- İlk olarak, Fernas tecrübesini, nasıl yaşandığını, geniş geniş anlatmanı istesem. Üzerinden bir buçuk ay geçse de, sık rastlanmayan bir başarı hikâyesi olarak, uzun konuşulmayı hak ediyor.
Fernas maden işçilerinin mücadelesi güç ilişkileri açısından imkansızın zorlanması oldu. Hiçbir mali gücü olmayan bir sendika; AKP’de bizzat Erdoğan’ın çağrısıyla konum almış, Batman vekili olmuş, Koç ve Sabancı’ya ortaklıkları olan, kamu ihaleleriyle semirtilmiş 12 bin çalışanı olan bir patron Ferhat Nasıroğlu’na karşı başlamış fiili bir direniş... İlk günden itibaren yoğun kolluk, yargı baskısı, gözaltılar, adli kontroller, madenci eşlerine bile yurt dışı yasakları, işyerine 500 metre yaklaşma cezaları, defaatle Soma’da, Muğla’da, Ankara’da gözaltılar, ters kelepçeler, itilip kakılmalar altında gerçekleşen varoluş itirazı... Yine ilk gün itibarıyla her türlü ilişki zemini zorlanarak kurulmaya çalışılan çözüm diyalog yollarını açma çabası… Onlarca dostun, aracının köprü olma çabasının her seferinde bir duvarla karşılaşması, günler geçtikçe şirketin ve şirket etrafında yüksek motivasyonla kenetlenen Soma oligarşisinin direnişi bölmeye, kırmaya dönük çabasının yoğunlaşması… Yoksulluk içinde yaşayan madencilerin evlerinde yükselen geçinememe gerilimlerinin asabiyesini yönetilmesinin zorlukları, geciken faturalar, evin, çocukların acil ihtiyaçları, eve gidemenin yarattığı hüzün, özlem… ve muazzam bir kararlık, irade gelişimi…
“Ya onurlu bir uzlaşma ya da tavizsiz bir direniş” Bağımsız’ın[1] önceki direnişlerinden türetilmiş bir ilke, motto... İşçi hareketi geçmiş eylem repertuvarının da devreye sokulması... Ankara’ya adım adım yürümek, yalın ayak yürümek, Meclis’te 50 madencinin yalın ayak yürümesinin -ki bu tür bir protesto TBMM tarihinde ilkmiş- Meclis’in sahiplerinde yarattığı ürküntü, halka akan direnç moralleri, madencilerle meclis kolluğunun karşılaşmasında birden bire ortaya çıkan iki sınıf karşılaşmasına dair o müthiş enstantane… Kibir ve üstenciliğe karşı haysiyet ve “hayır gerçek sahip biziz”in kolektif öfkesi… Kurtuluş Parkı’nın adındaki çağrıcılığında beslediği, Gezi korkusunu depreştiren yaşam alanı görüntüsü… Sıradan insanın direnişi sahiplenmesinin artarak, çoğalarak sürmesine dair fotoğrafın büyümesi, istisnasız tüm siyasi güçlerle kurulan temas, derdin herkesçe bilinir hale getirilmesi, yaratıcı medya çalışmaları, ve açlık grevine gidiş…
Ve zaferin gelmesi… Direnişin taleplerinin tamamının kabulü, artı direnişin sürdüğü 53 günün de ücretlerinin yatırılması ve artı senede 2 kez market çeki. Soma maden şirketi yöneticilerinin Bağımsız’ın bu kez kaybedeceği üzerine oynadığı, etrafına övünçle yaydığı bahis oyunlarını kaybetmesiyle oluşan büyük şok; kamuoyunun bile sonuca zor inanması, ve işçi havzalarına, emekçi kesimlere yayılan haklı sevinç, “biz de parçası olduk” gururu; kapitalizmin, devletin bu holdingler lehine pervasızlaştığı bu koşullarda bir holdingin yenilebilmiş olmasının yarattığı gözlerine inanamama durumu, tüm holdinglerin de yenilebileceği iddiasına olağanüstü bir mesnet…
- Her zaman bir “sonuç” elde edilmiyor, yani bunun kıymetini bilmek gerek, değil mi? Fakat varılan sonucu bir nevi taviz gibi görerek eleştirenler de oldu. Bunun muhasebesini nasıl yaparsın? Solda bir “azamicilik” meselesi yok mu?
Eleştirenler Ankara’dan dönme kararının ardından oldu elbette, bu eleştiriler madencileri aldatacaklar kaygısına dayanıyordu daha çok! Böylesi aldatılma tecrübesi çok emekçi halkın deneyimlerinde. Ancak biz Soma havzasında Bağımsız’ın geçmiş mücadelelerle yarattığı güven ve hegemonya üreten yüksek, yaygın teveccühe, bunun açığa çıkarttığı meşruiyetin caydırıcılığına güveniyorduk, ayrıca Sırrı Süreyya Önder’in kefaletini de biliyorduk, dönüş ve müzakereyi Soma Fernas işletmesinde sürdürme kararını alırken. İçimizde “keşke şöyle yapmasaydık” dediğimiz tek nokta yok şu an için. Bu koşullar altında bu kadar. Biz bir maden ocağında 400 işçinin yaşadığı sorunu ülkenin her yanında tüm işçi ve emekçilerin geçmişten bugüne yaşadığı büyük sorunlarla irtibatını kurarak derdimizi anlatmaya başardığımız için kazandık bu zaferi! Bu anlatma tarzı nedeniyle milyonlar Fernas madencilerinde kendilerini görebildi, onlarda kendi gerçek temsiliyetlerini gördüler. Bence bunu iktidar, muhalefet, devlet de gördü. Devlet ve iktidarda direnişin yarattığı kaygının bize yansıyan abartılı söylemlerinden biliyoruz. Sendikanın parası olsa, işçilerin direnmesi için dayanışma zemini güçlü olsa açlık grevinin üç beş gün daha uzaması yurdun dört bir yanındaki işçiler ve emekçi halk kesimlerinde ortak duygu ve dayanışmayı ne düzeyde köpürtebileceğinin fragmanını gördü bence AKP de, devlet de, bence dostlarımız da. İşte bizim için azami olan şey, bu.
- Umut-Sen çevresindeki uğraş ve mücadele, bir yandan âcil gündelik ihtiyaçlara karşılık verir, cevap yetiştirirken, temelde “âcilci” olmayan, uzun vadeli, bir perspektife oturuyor. Doğrudan ve kısa sürede bir siyasal sonuç almaktan öte, cesaret veren, teşvik eden, deneyim biriktiren, öğrenen, deyim yerindeyse “kendini gübre yapan, humus yapan” bir hareket. Bu tarif doğru mu, yanılıyor muyum?
Umut-Sen onu var eden insanların tahayyül dünyalarının da ötesinde bir yere yerleşmeye çaba sarf ediyor. Ötesine vurgu ise hem eski tarihlerin imbiğinde biriken ezilenlerin isyan ve varolma geleneklerine, dervişlik adap ve usullerine hem de modern zamanın bilimsel sosyalist geleneklerinin yoldaşlık deneyimlerinin bugüne düşürdüğü tutamakları kast etmek içindir. Kuşkusuz her açıdan ve her ânıyla dünya tarihsel planda bir vurgu bu. Sadece içinde olduğumuz coğrafyanın hafızasıyla yetinmeyerek kölecilikten proleterleşmeye değin tarihsel süreçleri ve köprüleri de kullanıyoruz. Epiküros ile Marx arasındaki, Baba İshak ile Thomas Münzer arasındaki, İnce Mehmed ile Zapata arasındaki, Paris Komünü ile Sovyet Devrimi arasındaki bağlantıyı da kurmaya çalışıyoruz.
Sabırla, sessizlikle emperyalist merkezin üretim dişililerine yedeklenmiş bir OSB havzasında çalışıyorsanız zen rahipleri kadar dünya işlerinden kopmuş olmanız, imkan âleminden vazgeçip vucüp alemine yerleşmeye çabalamanız, yine bir Uzakdoğulu savaşçı kadar doğa, beden, ruh bütünlüğünü kurabilmiş olsanız da daima tetikte olmanız gerekir. Bu açıdan halkımızı, insanlığı, doğayı sevmek lafzı yetmez, geçmiş ve geleceğe fiili ve derin bağlanmalar gerekir. Böyle olursanız hem akılcı hem de korkusuz hareket edersiniz.
Diğer yandan milyonların sömürü, tahakküm, yağma, talan altında yoksul ve geleceksiz bir konuma itilmesinin faili olan düşmanı ve dolayımlarını tanımlayıp aciliyetle ve de kesintisiz teşhir etmeniz, ara sıra karşısına çıkıp, hem onunkini hem kendi gücünüzü sınamanız, öğrenmeniz gerekir. Biz öğrenmeye açık olmayı başlangıç ilkesi olarak görüyoruz. “Her şeyin bilgisine sahibiz” kibrinin göreceği muamele halkın genellikle umursamazlıkla cezalandırdığı bir dışlama tavrıdır. Solumuz ne yazık emekçiler nezdinde biraz bu konumdadır. Kökleşme, yerleşme ve hepimiz için hepimiz olarak bir güç inşa etme arayışıyız. Arayışı olmayanın devrimcileşmesi imkansızdır; Kapital’i yazmak için yıllar boyunca kapanan Marx, 1. Paylaşım Savaşı öncesi koşulların olağanüstü karmaşası içinde 6 yıl kapanıp emperyalizm teorisiyle ortaya çıkan Lenin işte bu arayışçılıkla devrimcilik ilişkisini iç içeliğini anlatır bize… Hem tefekkür hem sefer, daimi huzursuzluk, sebatkâr bir çalışkanlık, tetikte bir odaklanma ve gönülü örgütlenme emeğinin yarattığı paha biçilmez değer yani siyasi toplumsal bir güç merkezi inşasına bağlanmak iddiasına can vermek derdimiz.
- Bununla beraber, bir siyasal ufuk var ve muhakkak bir siyasal bir “şeye” bağlanma icabı var. Onun yordamı, vadesi, imkânı hakkında ne düşünüyorsun, düşünüyorsunuz?
Bu kuşkusuz stratejik bir ufuk. Koşulların olağanüstülüğünün de yarattığı çatlaklardan, yarıklardan ilerlemek, imkânsızın güncel taşıyıcısı olmak hedefiyle varolmayı geçerli hakikat yolu saymak. Örneğin bir bölgede on yıldır bu doğrultuda eşeleyen arkadaşlarımız var. Böylesi bir fikri donanım, politik adap, geleceğe sarih bir şekilde bağlanma açıklığı yoksa onu orada ne tutabilir ki? Ya da bunlar yoksa o etkinliğin ürettiği toplumsallıktan ne beklenebilir ki?
Bir sekte dönüşmemek için yüksek bir alarmizm içindeyiz. Parti kimliği, örgüt kimliği ya da bayrağı dağıtan, nizami kortejler oluşturan kimlikçi politikanın uzağında kalmayı önemsiyoruz. Proleterleştirilmenin hayatlarına aktardığı sonsuz sorunlarla baş etmek için günaşırı çalışan milyonların yurttaşlıktan kovulduğunu, siyasi, sendikal, toplumsal temsillerden kovulduğunu görüyoruz. Onların sağdan soldan düzen partileriyle kurdukları ilişkinin mecburiyetler, acil ihtiyaçlar boyutunu da görüyoruz, anlıyoruz. İçgüdüsel olarak bizim arayışımızla onaşma içinde olduklarını da her defasında test ediyoruz. Örneğin biz bu partilerin rakibi bir parti seçeneği olarak karşılarına çıksak her neyi söylüyor, savunuyor olursak olalım proleter kesimler nezdinde bunların da derdi başka konumuna düşeriz. “Sağ sol çatışması yok, faşist terör var” diyerek her türlü düzen içi siyasal konumlanışın, derdin dışında olduklarını gösterenler, bugün aynı tavrı her türlü toplumsal siyasal saflaşmada yeniden üretmek yerine halka “Bize oy verin” diye gidince olumlu geçmiş hem tahrif hem de tahrip edilmiş oluyor. Bizim Holdingçi Güçler kavramlaştırmamız tam olarak toplumun düzen içi biçimlerde bölünmesini sınıfsal bir antagonizmayla aşıp düzendışı dışı bir saflaşmaya zorlamak içindir. Çayan’ın “emperyalizm içsel bir olgudur” tanımlamasını soyuttan somuta taşıyıp emperyalizmi içsel hale getiren devletten sermaye kesimlerine, sarı sendikalara, cemaatlere, mafyaya, akademiye, medyaya, sağ sol partilere değin yapıyı yerel ve merkezi ilişkileriyle birlikte Holdingçi Güçler olarak tanımlayıp düşmanı somut olarak görünür kılıyoruz. Bu tanımlama anti emperyalist, anti kapitalist, anti oligarşik siyasete oldukça önemli yeni güzergâhlar açıyor. Tabii görenler için..
Üçüncü paylaşım savaşının yaklaştığı konusunda neredeyse tüm dünyada onaşma var. Hatta çokça dostumuz paylaşım savaşının başladığını söylüyor. Ve bazı ikna edici veriler de sıralıyorlar bu tezleri için. Ukrayna, Gazze, Lübnan, Suriye’de yaşananlar bu olağanüstülük akışını teyit ediyor. ABD ve Batı Bloku’nun Çin’i çevreleme siyasetinin merkezi belirleyici konumu var bu olağanüstülükte. İşte tam bu noktada Marx ve Lenin’in olağanüstülüğü olağanüstü düşünme ve çabayla aşmak deneyimine ihtiyaç var ve sıkıştığımız ve de siyasi adıma aciliyet duygusunu veren tam olarak bu atmosfer! Kitapta olmayan, başka kaynaklar bulup çalışmamız gereken bir atmosfer bu. Bu yüzden “hem tefekkür hem sefer” dönem parolamız. Duran düşer ya da yedeklenir. Distopik, postmodern yüzleri de olan bu savaş ortamında bu coğrafyada hem savaşın karşısında hem solu sağı belirleyen hem de birliğinin gücünün caydırıcılığı ve iç dayanışmayla tesis eden bir sınıf cephesi inşa etmek muradımız...
Sınıf cephesi dediğimizde mücadeleci sendikaların ortak pratiklerini ya da geleceğe dönük ortak arayışlarından ayrı bir şeyi kast ediyoruz, orası ayrı bir kulvar, ayrı bir yığınak ve mevzilenme zemini…
Kastımız proleter devrimci bir güç, inisiyatif merkezi inşa etmek.
Eski yerel devrimci geleneklerin mezhebi, tebliğci, ayinci bir statükoya evrildiği noktada en dinamik oldukları anlarda bu topraklarda ürettikleri dinamik coşkulanımlara, toplumsal deneyime katkılarını alarak da yapılacak bugüne ait bir analiz, bugüne ait bir yol, yordama, bayrağa doğru bir gidiş bu. Bir partiye doğru değil mücadele ve örgütlenme programında ortaklaşılan fikri birliği temsil eden p/c’deki c’yedir vurgumuz.
Peki böylesi bir hareket belirli sayıda siyasi kadronun yan yana gelmesiyle kurulabilir mi? diye sorulduğunda, sorudaki “gübre yapan, humus yapan” tarifine de bağlanarak yanıt verirsek eğer, bulundukları ölçeklerde toplumsal mücadeleler içinde işçi sınıfı ve emekçi halkla birlikte mücadele, dayanışma öyküleri, örnekleri yaratmışlarsa, kökleşme hikâyeleri üretmişlerse ancak o zaman bu soruya olumlu yanıt verilmiş olur. O zaman zaten hareketi kuran siyasal kadrolar değil o başarılı mücadele deneyimleri, örgütlenme çabalarının farklı coğrafyalarda, sektör ve ölçeklerde ürettiği karşı toplumsal hegemonyalarının yan yana gelişi, mücadele nüvelerinin bir araya getirilmesi birliğin cisminin görünür, anlaşılır kılınması olur. Bunun için kesintisiz çaba gerekir. Bu çaba ise proleter coğrafyaya hicretler gerektirir, adanma, odaklanma, kimsenin başına yaptığını kakmadan, illa “bakın burada ben çok anlamlı bir iş yapıyorum”u afişe etmeye ihtiyaç duymadan çok çalışmak gerektiriyor. İşçilerin ve halkın eyleminden ayrı bir eylem düzlemi, talebinden farklı bir talep, kortejinden ayrı bir korteje ihtiyaç yok bu ön aşamada.
- Umut-Sen’in 17 Kasım’daki konferansı, yeni ve önemli bir uğrak olarak duyuruldu – şimdiye kadar yapılanların “daha ötesine adım…” “görevlerin niteliğinin değişmesi”… Nasıl bir uğraktan, eşikten söz edebiliriz? Bir önceki soruda konuştuklarımızla mı bağlantılı…
17’sindeki Konferans’ın sloganı “Cesaretle Diren - Holdingçilere yüklen” idi. Bu sloganın zemini şuraya dayanıyor: Emperyalist işbölümünün küresel meta, tedarik zincirleri aracılığıyla, “eşitsiz gelişimin” sunduğu el değmemiş emek rezervleri ve doğanın metalaştırması avantajlarını dikkate alarak, imalattan, gıdaya, enerjiye, teknolojiye vb. değgin her bir saniyelik sömürülecek insan emeğini de, 1 metrekarelik toprak parçasını da haritalandırarak, bu işbölümü planlamasına dahil ederek, dünya pazarını belirlemeye dönük bir politika yürütülüyor. Bu politika dahilinde, ülkemizdeki sömürü ve tahakküm sürecinde holdingler ve onların etrafındaki holdingçi güçler yerel tüm yasaları by-pass ederek, kuralsızlaştırarak, güvencesizleştirerek, mülksüzleştirerek coğrafyaları kuşatan küresel fabrikalar yaratıyorlar. Devlet, yargı, kolluk, idari, askeri, istihbari, akademik, eğitsel kurumları, bu holding yapılarıyla hem yerelde şirketler düzeyinde hem ulusal plandaki yönetişim düzeyinde iç içe geçip, entegrasyon içinde kaynaşmaya girdiler.
Konferansımız geçtiğimiz yıl “Düşmanı Tanı” derken bu yapıyı tanıtıp işçi sınıfı ve emekçileri doğru biçimde bir konumlanmaya çağırıyordu. Bu yıl içindeki mücadeleler aslında bir yönüyle bu yapıların teşhirini, bu yeni ilişkinin görünür kılınmasını hedef alıyordu. Aynı zamanda büyükşehirlerdeki kira, hayat pahalılığı nedeniyle tersine göçle Anadolu’daki OSB’lere akan, çok da küçük olmayan bir eğilimi de gözlemliyorduk.
Yurdun ilçelerine bile dağılmış küresel fabrika nizamıyla entegre üniversiteler, yeni çok sayıda cezaevinin, mülteci işçi kamp ve banliyölerinin, MESEM[2] uygulamasıyla çocuk işçilik tartışmasına aktüel boyut katan meslek liselerinin de yansıttığı vahşi çalışma rejiminin içerisinde holdingçi güçlere karşı mücadele ve örgütlenme sorumluluğu üstlenecek insana duyulan olağanüstü ihtiyacın altını çiziyoruz tekrar bu uğrakta. Tablonun vehameti bu aciliyet dozunu da bizim huzursuzluğumuzu da büyütüyor.
Ortadoğu’da Halep, Hama, Tel Rıfat’ta vekil kuvvetlerle Türkiye’nin boynunu uzattığı savaşın tedarik işlikleri de, Gazze’yi, Lübnan’ın soykırımcı savaş çizgisiyle bombalanmasının tedariği de coğrafyamızdan... İşçi sınıfımız da tüm departmanlarıyla bu savaş çizgisine ortak kılınmaya çalışılıyor. Bu olgu da görev değişikliği ihtiyacı ve aciliyet halini büyütüyor.
Umut-Sen “ara bir sendikal odak” olarak kendini tanımladı, yurt çapındaki sınıf gelişmelerine odaklanmaya başladığında. Bu dönem bağımsız sendikaların kuruşu ve ilk gelişimi dönemiydi. Ara sendikal odaktan “sınıf odağına” geçiş olarak tanımladığımız olgu, okuma ve deneyimlerimizin bize daha siyasi bir yöne geçişin zaruretini anlatmasıydı. Pandemi ile derinleştirilen yoksuldan zengine servet transferi politikalarıyla iyice göze sokulan şey, merkezi bir yerden aleni sınıf düşmanlığıydı, “yurttaşlıktan kovulma” halinin bilinçli bir politikaya dönüştürülmesiydi. Sınıf odağı, tam olarak sınıfa karşı sınıf, siyasete karşı siyaset idi. Elbette mücadeleyle dile gelen siyaset... Bunda bir mesafe de aldık. Ancak savaş olgusu bize daha başka birleşik mücadele adımları atmayı vaz’ettiği için arayış ve hedeflerimizi daha bütünsel, daha merkezi bir düzeye taşıma, doğrudan düzene ve siyasetlerine müdahale etme kararına vardık…
O yüzden, üç hat var! Birincisi, bir sınıf odağı olarak Umut-Sen, bizi izleyen, anlayan, “Ben de sorumluk almak, bir görevin ucundan tutmak istiyorum” diye herkesi OSB havzalarında bizimle buluşmaya çağırıyoruz.
İkincisi, çağrımız mücadeleci sendikaların kendi arayışlarının, güçlerinin büyütülmesi, geliştirmesi süreciyle dayanışma ve buna emek konulmasına dairdir.
Üçüncü ve kritik çağrımız, yukarıda anlattığımız politik bir güç devrimciliği bayrağının yaratılmasıdır.
Bu üç görev bizim açımızdan birleşiktir.
Holdingçi devletin artık rutine bindirdiği kayyum siyaseti bile, aşağıdan devrimci demokrasiye dayalı güç siyasetinin, seçimci yüksek siyasetin emekçi sınıfları güçsüzleştiren, yığıntı konumunu daimleştiren cendereler altında tutan, hareketsizleştirici sonuçlarından ivedilikle kurtulmamız gerektiğini anlatıyor. O yüzden devrimciliğin safında olmak isteyenlere çağrımız, dönemin bayrağını göğe kaldırmak için konformist, ruhsuz, coşkusuz, iddiasız merkezleri terk etmeleri, işçi sınıfına, emekçi halka gitmek için sırt çantalarını, tayınlarını, elvedalarını hazırlamalardır.
[1] Bağımsız Maden-İş.
[2] Mesleki Eğitim Merkezleri.