Gülten Akın’ın İlahiler’inde ve 42 Günün Şiirleri’nde Mahpushane, Anneler ve Çocukları

“Görüldü” kimi özlediğimiz

Neyi sevdiğimiz, istediğimiz “görüldü”

Öfkeliysek hangi dağlara vurup

Kederliysek hangi suları izlediğimiz

“Görüldü”

Selamımız ve dikenlerimiz

İçimizde, derinde

Derin denizlerin yaslı göllerin dibinde

Bir umumuz vardır sileriz

Parlatırız gece gece

Damgasız işaretsiz.

Bu şiir Gülten Akın’ın 1980’li yıllarda ilk kez yayımladığı iki kitabından biri olan 42 Günün Şiirleri kitabından. Kitabın 1. baskısı 1986’da yapılmış. Alan Yayıncılık’tan. Öbür kitap 1983 baskılı İlahiler’dir. O da Alan Yayıncılık’tan. 42 Günün Şiirleri, adını şairin oğlu Murat Cankoçak’ın da içinde bulunduğu, 1984’te Mamak Askeri Cezaevi’nde 42 gün süren açlık grevlerinden alır. Seyran’la Mamak arasında ömründen ömür gider şairin. Sadece kendi hikayesini değil yurdun farklı cezaevlerindeki mahpusların ve onların annelerinin, ailelerinin ve mücadelelerinin hikayelerini de anlatır. Kitap öykü ve şiir formunda metinlerden ibaret. İlahiler’de de mahpuslar ve mahpushane var. Özellikle Demirle Pas Arasında İlahi, Eller İlahisi, Şifahi, Atriyo İlahi, Acılar İçin İlah, Behçet İçin İlahi, Bir İncekara Küçücük Oğlana İlahi, Asılanlar Kentine Ağıt  şiirleri bunun açık örnekleri.

Her iki kitabın yayımlandığı yıllar, 12 Eylül darbesinin ülkede estirdiği devlet terörünün özellikle cezaevlerinde hâlâ tüm şiddetiyle devam ettiği yıllardır. Cezaevlerinde, insanlık onurunu hiçe sayan uygulama ve işkencelere karşı mahpusların tek direniş aracı bedenleridir ve onu açlıkla bir silaha dönüştürürler.  Tanıl Bora, Birikim’in 136. sayısında yer alan Hapishane Rejimi: Bir Seri Katil Zihniyeti adlı yazısında şöyle özetliyor o dönemi:

“12 Eylül dönemindeki açlık grevlerinin sayısını saptamak zordur. Metris’te 1981’de 18 günlük, 1982’de 28 günlük açlık grevleri, Metris ve Sağmalcılar’da 1983’te 26 günlük açlık grevi, 1984’te 75 günlük ölüm orucu, Diyarbakır’daki 43 günlük ölüm orucu ve Mamak’taki 42 günlük açlık grevi, en uzunları, en kıyıcılarıydı. 12 insan öldü bu olaylarda. 1987’de, “sivil” yönetime geçileli üç yıl olduktan sonra hapishane koşullarında kayda değer bir iyileşme olmaması üzerine birçok yerde yapılan, 41 güne varan açlık grevi. Bu isyan sırasında, çocuklarının hakkı-hukuku için Meclise dilekçe götüren mahpus yakınları heyetinde yer alan bir “anne”, Didar Şensoy, polis tarafından itilip kakılırken ölmüştü.”

Tam da bu son cümlede 30 yıldır Cumartesi Anneleri'ne yapılan zulüm gözlerinizde canlanmıştır. Benim zihnime kazınan iki fotoğraf var. 22 Temmuz’da yitirdiğimiz Emine Ocak’ın 1997’de gözaltına alınırken Ahmet Şık tarafından çekilen fotoğrafı ve 2018’de yine benzer şekilde gözaltına alınırken Hayri Tunç’un çektiği fotoğraf. İlkinde 61, ikincisinde 82 yaşındaydı. Aradaki 21 yılda 4 farklı parti iktidara geldi ama devletin zulmü değişmedi.

Aynı yazısında  şunları da dile getiriyor Tanıl Bora:

“Hapisleşme oranının hayli yüksek olduğu (yaklaşık 1300 kişiden biri hapiste!) bu ülkede, hapishanelerdeki ölümcül sorunlara “kamuoyu ilgisi” çekebilmek gitgide daha zor oluyor, çok mihnet gerektiriyor. 12 Eylül döneminde, “ölmeye yatanların” yakınları, askerî rejimin baskı ve sansürü altında seslerini bir yerlere duyurabilmek için neler çekmişlerdi - Gülten Akın’ın 42 Gün’ü, annelerin, babaların, kardeşlerin, küçücük çocukların hatıralarla, korkularla, kargışla ve bir “her şeye rağmen” direnciyle yüklü o cehdini anlatır. Türkiye’nin İnsan Hakları Derneği de, mahpus yakınlarının o çilesinden doğdu (bu bile bir “tarihî bilgi” artık).”

Gülten Akın, Tanıl Bora’nın dile getirdiklerini 42 Günün Şiirleri’nin başında yer alan Sonradan adlı metninde şöyle yazmış:

“Analardık. Oğullarımızın kızlarımızın yattığı cezaevinden, görüşlerden çıkardık. Dağılırdık eskiden olsaydı. O açlık günlerinde dağılıp gitmeyi düşünmedik. Birlikte kaldık. Yürüdük yollar boyu. Otobüslere doluşup gittik. Görkemli yapılardaki yetkililere ulaşmaya. Dilekçelerde, dilekçelerde, sayısız pullarda umar aradık.

Soğuktu. Çoğumuzun sırtında ince giysiler. Çoğumuzun ayağında, eski, ıslağını içe geçiren pabuçlar. Her gün buralardaydık, yuvarlak, küçük parkta otururduk.         

Kovalıyorlardı bizi kapı önlerinden. Azarlıyor itiyorlardı. Dövüşürdük kimileyin. Öfkeyle bağırırdık. Ama dayanamazdık, tutunamazdık fazlaca. Gelir, küçük yuvarlak parkta otururduk. Kamunundu parklar. Orda öyle sessizce oturdukça kim kızabilir? Orda öyle sessizce mi oturduk? Evet. Çok çok fısıldaşırdık. Ne yapabiliriz, ne yapmalıyız? Ama bedenimiz fırtınalar içindeydi. Dünyayı siren sesleriyle çığlıklarla dolduruyordu sessizliğimiz. Nedir ki bağıran beş on kişi, asıl sen susana sor. Susana sor, bedeni ne biçim bir sarsıntı, deprem içindedir. Ve ne kıyametler boşaltıyordur havaya, toprağa.”

Bu yazdıklarının üzerinden aşağı yukarı 40 yıl geçti. Peki, soruyorum: Devlet dersinde değişen bir şey var mı?

Sennur Sezer, 3 Kasım 2012 tarihli  Evrensel’deki Onur ve Yaşamak adlı yazısında o günleri şöyle anlatıyor:

“12 Eylül askeri darbesi cezaevine konulan yüz binlerce kişi için de dışarıda kalanlar için de işkenceydi. Kendi oğlu da idamı istenen bir tutuklu olan şair Gülten Akın,  42 Gün adlı kitabında Mamak Cezaevi’nde süren açlık grevini anlatır. Kitaptaki kısa öyküler, darbe sonrasında cezaevinin en kötü günlerinde içeridekilerin hali kadar dışarıda kalmayı da yansıtır.  Şair Mamak cezaevinde insanca koşullar istedikleri için son çare açlık grevine giden tutuklulardan biri arasında olan oğluna şöyle seslenir: “Ölme oğlum, ölme emi oğlum!”...

Gülten Akın, hapishaneleri: “Tanıyorum sesini demirin/Açılan sürgünün itilen kapının/Eldeki omuzdakinin/Aman dinlemez sesini” dizeleriyle anlatır. “Kırk iki uzun gün. İnsan onurunun kavgasının en ağır koşullarda verildiği kırk iki gün” sürdü bu direniş. Bugünlerde daha ağırı yaşanıyor.”

Bu anlamda Gülten Akın hem içeridedir, hem dışarıda, hem mahpustur, hem mahpus anası. Kadın Gülten,  oğlu mahpus Gülten, anne Gülten, avukat Gülten, şair Gülten, insan hakları savunucusu Gülten, sosyalist Gülten... Hangi kimliğine dokunursanız bin ah işitirsiniz belki. Çünkü dönemin muktedirleri için bir devlet düşmanının taşıyabileceği bütün özellikleri taşır o.

42 Günün Şiirleri’nde şairin dizelerine başka neler yansımış? Yoksulluk, acı, işkence, umut, umutsuzluk, çaresizlik, sevda, direniş, utanç, duyarsızlık, çığlık, çığlık, çığlık... Evet binbir şekle bürünen bir çığlık olarak da okunabilir kitap. Mahpusların ve mahpushanenin yollarını aşındıran mahpus yakınlarının çığlığı. “Demek, diye düşündü ana, ‘Demek o çığlığı salıverme, tutmadan yeğmiş.’ Gülümsedi.”

O çığlık ki hiç olmayacakmış gibi duranı gerçek kılar. Kim bilir belki de şair bu kitabı ile kabuğuna çekilmiş, mefluç bir halde etrafını izleyen, olan biten gaddarca uygulamalara sessiz kalan toplumu sarsmak istemiştir. Bir daha o acılar, işkenceler yaşanmasın ve tarihe not düşülsün diyedir yazdıkları. 

Ne yazık ki bugünlerde de yaşadığımız, yabancısı olmadığımız uygulamalar. Zamanı çalınmış insanlar, ailelerinden kilometrelerce uzakta rehin tutulan tutuklular, hükümlüler. Aslında ceza içinde ceza. "Dağlar aşmış, beller aşmış, sular geçmiş bu kadın, kimbilir nerelerden, oğlunu görmeye. Beş dakika için. Yalnız beş dakika." diyor şair.

Ölüm orucunda veya açlık grevinde bir yakını, dostu, yoldaşı, annesi, babası, kardeşi, sevgilisi, eşi olan bir insan hayatına nasıl devam eder? Sofraya oturduğunda ne hisseder mesela? Boğazından geçer mi lokmalar? Sofra adlı şiirini okuyalım şairin: 

"Ben değil sofraya ölüm oturdu

Peynir yedi beni, zeytin yedi beni

Ekmeğe uzandım, ellerim düştü

Elmadan gözlerim yandı, kör kaldım

Su değil su değil sel aldı beni

Ben değil sofraya ölüm oturdu"

Ötekilerin Anası öyküsünde ölüm orucundaki bir mahpusun anası ile sağcı  bir mahpusun anası otobüste karşılaşırlar. Aralarında şöyle bir diyalog geçer:

- Otuz gün oldu bacım bugün. Tam otuz gün. Eriyip gidiyorlar.

- Sebebi neymiş peki, niye bu oruç.

- İnsanca yaşamak istiyorlar yalnızca. Kötülüksüz, dayaksız. Ölmeyi, onurlarıyla ölmeyi seçtiler.

Ve öykünün en vurucu cümlesi gelir bir ananın ağzından:"İnsan insanın bununa yetişmeli."

Öykü şöyle biter: “Birlikte indiler otobüsten. Sürgülü kapının önünde art arda durdular.”

Gülten Akın’ın kadın, anne, şair ve hak savunucusu kimliği iki ananın acısı arasında bir seçimi dayatmaz okura. Aksine, bir savaşın karşı cephelerinde savaşan çocukların annelerinin birbirinin acısını olgunlukla karşılayabileceğini, birbirlerini anlayabileceğini, birbirlerinin acısına dokunabileceğini ve belki de yalnızca o annelerin savaşı bitirebileceği fikrini akla düşürür.

Şair, 42 Günün Şiirleri’nde yalnızca, oğlunun bulunduğu Mamak Cezaevi’ni anlatmaz. Diyarbakır Cezaevi’ni de ismini anmadan anlatır. 

"Doğu kentinin mapusanesi ünlüydü. Kuş uçurtmaz. Söylentiler alıp yürümüştü. Kulaktan kulağa. Baskı, işkence, dayak zulüm başedilmez olunca, ölüm oruçları başlamıştı. Günler geçmiş, içerdekiler güçten düşmüşlerdi. Sayrılarevine taşınanlar vardı. Ölüm kimilerinin başucuna yerleşmişti. Ecelsiz ölüm."

Şairin dizeleri, İlahiler kitabındaki Atriyo İlahi şiirinde baskılar, gözaltılar, işkenceler karşısında açlık grevleri ve ölüm oruçları ile insanlık onurunu yere düşürmeyenlerin sesi olup tanrıya isyana dönüşür:

“Hey tanrım, bu çocuklar çocuklarımız bizim

Bunca yıl hangi taşı oraya kapatsan

Unufak olur

Bunca yıl hangi kuşu

Bize hüzünlü görüşler, tel örgüler

Beton gölgeler bağışlayan

Bunca yıl hangi kuşu,

Ölür ölür ölür

Anlamıyor musun

Yok mu senin oğlun kızın”

Aynı kitaptan Şifahi şiirinde işkenceyi ve işkence altındaki ölümleri şu dizelerde okuruz: 

İncelmiş azalmış gibiyiz çoğumuz

Büsbütün kurtulur kimimiz ağırlığından

Çarpa çarpa başımızı duvarlara

Çarpa çarpa gövdemizi duvarlara

(Onlar öyle derler sonradan)

Kurtulmuştur kimimiz ağırlığından.

İlahiler ve 42 Günün Şiirleri’nde insanlık onurunu ayaklar altına alan uygulamalar ve işkenceler kitapların yazıldığı dönemle sınırlı kalmadı. Ne yazık ki bugünün muktedirleri neredeyse bütün tutuklu ve hükümlü haklarını askıya almış durumda. 42 Günün Şiirleri, sanki bugün yazılmış gibi. Öyküler bugünü anlatıyor, devlet aklı, bürokrasi, basının ekseriyeti, toplumun sessizliği hep bugüne dair. Bakın bu dizeler çok mu uzak bugüne:

"Çatılmış darağaçları

Gelip durmuş kapımıza ölüm

Ses ver sesimize bir ufacık ses

Susarsan

Ya ölüsün ya ölümle birsin"

Biz neredeyiz bugün? Sadece insan hakları ihlallerinden, askıya alınan anayasadan, yasal haklardan bahsetmiyorum. Kadın kırımından, çocuk işçiliği adı altında çocuk sömürüsünden, iş cinayetlerinden, yoksulluktan, doğa kırımından, hayvan kırımından bahsediyorum. Ya ses veririz ya susarız, ya ölümden ya yaşamdan yanayız, ya zalimden ya mazlumdan yanayız, ya ezenden ya ezilenden yanayız, ya savaştan ya barıştan yanayız, ya barbarlıktan ya insanca ve onurlu bir yaşamdan yanayız.

Kitabın son öyküsü Büyümeye Hayır. Bir önceki sayfada Büyü şiiri var. Grup Yorum’dan dinlediğimiz. Şiiri bilirsiniz, öyküden bir alıntı yapayım: “Çocuk bir otobüs dolusu çın çın bağırdı. ‘Ben büyümek istemiyorum, tamam mı? Abi olmak istemiyorum, tamam mı? Baba olmak istemiyorum, tamam mı? Tutuklu olmak istemiyorum, tamam mı?”

Son sözü şairimize bırakalım. İlahiler kitabından iki şiirle bitireyim: 

Demirle Pas Arasında İlahi

Nergisle güz gülü arasında

Beş yıldır beş uzun yıldır

Yağmurla kar arasında

Beş yıldır beş uzun yıldır

Ayazla çiy arasında

Demirle pas arasında

Seyran’la Mamak

Beş yıldır beş uzun yıldır

 

Tanıyorum sesini demirin

Açılan sürgünün itilen kapının

Eldeki omuzdakinin

Aman dinlemez sesini

Beş yıldır beş uzun yıldır

 

Birisi bir söğüt dikse

Gölgesi basardı evlerin içini

Bir salkım söğüttü baktım büyüttüm

Yüreğimin toprağında hasreti

 

Beş yıldır beş uzun yıldır

Sesin örselenmiş duruşun tetikte

Bizim için seçilip ayrılmış

İpte kurutulmuş sözcüklerle

Yalnız öyle sözcüklerle

Konuşuruz, konuşmak denirse

 

Ne bir kıvrım, ne renk, ne sıcak bir hece

– Nasılsın

– İyiyim

Beş yıldır beş uzun yıldır

Desemdi

 

Koçağım bir tanem evimin direği

Sakladım, duyarlar, istemem.

Baktım ki sesim buruşmuş

 

Gelir bir gün gelir bir gün

Bir gün siler parlatırım

“Bilirim

Susmayacak kalb-i viranımdaki kuş”

Eller İlahisi

Ellerini görsem oğlumun

Uzun esmer parmaklı ellerini

Onları özlüyorum

Üç yaşına yağan karda

Kızarmış, ısıttım öpe hohlaya

Ozanda el-ücra çağrışımı yapan

Alucra kışları

Bir elim elinde sabaha dek

Öteki yorganının üstünde

Üşümezdi artık örttüm sardım ya

 

Görsem ellerini oğlumun

Ardında bağlı durmasa

Kalmasa Alucra sisler içinde

Gevaş’a kurtlar inmese

Cano kızak yap oğluma

Uçar gider göle doğru

Çığ düşer, Artos’a salma

 

Ellerini görsem oğlumun

Dizgini tutarken atının üstünde

Sağrısı yelesi al ürpermede

Ferhan usul usul titrese

 

Ellerini görsem oğlumun

Yeşil söğüt dalını incelikle

Kuş sesleriyle değiştiğinde

Beş yaşında çalışkan ellerini

Uçtu gitti kitapların ardında

Uçtu gitti kalemlerin ardında

Kaynakça

Gülten Akın, 42 Günün Şiirleri (Ağıtlar ve Türküler 1972-1983 /Toplu Şiirler-II) 1. baskı 1986, Alan Yayıncılık

Gülten Akın, İlahiler (Ağıtlar ve Türküler 1972-1983 /Toplu Şiirler-II), 1. baskı 1983, Alan Yayıncılık

Tanıl Bora, "Hapishane Rejimi: Bir Seri Katil Zihniyet"i, Birikim, Sayı: 136, Ağustos 2000.

Sennur Sezer, "Onur ve Yaşamak", Evrensel, 3 Kasım 2012.