emirler almıştır. Modern birey, dış bir otoriteye ihtiyaç duymadan, kendi kendisinin hem gardiyanı hem mahkumu haline gelir.
Bu tarihsel hat, modern dönemde biyo-iktidarın ve psiko-iktidarın teknikleriyle birleşerek daha derinlikli bir gözetim biçimine dönüşür. Artık iktidar, yalnızca dışarıdan bakan ve yönlendiren bir otorite olarak değil, bireyin kendi üzerinde kurduğu denetim mekanizmaları olarak işler. Kişi, kendi yaşamını, bedenini, sağlığını ve ruhsal durumunu sürekli izler, ölçer ve iyileştirmeye çalışır. Bu süreç, öznenin kendisini durmaksızın değerlendirdiği, optimize ettiği ve performansını artırmaya adadığı bir iç gözetim rejimi yaratır. Neoliberal çağda hız, anında tepki ve kesintisiz görünürlük, yalnızca kültürel değerler değil, aynı zamanda ekonomik ve politik gereklilikler hâline gelir. Sosyal medya paylaşımlarından iş dünyasındaki “kendini marka olarak sunma” pratiklerine kadar, her alanda bireyden sürekli olarak kendisini sergilemesi ve ölçülebilir sonuçlar üretmesi beklenir. Bu performans rejiminde “dolaylı” olanın değeri, yavaş düşünmenin, geri çekilmenin, mesafe koymanın imkânları, giderek gözden düşer. Oysa Dolaylı Eylem’de, tam da bu hız ve doğrudanlık saplantısına karşı alternatif bir siyasal tahayyül sunar. Dolaylı eylem, geri çekilmenin, zaman tanımanın, dolayım kurmanın ve başka güçlerle ittifak oluşturmanın siyasal değerini hatırlatır. Böylece siyaset, yalnızca ani ve görünür müdahalelerden ibaret değil; güç ilişkilerini dönüştüren, ama bunu farklı ritimler ve yollarla yapan bir alan olarak yeniden düşünülebilir.
Bu bağlamda neoliberal çağın ürettiği yeni özne tipi, Han’ın (2020) tanımladığı bireydir: sürekli kendini optimize etme, geliştirme ve sergileme peşinde koşan bir özne. LinkedIn profilleri, Instagram hesapları, fitness takip uygulamaları, meditasyon programları… Yaşamın her anı bir performans alanına, her deneyim ise bir yatırım fırsatına dönüşmüştür. Tatiller bile dinlenme değil; sosyal sermaye biriktirme, network genişletme, “kendini geliştirme” zamanlarıdır. Bu performans rejiminde birey yorgun değil, tükenmiştir; çünkü kendisine biçilen ölçütler asla tamamlanmaz. Hep daha fazlası yapılabilir ve yapılmalıdır. Neoliberal özne, hem kendi üzerinde hem de başkalarıyla olan ilişkilerinde kesintisiz bir rekabet ve verimlilik baskısı altındadır. Hız, doğrudanlık ve sürekli görünürlük, yalnızca kişisel hedeflerin değil, toplumsal normların da temel unsurları hâline gelmiştir. Böylece, dolaylı olanın, geri çekilmenin ve beklemenin değeri gözden düşer. Baker (2019), doğrudan müdahale mantığına karşı, bambaşka bir eylem felsefesinden bahseder. Bu felsefenin modeli, bahçıvan halkların doğayla kurduğu ilişkidir. Bahçıvan, bitkiye doğrudan müdahale etmek yerine, onun gelişimini engelleyen unsurları ortadan kaldırır, uygun koşulları hazırlar ve doğanın kendi potansiyelini ortaya çıkarmasını bekler. “En iyi otorite, asla bir şeye müdahale etmeye ihtiyaç duymayan otoritedir” (Baker, 2019, s. 5). Dolaylı eylem, işte bu bekleyişin, koşul hazırlamanın ve potansiyeli açığa çıkarmanın siyaseti olarak anlam kazanır.
Baker (2019) bu mantığın en gelişkin örneklerini Çin uygarlığında bulur. Çinli pirinç çiftçisi, toprağı fethetmeye çalışmaz; muson yağmurlarını bekler, suyun akışına göre kendini ayarlar ve tek tek bütün pirinç saplarıyla ilgilenir. Bu sadece bir tarım pratiği değil, bir varoluş biçimidir. Mencius'un anlattığı ünlü öykü bu farkı mükemmel özetler: Tarlasındaki bitkilerin yavaş büyüdüğünü düşünen köylü, onları hızlandırmak için saplarından çeker. Eve döndüğünde çocuklarına bitkileri büyüttüğünü söyler (Baker, 2019, s. 25). Ertesi gün tarlaya koşan çocuklar, tüm bitkilerin kuruduğunu görürler. Bu hikâye günümüz toplumunun aceleciliğini mükemmel yansıtır. Makro anlamda ekonomik krizlere anlık müdahaleler, faiz kararlarıyla piyasaları yönlendirme çabaları, sosyal sorunlara hızlı çözümler, mikro anlamda reelsler, kısa müzikler, anlık zevkler, hızlı aşklar, kısa sözler veya kitap özetleri... Hepsi Mencius'un köylüsünün pirinç saplarını çekmesi gibidir. IMF'nin yapısal uyum programları, şok terapileri, bir gecede zengin olma vaatleri, kripto para çılgınlığı... Doğrudan eylem mantığı her yerde kendini gösterir. Bugün herkes, sanki pirinç sapını kendi gücüyle çekip uzatmaya çalışan bir bahçıvan gibi davranıyor. Oysa bu, bireysel bir iradenin ürünü değil; aksine, neoliberal düzenin ortak bir politika olarak dayattığı performans mantığının sonucudur. Herkes sapı çekiştiriyor, daha hızlı büyümesini zorlamaya çalışıyor; fakat sap kuruyor. Çünkü bu hız ve doğrudan müdahale tutkusu, gelişimi desteklemek yerine, potansiyeli tüketiyor. Oysa ekonomik sistemler, toplumsal yapılar, siyasal kurumlar, tıpkı bitkiler gibi kendi içsel ritimlerine sahiptir. Onları zorlamak, genellikle daha büyük sorunlara yol açar.
Anlık ve hızlı mutluluk üretme arayışı, tıpkı pirinç sapının daha hızlı büyümesini sağlamak için kullanılan ürünler gibi, bugün devasa bir “mutluluk endüstrisi”ne dönüşmüş durumdadır (Davies, 2018). Hızlı zevkler, çabuk doyumlar, ardından gelen depresyonlar, ani yükselişler ve düşüşler. Bu anlık hızlar daha fazla doyumsuzluğun üreticisidir. Baker’e (2019, s. 133) göre, tüketim yalnızca malların ve hizmetlerin edinilmesi değil; aynı zamanda kederin, sıkıntının, israfın, hüznün ve hüsranların üretimidir.
Hayatın her anı, sürekli olarak “olumlu” bir duyguya dönüştürülmesi gereken bir ham madde gibi işleniyor. Bu performans kültürde, her deneyimden mutlaka bir “öğretici çıkarım” yapma zorunluluğu var. Oysa bazı şeyler sadece acı olarak kalmalı, bazı kayıplar yalnızca ölüm olarak yaşanmalı. Yanan silahların bir sanat nesnesine dönüştürülmesi çağrısı, yaşanan politik çıkmazları komediye çevirme arzusu ya da toplumsal meseleleri hemen şarkı ve melodiye dönüştürme ihtiyacı, günümüzün hızlı tüketim kültürünün sancılarını yansıtır. Kalıcı olan üretimler, tarihsel olarak toplumun içinde yavaş yavaş filizlenen, nadiren ve özenle ortaya çıkan bir bitki gibi dikkatle toplanan bir süreçlerdir. Oysa günümüzde, hızlı ve anlık üretimle ortaya çıkan eserler ise tıpkı tüketim maddeleri gibi hızla tüketilir, iz bırakmadan yok olur. Bu durum, sanatın dolaylılık ve derinlik aracılığıyla toplumsal bellekte yer edinme işlevini zayıflatmakta, politik ve kültürel anlamda yüzeysel bir geçiciliğe mahkûm etmektedir.

Acı, mesela düştüğünde hemen onu esere dökmen gerekmez; düşmek bazen yalnızca düşmek olarak kalabilmelidir.
Her şeyin sanata, metaya ya da hikâyeye dönüşmesi, dolaylılığın son sığınağını da ortadan kaldırır. Her nesnenin, her anının, her ilişkinin mutlaka bir sanat eserine, ilham verici bir hikâyeye ya da “kişisel gelişim” fırsatına dönüşmesi gerekmiyor. Bu hız ve anlam yükleme baskısı, yalnızca bireysel tükenişi değil, kolektif olarak dünyayla kurduğumuz ilişkinin yüzeyselleşmesini de besliyor. Dolaylı eylemin sunduğu imkân, işte bu hız saplantısından ve her şeyi dönüştürme zorunluluğundan bir adım geri çekilme; bazı şeylerin kendi ritmiyle, kendi anlamıyla kalmasına izin verme cesaretidir.
Bu hız kültürü içinde duyguların dolaylılığı, yani zaman içinde olgunlaşan, bekleyerek derinleşen, söze ya da eyleme hemen dökülmeyen boyutları giderek yok oluyor. Sevincin de kederin de kendi ritmi, kendi sessiz aralıkları vardı; oysa bugün bu aralıklar hızla dolduruluyor. Duygular, deneyimlenmesi gereken süreçler olmaktan çıkıp, anında ölçülmesi, optimize edilmesi ve sergilenmesi gereken performanslara dönüşüyor. Hız çağında acı, hemen bir “gelişim fırsatına”; kayıp, hızla “anlamlı bir ders”e; aşk, “stratejik bir ilişki yönetimi”ne tercüme ediliyor (Han, 2024). Duygunun kendi kararsızlığı, beklenmedik kıvrımları, iniş çıkışları yani onu insani kılan dolaylılığı sistematik biçimde düzleştiriliyor. Artık ağlamak bile “iyi hissetme teknikleri” listesine girebilir; çünkü her duygunun nihai hedefi, üretken ve uyumlu bir özne yaratmaktır. Duygunun dolaylılığını, kendi seyrinde kalma hakkını savunmak, yalnızca bireysel bir tercih değil, neoliberal performans mantığına karşı politik bir tutumdur. Bazen duyguyu olduğu gibi, müdahalesiz, ölçüsüz, hedefe bağlanmamış hâliyle yaşamak; tıpkı bahçıvanın bitkiye zaman tanıması gibi, anlamı aceleye getirmemek gerekir.
Pandemi dönemi bu iki eylem mantığı arasındaki gerilimi keskinleştirdi. Bir yanda tam kapanmalar, sokağa çıkma yasakları, sert tedbirler... Virüsü “yenmek”, “savaşmak”, “alt etmek” söylemi hakimdi. Diğer yanda virüsle yaşamayı öğrenmek, bağışıklık sistemini güçlendirmek, doğal dengeyi korumak... Bu dönemde “zoom yorgunluğu” diye yeni bir fenomen ortaya çıktı. Evden çalışma özgürlük gibi sunuldu ama aslında 24 saat erişilebilir olmak anlamına geliyordu. Yatak odası ofise, mutfak toplantı odasına dönüştü. İş ve yaşam arasındaki sınırlar tamamen eridi. WhatsApp gruplarında gece yarılarına kadar devam eden yazışmalar, hafta sonu yapılan Zoom toplantıları...
Aynı dönemde insanlar farklı bir zamanla da tanıştı. Zorunlu yavaşlama, eve kapanma, bazıları için kendini yeniden keşfetme fırsatı oldu. Ekmek mayalama, bitki yetiştirme, eski hobilere dönme... Bunlar dolaylı eylem mantığının gündelik hayattaki tezahürleriydi. Acele etmeden, zorlamadan, sabırla bekleyerek bir şeylerin olgunlaşmasını izlemek. Ancak hız bu potansiyeli hızla ele geçirdi. “Karantinada kendinizi geliştirin”, “bu dönemi fırsata çevirin”, “online kurslarla yeni beceriler edinin” söylemleri, dinlenmeyi bile bir performansa dönüştürdü. Sosyal medya bu performans baskısının en yoğun yaşandığı alan haline geldi. Instagram'da paylaşılan “karantina günlükleri”, mükemmel evde yapılmış ekmekler, yoga pozları, temizlenmiş evler... Herkes ne kadar “üretken” olduğunu kanıtlama peşindeydi. Twitter'da her gün yeni bir gündem, yeni bir öfke dalgası, yeni bir linç kampanyası. Klavye savaşçıları her konuda fikir beyan etmek, taraf olmak, tepki vermek zorundaydı. Bu sürekli tepki hali, düşünmeye, anlamaya, derinleşmeye zaman bırakmıyordu.
Hakikat artık önemli değil, önemli olan duygusal etki. Yalan haberler gerçek haberlerden daha hızlı yayılıyor çünkü hız kültürünün kodlarına uygun bir içerik sunmakta: Öfke, korku, nefret... Bu duygular rasyonel düşünceyi felç ediyor. Herkes kendi yankı odasında, kendi hakikatini üretiyor ve tüketiyor. Komplo teorileri, alternatif gerçekler, bilim karşıtlığı... Hepsi bu hakikat krizinin semptomu. Türk siyasetinde bu durum had safhada. Her gün değişen gündemler, sürekli kriz hali, kutuplaşma... Siyaset artık uzun vadeli projeler, vizyon, strateji üretmiyor. Günü kurtarmak, yangını söndürmek, krizi atlatmak... Baker'ın (2019) eleştirdiği doğrudan eylem mantığı siyaseti de ele geçirmiş durumda. Oysa gerçek değişim, gerçek dönüşüm sabır istiyor, strateji istiyor, dolaylı eylem istiyor. Eğitim sistemi bu aceleciliğin en acı sonuçlarını veriyor. Her yeni yönetici yeni bir sistem getiriyor, her yıl müfredat değişiyor, sınav sistemleri sürekli revize ediliyor. Öğrenciler ve veliler neye hazırlanacaklarını bilemiyor. Öğretmenler hangi sistemi uygulayacaklarında kararsız. Bu sürekli değişim, eğitimi iyileştirmiyor, tam tersine felç ediyor. Finlandiya'nın eğitim başarısı ise tam tersi bir yaklaşımın ürünü: uzun vadeli, sabırlı, minimal müdahale, dolaylı bir eylem. Öğrencilerin kendi potansiyellerini keşfetmelerine izin vermek, onları standart kalıplara sokmaya çalışmamak. Gençler üzerindeki performans baskısı dayanılmaz boyutlara ulaştı. KPSS, ALES, YDS, YÖKDİL... Sınavların sonsuz döngüsü. Üniversite bitmeden yüksek lisans planları, staj maratonları, sertifika programları... Herkes CV'sini doldurmak, LinkedIn profilini güncellemek, kendini “pazarlanabilir” kılmak peşine düşmüş durumdadır. Bu yarış kimseyi mutlu etmiyor, tam tersine tükenmişlik, depresyon, anksiyete bozuklukları artıyor. Japonya'daki “karoshi” (aşırı çalışmadan ölüm) fenomeni, Güney Kore'deki yüksek intihar oranları, bu performans toplumunun uç örnekleridir.
Illouz’un (2024) vurguladığı terapötik kültür, bu sorunları bireyselleştiriyor. Depresyon mu yaşıyorsun? Terapi al. Stresli misin? Yoga yap. Mutsuz musun? Pozitif düşün. 10 dakikada rahatla. Bu o pirinç sapını çekiştirerek uzatan çiftçinin hali ve gitgide “sapımız kuruyor”. Sistem sorgulanmıyor, yapısal sorunlar görmezden geliniyor. Herkes kendi mutluluğundan, kendi başarısından, kendi başarısızlığından sorumlu. Bu bireyselleştirme stratejisi, kolektif dayanışmayı, ortak mücadeleyi imkansız kılıyor. Doğrudan eylemin yol açtığı tahribat, dolaylı eylemin yöntemlerinin giderek doğrudanlaşmasıyla yeniden siyasetin gündemine taşınmaktadır. İdlenme, yoga, yavaşlama gibi New Age pratikleri, başlangıçta bireysel iyileşme ve dinginlik arayışları olarak ortaya çıkmış olsa da, günümüzde neoliberal performans toplumunda bu yöntemlerin bile verimlilik ve üretkenlik araçlarına dönüştürülmesiyle, dolaylı eylemin sakinleştirici ve geciktirici stratejileri doğrudan müdahaleye paralel biçimde işlev görmeye başlamıştır. Böylece, başlangıçta sistem dışı ya da alternatif olarak görülen bu pratikler, sistemin kontrol mekanizmaları içinde yeniden konumlanmakta ve dolaylı eylemin politik potansiyelini sınırlandırmaktadır.
Ancak direniş de mevcuttur; her yerde, her zaman ve farklı biçimlerde ortaya çıkan, mevcut düzenle doğrudan çatışmak yerine onu aşmayı ve dönüştürmeyi amaçlayan direniş biçimleri. İtalya’daki Slow Food hareketi, hızlı yaşam temposuna karşı yavaşlığı savunarak alternatif bir yaşam biçimi önerirken; Japonya’daki hikikomoriler, toplumdan çekilerek sessiz ve görünmez bir protesto pratiği sergilemektedir. Amerika’da ortaya çıkan “lying flat” hareketi ise modern başarı yarışının dayattığı baskıyı reddederek hayatı farklı bir perspektiften değerlendirmeyi teklif eder. Türkiye’de ise köye dönüşü seçenler, permakültürle ilgilenenler ya da alternatif yaşam alanları inşa edenler, sistemin dışında kendi kurallarını tesis eden bireyler ve kolektifler olarak dikkat çekerler. Baker’ın (2019) dolaylı eylem felsefesi tam da bu tür direniş biçimlerine kuramsal bir zemin sağlar. Dolaylı eylem, sistemle doğrudan çatışmaya girmek yerine onun mantığını altüst etmeyi, görünmez olmayı, sessiz kalmayı, yavaşlamayı ve sabırlı bir bekleyişi stratejik bir tercih olarak kavrar. Machiavelli’nin de belirttiği üzere, bazen en büyük zafer doğrudan savaşmamak, geri çekilmek, güç toplamak ve doğru anı beklemektir. Bu tutum, pasiflik değil; aksine bilinçli, hesaplı ve akıllıca planlanmış bir müdahaledir. Dolayısıyla Baker’ın yaklaşımı, ne tam bir reddedişi ne de tam bir kabullenmeyi temsil eder; aksine, günümüz siyasetinin ve toplumsal ilişkilerinin yeniden düşünülmesine olanak tanıyan, stratejik bir direniş ve sabırlı bir bekleme pratiği olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda, Johan Hari’nin Çalınan Dikkat (2024) adlı eserinde vurguladığı gibi, modern çağda bireylerin dikkati sürekli parçalanmakta, hız ve anlık tüketim kültürü derinleşen odaklanma sorunlarına yol açmaktadır. Hari’nin analizi, günümüzün hızla akan bilgi ve tüketim çağında sabır ve bekleyişin nasıl önemli erdemler haline geldiğini gösterir. Baker’ın dolaylı eylemi ise tam da bu parçalanmışlık ve acelecilik ortamında, bireysel ve toplumsal eylemin zamana yayılması, koşulların olgunlaşmasına izin verilmesi gerektiğini savunur. Böylece, dikkatin geri kazanılması ve sabırla ilerleyen politik pratikler, hızlı ve doğrudan müdahalelerin yol açtığı yıpranmayı ve başarısızlığı aşmanın yollarını açar. Baker’ın dolaylı eylem felsefesi, modern dünyanın performans ve hız odaklı kültürüne karşı, dikkat ve zamanın siyasette stratejik bir güç olarak kullanılmasını mümkün kılar.
Mencius’un köylüsünün sabırla pirinç saplarının doğal ritminde büyümesini beklemesi, modern siyasal ve toplumsal dönüşümlerde hız ve doğrudan müdahaleye dayalı performans toplumunun dayattığı acelecilik karşısında anlamlı bir uyarı niteliğindedir. Michel Foucault’nun pastoral iktidar analizinde görüldüğü gibi, iktidar ilk aşamada bireylerin yaşamlarına doğrudan nüfuz eden, ayrıntılı ve disipline edici bir biçim alırken, neoliberal dönemde Byung-Chul Han’ın işaret ettiği performans toplumunda birey kendi kendini yöneten, sürekli üretim ve görünürlük baskısı altında bir “girişimci benlik” haline dönüşmüştür. Dolayısıyla gerçek dönüşüm, anlık ve doğrudan müdahalelerle değil, sabırla koşulların olgunlaşmasına izin veren dolaylı süreçlerle mümkündür; toplumsal, ekonomik ve politik alanlarda kalıcı değişim ancak bu bilinçle gerçekleştirilebilir.
KAYNAKÇA
Baker, U. (2019). Dolaylı Eylem (E. Berensel, Ed.). Birikim Yayınları.
Davies, W. (2018). Mutluluk Endüstrisi (M. Çavdar, Çev.). Sel Yayıncılık.
Foucault, M. (2024a). Biyopolitikanın Doğuşu College De France Dersleri (1978-1979) (A. Tayla, Çev.). İstanbul Bilgi Üniversitesi.
Foucault, M. (2024b). Kendini Bilmek (J. C. Yapıcıoğlu, Çev.). Profil Kitap.
Han, B.-C. (2020). Psikopolitika Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri (H. Barışcan, Çev.). Metis Yayınları.
Han, B.-C. (2024). Palyatif Toplum Günümüzde Acı (H. Barışcan, Çev.). Metis Yayınları.
Hari, J. (2024). Çalınan Dikkat (B. E. Aksoy, Çev.). Metis Yayınları.
Illouz, E. (2024). Modern Ruhu Kurtarmak Terapi, Duygular ve Kişisel Gelişim Kültürü (K. Gülen, Çev.). Fol Kitap.





