Kısacık da olsa el veren kitlenin içinde bulunmuşluğum var birkaç kez. Hem vücudum hem vicdanım -başkasına yük olmak için fazla iriyim- bizzat tecrübe etmemin önünde engeldi hep. Neyse, seyretmesi de hoş. Kolektif vecdin kabardığı ânda vuku bulur. Sahnede yıldızı parlayan kişi, o parıltının gücüne yaslanarak eyler; parıltıdan pay almak isteyen izleyici de kâh komşularının yardımıyla kuvvetli ışığa doğru, kâh kaçamak tırmandığı sahneden o anki yoldaşlarına doğru bırakır kendini. Herkes, sonunda, başladığı yere dönecektir.
Ekseriyetle esrikliğin göbeğinde olageldiğine bakılırsa, kalabalığın insafına kalmak gibi değil; dalanın da tutanın da düşünmeyle, yargıyla işi yok o saatte; insaf ne ki? Hem, kitle seyrek yahut gamsız yahut enikonu bitik halde ise sert zemine çakılmak kaçınılmaz. Kolektif reflekse mi, zincirinden başka kaybedecek şeyi olmadığına mı güvenmek? “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz”dekinin ayna imgesi, tam değil.
Geçen gün pek kıymetli dostumuzun, bir vicdani retçinin bilmemkaçıncı davası için şehrimizdeki adalet sarayının yolunu tuttuk. Gergin bekleyişimizi bir şaka yağmuruyla içe patlayan kikirdemelerle yumuşatmaya çalışıyorduk, daracık onlarca duruşma salonunun açıldığı lüzumsuz genişlikteki “ihale müteahhiti” koridorunda. Bir önceki davada görevli sayın hakime hanım, ifadesini dinler gibi yapmaktan hızla vazgeçip ortasında kestikten hemen sonra, askerliğin bir vatan hizmeti olduğunu, bunu yapmanın zorunluğunu bir kez daha, bir kez daha bildirmişti dostumuza; tekerrür ihtimali canımızı sıkıyordu. Beteri oldu: Salona girer girmez, sanık vicdani retçi dostumuz -ne tuhaf tamlama ama!-, avukat dostumuz, ve biz, iki izleyici, nerede duracağımıza, nereye oturacağımıza dair azarımızı işittik, külliyen mesnetsiz “mahkemenin huzurunu bozma” gerekçesiyle salon tahliyesi tehdidini sineye çektik. Huzuru bozan tek kişi “sen şunu yap, sen kimsin, ne diyorum sana” diye ünleyen sayın hakim beydi aslında, belli ki bizim onun huzurunda olmamız bile büyük huzursuzluk kaynağıydı, o da, ne yapsın, elindeki iktidarla -ahşap çekiçler sadece filmlerde mi var?- buna misliyle mukabele ediyordu. Sanığın (!) sakin, içten ve açıklayıcı ifadesinin defalarca öfkeyle, hınçla kesilmesine şahit olduk, avukat dostumuzun müdahalesi ile sıkıntılı celseyi tamamına erdirip devletin ceberrut nazarından, buyurgan pes sesinden kurtulduk, şükür. İşte, o gün, bu nevi muhaliflerin, “total retçilerin” -benim kıymetli dostumun- yaptığının, soyut, toplumsal bir stage-diving olduğunu düşündüm. Devlete ve topluma değil ya, kime, neye güvenerek? Kaybedeceği bir şeye bile isteye sahip olmadığına, olmayacağına mı?
Total retçi deyince de, çağrışım bu ya, kıymetlimiz, merhum Ulus Hoca çıktı geldi elbette. On sekiz senedir bu mevsim geldiğinde, tahripkâr Lefkoşa güneşinin yasımızı bile buharlaştırmaya azmettiği, ama beceremediği o kamaşmış, sızılı günü anımsıyorum, anımsıyoruz. Tanıl Bora, kara haberi aldığı gibi dizdiği içli yas yazısında[1] benzer bir stage-diving jestini tasvir eder gibidir: “Kendi fizikî varlığını hesaba katmayan, bahse konu etmeyen, sâfî Intellect gibiydi. Kendisinin, fizikî varlığının sorumluluğunu almamasının görünüşü idi bu. Bekasının temel ve ama süflî, süflî ve ama temel gereksinimlerini zımnen etrafına havale ediyordu.” Az ileride, Hoca’nın çevresini de, sanki hepsiyle tek tek bakışır gibi, çiziyor, Bora: “Çok insanı etkiledi, kendine hayran ve âşık bıraktı Ulus. Çok insan bağlandı ona. Çok insan kendini ondan sorumlu hissetti, onun sorumluluğunu hissetti. Etrafında her zaman halka hala genişleyen bir gönüllüler çemberi oldu. En yakınında durup, ona ciddi ciddi mesai adayanlardan, kulağı onun haberlerinde olup da bir ihtiyacını karşılamaya amâde bulunanlara, gıyâbında onun nâmına karalar bağlayanlara kadar. Kim inkâr eder; mihneti az değildi! Ama herkes cân-ı gönülden talip oldu bu mihnete. Kimi süreli, kimi fasılalı, kimi sokurdanarak, onun adına kahrolmanın ilenmesiyle, kimi dervişçe, ses etmeden... Ona muhterem bir kabile büyüğüne, bir ulu ihtiyara ve bir çelimsiz çocuğa siyanet eder gibi, rikkatle bakan bir cemaat bulutu vardı etrafında. Ulus'tan endişe etmeye angaje bir âcizler cemaati.”
Bu cemaatin küçük bir kısmıyla muhabbetim var. Dış halkalarından birine, safların sıklaşmaya başladığı bir dönemde yanaştığımı hatırlıyorum. Hoca’nın ders verdiği dönemde üniversitedeydim, talebesi oldum, ikimiz de başka şehirlere göçmeden evvel bir süre komşusu da. Bir-iki kafadar, gecenin bir yarısı -pek uyumadığını, muhtemelen maç tekrarlarını yan gözle izlerken demlendiğini tahmin ederdik- sohbetine eşlik etmek niyetiyle, sadece yanında sakin sakin oturmakla da yetinebileceğimiz ziyaretler tasarlar, çoğunu da gerçekleştirirdik. Derslerinde olanca yumuşaklığıyla -her nasılsa- sebep olduğu keskin zihinsel savrulmaların üstüne bir de tanışık olmak, bizim için payeydi; Bora’nın “Ulus Baker mitosu” dediği özgün Ankara fenomeninden, “hâle” dediği eşsiz, puslu titreşimden payımızı almak için, neredeyse irademiz dışında, ona doğru çekilen çocuklardık.
Herkesin kendi bacağından asıldığı bir devirde -her devirde- ne büyük cesaret, ne büyük boş vermişlik, kendi bakımını kolektif ele bırakmak! Ne büyük cesaret bu boş vermişlik! Boş vermişlik mi? Belki de mutlak beyhûdeliğin eksiksiz idraki. Melankolinin vücut bulmuş hâli. Gerçi, merkeze yakın halkalardan dostumuz Can Gündüz ilk Ulus Baker Buluşması’nda bu kaba hatlı eskize mugayyir, ince bir açı yakalamıştı; dikkat kesilmeli buna, tutunmalı: “Ulus bir Beckett karakteri gibi bu lafı [“yapacak bir şey yok”] her tekrar ettiğinde, söz konusu olan aynıyı yeniden üreten bir atâlet hâli değil, yeninin imkânlarını araştıran bir süredurum hâlidir. Diğer bir deyişle, ‘yeni’yi üretmek adına yapmak zorunda olduğumuzu yapmaktan başka yapacak bir şey yoktur. Atıl binalar, kentler, toplumlar imhalarını beklerler, yapacak bir şeyi olmayanlar ise boş durmaz, bir takım tuhaf kazılar yaparlar. Bu kazılar halka açıktır, dileyen katılır.”
İşte, “yapacak bir şeyi olmayan”, mülkün ve kurumun kirine bulaşmayan, dervişân soyu, tükenmeye yüz tutsa da, biri diğerine benzemese de, birbirini hatırlatarak hâlâ buralarda dolaşıyor, dolaşır. İrili ufaklı sahnelere çıkıp çıkıp mütebessim, vecd halinde, bazen de bıkkın, dertli, mecburen boşvermiş, muhayyel bir cemaatin onlara uzanan muhayyel ellerine bırakıveriyorlar kendilerini, bırakırlar.





