8 Aralık Pazar sabahı, Suriye'de 61 yıldır hüküm süren Baas rejimi, 2011 Mart ayında başlayan halk ayaklanmasının ardından, 13 yıllık iç savaş ve çatışma sürecinin sonunda çöktü, kimileri bunu bir çöküşten çok rejimin ortadan kalkması olarak tanımlıyor. Arap halk ayaklanmalarından sonra Libya’da ve Amerika’nın Irak işgali sonrası rejimlerin çöküp, bütün kurumların lağvedilmesi sonucunda ortaya çıkan ve kronikleşen problemlerden ders alınmış olacak ki, bu sefer temkinli gidilip, mevcut kurumların ayakta kalması ve rejimin ortadan kalkması öngörülmüş olmalı.
Geriye dönülüp bakıldığında, 30 Aralık 2016'da varılan ateşkes ve onun güçlendirilmesi için Türkiye ve Rusya’nın çabalarıyla, 23 Ocak 2017'da Kazakistan’ın ev sahipliğinde başlayan, yirmiyi aşkın Astana görüşmeleri rejimin kalıcılığını pekiştirmişti, zaman zaman karşılıklı saldırılar olsa da, son 7 yıldır çatışan grupların kendi alanlarını korumaya çalıştığı bir durağanlık söz konusuydu.
27 Kasım günü gelen ilk haberlerde, Heyet Tahrir eş-Şam'ın (HTŞ) Halep kırsalında başlattığı saldırılar, pek çok haber kanalında dahi yer bulmadı ama olaylar o kadar hızlı gelişti ki, Suriye ordusu ne Halep’te ne de diğer kentlerde hiçbir varlık gösteremeden, Halep, Hama, Humus ve 8 Aralık’ta da Şam’ı Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) liderliğindeki İslamcı militan gruplara bıraktı.
Yaklaşık on iki günlük bir sürede, Baas rejimi ortadan kalktı, Baas Partisi tüm faaliyetlerini süresiz durduğunu açıkladı ve 2000 yılında, babası Hafız Esad’ın ölümü üzerine yönetimi devralan Beşar Esad iktidarı da böylece son bulmuş oldu.
Baas rejimi, ayaklanmayla başlayan çatışmaların neredeyse tüm Suriye’ye yayıldığı 13 yıllık süre boyunca, Rusya, İran ve Lübnan Hizbullah’ının da desteğiyle, iktidarını korumayı başarmıştı. Rejimin ve Rusya’nın İdlib ve çevresinde muhaliflerin kontrol ettiği alanlara yaptığı hava saldırılarına misilleme olarak İslamcı militan grupların yaptığı saldırılarla yıkılması herkesi oldukça şaşırttı. Elbette, bu süre boyunca uluslarası konjonktür, özellikle Ortadoğu’da çok şey değişti. İran’ın ve Hizbullah’ın İsrail saldırılarıyla yıkıcı yaralar almaları ve kendilerini kurtarma derdine düşmeleri, Rusya’nın Ukrayna işgaliyle yorgun düşmesi, İsrail’deki Siyonist rejimin Filistin’deki soykırım ve insanlık dışı şiddetin bölgesel etkileri ve daha pek çok sebep sayılabilir. Ama bu hızlı çöküşün arkasında belli ki diğer uluslarası güçlerin de içinde olduğu, bölgesel pazarlıklar da vardı. Sanırım bu pazarlıkta en önemli konulardan biri, batının İsrail güvenliğini öne alan politikaları oldu. İran, Irak, Suriye, Lübnan’ı içine alan Şii aksının ortasındaki Suriye’yi Sünni bir yönetime dönüştürüp, bu aksı bölme isteği, rejimin sonunu getiren önemli etmenlerden biri olsa gerek.
Uluslararası sermayenin, Akdeniz havzasında, Fenikelilerden bu yana Ortadoğu ve Avrupa arasındaki önemli bu kıyı alanının tamamen Rusya’nın kontrolünde olmasını istememiş olması bir diğer etmendi. Son dönemde Türkiye’nin de “mavi vatan” olarak adlandırdığı, Akdeniz’deki gaz ve petrol rezervleri düşünüldüğünde Suriye daha da önem kazanmış olmalı. Bu ve daha pek çok sebep rejimin çökme sebepleri arasında sayılabilir.
Tarih; kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıkları er geç ortaya çıkaracaktır. Şimdilik, son on gündür olup bitene dair konuşulanlar tahminlerden ve komplo teorilerinden öteye gitmeyecektir.
Tüm bu sebepler ve komplo teorileri, 2010 Arap halk ayaklanmaları sürecinde, bu despot rejimler altında yaşayan toplumların ve toplumsal hareketlerin rejimlerden memnun oldukları, “dış güçlerce” yönlendirildikleri anlamına gelmez. Ortadoğu’da bu rejimlerce yönetilen ülkelerin, sosyoekonomik olarak nasıl dönüştürülüp fakirleştirildiğini, yolsuzluklar, çıkar ilişkileri, devlete hakim grupların sermayeyi küçük bir azınlığın elinde topladığı, toplumun neredeyse yüzde doksanını derin bir yoksulluk içine ittiği, baskı ve şiddetle, bu eşitsizlik ve adaletsizlik sistemini yönetmeye çalıştığı düzenin sürdürülebilir olmadığı bu son gelişmelerde de görülmüş oldu.
Bu yazıyı yazmaya, rejimin çöküşünden ziyade, 2011’den bu yana, dünyanın dört bir yanına dağılan, sığındıkları ülkelerde göçmen hayatı yaşayan Suriyeli mültecilerin bu çöküşe ya da ortadan kalkmaya nasıl baktıkları ve geriye dönüş konusundaki düşünceleri hakkında son bir haftadır onlardan dinlediklerim beni zorladı. Mevcut koşullar üzerinden geriye dönüşlerin mümkün olup olmadığı, zorunlu geri dönüş politikalarının uygulanabilirliği ve geçmişi, mevcut durum ve gelecekte göç politikalarının evrilme yönüne dair ipuçları sunmak niyetiyle bu metni yazdım.
***
Kısaca son on üç yılı bir özetlersek; 2011 yılında Baas rejimine karşı halk ayaklanmaları başladığında Suriye'nin nüfusu yaklaşık 21 milyondu. Takip eden yıllarda yaklaşık yarım milyon kişi yaşanan çatışma ve savaş sebebiyle yaşamını yitirdi, bir milyondan fazla kişi yaralandı ve yaklaşık 13,5 milyon kişi evlerini terk etti. Bu on üç yıllık dönem Suriye’ye komşu ülkeler başta olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesine Suriyeli mültecilerin kitlesel olarak ulaştığı ve hâlâ, sayı azalsa da, devam eden bir göç sürecini de başlattı.
Yola çıkanların bir kısmının akıbeti bilinmiyor, bugün kayıpların sayısı bilinmese de, bu alanda çalışanlar, Akdeniz’in derin sularının bir mülteci mezarlığına dönüştüğünü söylüyor. Geçtikleri ya da sığındıkları ülkelerde, gittikçe artan kimsesizler mezarlıklarında, mezar taşları yerine odun parçaları ya da kaldırım taşlarına adları yazılı yüzlerce mülteci mezarı bu sayının on binleri geçtiğini gösteriyor.
İç savaşla geçen 13 yıl Suriye toplumun derinden değişimine sebep oldu.[1]
2011 yılının Mart ayında sokağa inen göstericilerin büyük bölümünün eğitimli orta sınıflar ve gençler olduğu görülüyordu. Protestocuların en fazla göze çarpan kesimleri, Türkiye’deki Gezi protestolarıyla benzerlik gösterip, kadınlar ve gençlerden oluşuyordu. Bireysel olarak mobilize olup, çıktıkları kamusal alanlarda ve meydanlarda, barışçı gösterilerle; demokrasi, insan hakları, kadın hakları, işsizlik, yolsuzlukları, tekelleşen sermayenin toplumu derin bir yoksulluğa ittiğini haykırıyorlar ve rejimin reformlar yapmasını talep ediyorlardı; yüzbinlerce kişinin katıldığı bu gösteriler, rejimin gaddarlığına rağmen, aylarca sürdü.
Tıpkı Mısır’da olduğu gibi, burada da Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı gruplar sokağa çıkma konusunda ilk dönemde çekimser kalmışlardı. Rejimin meydanlara inenleri dinlemek yerine, olayları şiddetle bastırma girişimi, insanların sokaktan çekilmesini önleyemedi; tam aksine ayaklanmanın, sosyoekonomik olarak farklı toplum kesimlerini kapsamasını sağladı, şehirlerden kırsala doğru gösteriler yayıldı. İsyancılar belli bölgelerin denetimini ele geçirdiler.
Silahların devreye girmesiyle birlikte, sokağa çıkıp, meydanlarda direnenlerin sesleri duyulmaz oldu ve rejim güçleri şiddeti artırdı, krizi radikalleştirdi. Önce meydanlar susturuldu, silah sesleri sokağa çıkanların seslerini bastırdı, barışçıl eylemlere katılıp, şiddeti ve silahı reddedenler muhaberatın ve şebbihaların ellerinden kurtulmanın yolunun komşu ülkelere sığınmak olduğunu, bundan başka çare kalmadığını görüp sınırları geçmeye başladılar. 2012-2013 yılları arasında komşu ülkelere sığınan Suriyeli mültecilerin büyük bir kısmı sokağa inen aktivistlerden ve orta sınıflardan oluşuyordu. Geldikleri ülkelerde seslerini dünyaya duyurma çabası içerisindeydiler, kendi deyimleriyle, hem içeride hem de ulusötesinde “devrimci ağlar” kurmaya çalışıyorlardı.
2013 sonrası çatışmaların yayılıp bir iç savaşa dönüşmesiyle ve kitlesel göçle birlikte Suriye toplumu parçalanmaya başladı. El Kaide vb., küresel selefi cihatçı grupların bölgeye akması, radikalleşmeyi daha da hızlandırdı. Rejimin şiddette, varil bombaları ve kimyasal silahlara varan sınır tanımazlığı, radikal İslamcı grupların dinsel azınlıklara karşı saldırıları, meseleyi Sünni-Şii çatışmasına dönüştürme çabaları toplumsal parçalanmayı hızlandırdı. Bu durum aynı zamanda, Şam’ın, Sünni-Şii çatışmasındaki tarihsel rolüne de yeniden ışık tutu, bu da Emevî Camii’nde namaz kılma hevesinin canlanmasına; Körfez ülkeleri ve Türkiye gibi, Sünni rejimlerce yönetilen bölge ülkelerinden muhaliflere gelen maddi desteğin de motivasyon kaynaklarından biri oldu. Selefi cihatçı IŞİD tarafından kurulan İslam Devleti sınırlarını Irak içine kadar genişletti ve küresel bir tehdide dönüştü. Örgütün Irak’ta Ezidi toplumuna karşı giriştiği soykırım ve Kürtlere karşı saldırıları, Kobani savunmasıyla zirveye ulaşan Kürt hareketinin alan kazanması gibi pek çok etmen, Suriye toplumunu birbirinden uzaklaştırarak parçaladı; alanı Suriye toplumu dışındaki aktörlerin hakimiyetine bıraktı. Artık ABD, Rusya, Türkiye, İran gibi yabancı devletler ve küresel hareketler sahaya inmiş ve Suriye, küresel cihat ağlarının militan gönderip eğittiği, uluslarası silah sanayiinin, başta insansız hava araçları olmak üzere, deneme alanına dönmüştü. Özel askeri şirketlerin buradan sağlayıp eğittikleri savaşçıları dünyanın dört bir yanındaki çatışma bölgelerine, paralı asker olarak gönderdikleri bir kaynak ülke olmuştu.
Tüm bu iç savaş ve şiddet sarmalının içerisinde, tarihsel olarak toplumsal çeşitliliğe sahip Suriye toplumu bölünüp parçalara ayrıldı ve birbirinden uzaklaştı. Suriye’nin içinde kalanlar, rejim de dahil olma üzere silahların gölgesinde, şiddet, yoksulluk, can güvenliğinden yoksun halde tehlikelerle yaşamaya çalıştılar. Elinde silah olanların kurmaya çalıştıkları yeni düzen toplumsal çeşitliliğe son verip, din, inanç, mezhep, ırk, etnisite ve ideoloji gibi farklılıklarla, kontrol ettikleri bölgeleri, saflaştırmaya çalıştılar. Her ne kadar 8 Aralık’tan sonra yapılan kutlamalar ve coşkulu etkinlikler bu farklılıkları görünmez kılmaya çalışıyorsa da önümüzdeki süreçte bu farklıkların belirginleşeceği bir Suriye görüntüsü daha çok gündemimizi gelecektir. Yenen ve yenilenin sürekli yer değiştirdiği, korku, zülüm ve şiddetle “canavarlar zamanında” yaşamaya mecbur bırakılanların; ne yönde değişecekleri aslında devleti ele geçiren yeni muktedirlere bağlı. İktidarı ele geçiren muktedirlerin toplumu mu yoksa sadece bir rejimi diğeriyle değiştirmeye mi niyetleri olduğunu kısa süre sonra göreceğiz.
Göç Dalgasıyla Yola Koyulanlar Neredeler ve Ne Hissediyorlar?
Birleşmiş Milletler kaynakları, 2024 yılı itibariyle en az 7,2 milyon Suriyelinin ülke içinde yerinden edilmiş durumda olduğunu, 6.3 milyonun ise başta komşu ülkeler olmak üzere, diğer ülkelere mülteci olarak sığındığını bildirmektedir. 30 Kasım 2024 tarihli BM verilerine göre, Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak, Mısır ve diğer kuzey Afrika ülkelerinde, kayıtlı 4 milyon 819 bin 389 Suriyeli mülteci yaşıyor.[2][3] Bu ülkeler dışında, BM verilerine göre, Türkiye ve Lübnan’dan sonra sıralamada Suriyeli mültecilere ev sahipliği yapan üçüncü ülke olarak, yaklaşık 716 bin kişiyle, Almanya geliyor. Diğer AB üyesi ülkelerin nerdeyse hepsinde Suriyeli mülteci yaşıyor. Bugün Kanada, Norveç, Yeni Zelanda, Avusturalya gibi, Suriye’nin çok uzağında olan ülkelerde bile diasporalar oluşmuş durumda ve ikinci kuşak göçmen çocuklar bu ülkelerde doğup büyüyorlar.
Bugün, en çok kayıtlı Suriyeli mültecinin bulunduğu komşu ülke Türkiye (2 milyon 936 bin 369 kişi)[4] olmasına rağmen, Lübnan yaklaşık 774 bin kayıtlı ve kayıtsız kişiler de dâhil edildiğinde 1,5 milyon kişi ile nüfusuna oranla en yüksek Suriyeli mülteci yoğunluğuna sahip ülke durumunda, bu ülkedeki her beş kişiden biri Suriyeli.
Türkiye’ye dönersek, Göç İdaresi verilerinde 2021 yılında 3.737.369 kişi ile zirveye çıkan Suriyeli mülteci nüfusu 5 Aralık 2024 itibarıyla, 2.936.369 kişiye inmiş olsa bile dünyadaki en yüksek Suriyeli nüfusu barındıran ülke Türkiye. Türkiye’de Suriyeli mülteci nüfusunun en yoğun yaşadığı iller sıralandığında; İstanbul, Gaziantep, Hatay, Şanlıurfa ve Adana ilk beş sırayı alıyor.[5] Son üç yıl içerisinde, yaklaşık 800 bin kişilik azalmanın sebepleri arasında pek çok etmen olsa da, son yıllarda artan, hukuksuz sınır dışı edilme ve geçici koruma sisteminin dışına atılıp kayıtsız bırakılma vakalı bunların önemli bir kısmını oluşturuyor.
Türkiye’deki statüleri, bu insanları geldikleri günden bugüne “geçici” kılıyor. Bu statü geçicilik üzerine kurulduğu için sürekli sorunlar yaratıyor. Suriyelilerin haklara ve hizmetlere erişimleri, kamuoyundaki yaygın anlayışın aksine, devasa sorunlar barındırıyor. Türkiye emek piyasası için sosyal güvenceden yoksun, yedek ucuz işgücü olmanın dışında bir değer taşımıyorlar. Mevsimlik tarım işçiliği, inşaat, hayvan bakımı, tekstil, plastik, vb. iş kollarında kayıt dışı olarak ancak yer bulabiliyorlar.
Çocukların eğitime erişimi oldukça düşük; çocuk işçiliği, çocuk yaşta evlilikler, akran zorbalığı, derinleşen yoksulluk, gelecek kuşakları içten içe kemiriyor.
Mevcut statü ve politikasızlık sebebiyle, entegrasyon, toplumsal uyum olarak adlandırabilecek bir süreç neredeyse hiç işlemiyor. Tüm bu olumsuzluklara rağmen her iki toplumun oluşturduğu birlikte yaşam alanları, göçmen karşıtı, ırkçı hareketlerce, sık sık manipüle ediliyor. Zaman zaman pogroma varan saldırılar iki toplumun bir arada yaşama isteğini kırıyor. Eski ve yeni gelenlerin birbirlerine karşı önyargıları gün geçtikçe artıyor. Medyada nefret söylemleri yaygınlaşıyor, bu nefret iklimiyle oluşan zemin popülist sağ ve sol siyasette bir hareket alanı yaratıyor ve siyasetçiler bunu sürekli gündemde tutarak, mülteci ve göçmen meselesi üzerinden oy devşirmeye çalışıyorlar.
Tüm bunlar ve mevcut sistemin yarattığı daha nice sorun, toplumların bir arada yaşama alanları oluşturmasına engel oluyor. Herkesin kendi gettosuna çekildiği, birbirine temas etmeyen parelel yaşamlar yaşanıyor.
Ürdün, Lübnan, Irak ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki mülteci yaşamları da, Türkiye’dekinden pek farklılık göstermiyor. Ürdün’de çalışma izni sorunu büyük ölçüde çözülse de, ülkenin emek piyasasında, Suriyeliler yine en alttaki işlere mecbur kılınıyor.
Avrupa ve diğer küresel kuzey ülkelerine erişebilenlerin sığınma prosedürleri, gün geçtikçe zorlaştırılıyor. Bu ülkelerde iktidara gelen popülist iktidarlar, mülteci ve göçmen karşıtlığı üzerinden oy devşirip iktidar oldukları için, çıkardıkları yeni yasalarla, başta 1951 Cenevre Sözleşmesi olmak üzere, imza koydukları göçmen ve mülteci haklarına dair antlaşmaların, sözleşmelerin ve protokollerin etrafında dolanmakta, onları kadük bırakmanın yollarını aramaktalar. Sınır güvenliğine, yaşadıkları ekonomik krizlere rağmen, bütçelerinden büyük meblağda para ayırmakta, sınırlarına fiziksel ve dijital duvarlar örmekteler. Öyle ki AB oluşurken, onca çaba ile görünmez kılınan ülke sınırları, sınır kontrolleriyle, yeniden belirginleşmeye başlamış durumda.
Tüm bunlara rağmen dünya hızla melezleşiyor, küresel güneyden küresel kuzeye kitlesel göçler gün geçtikçe artıyor. Bunun pek çok sebebi var, iklim krizi en önemli sebeplerden biri, ekonomik krizler, küresel güneyde derinleşen yoksulluk, savaşlar, çatışmalar, kuzeyin piyasalarının çekim gücü vb., daha pek çok neden bu göçü tetikliyor. Bununla başa çıkmak şimdilik pek mümkün görünmüyor. Yürürlükteki anlayış, göçü durdurma, teknolojiyi de kullanarak sınır güvenliğini yükseltme üzerine kurulu; ıraklaştırma, geriye itme, sınır dışı etme gibi yöntemler geliştirip uygulamaya konuyor ama göç akını kitleselleştiği için başa çıkılamıyor. Ve bu durum da iç politikayı zehirliyor, göçmen ve mülteci meselesi siyasetçiler için daha da kullanışlı bir araca dönüşüyor.
İşte mevcut durum bu iken, neredeyse herkesin üzerinde mutabık kaldığı Beşar Esat’ın başında olduğu Baas rejimi birden ortadan kalktı. Rejime yol verilme sebepleri arasında Suriyeli mültecilerin bulundukları ülkelerin iktidarlarının ve mültecilerin geriye gönderilme politikalarının ne kadar rolü var, bilmiyoruz. Elbette tarih bunu da açığa çıkaracaktır.
Geriye Dönüş Mümkün mü?
2019 yılında Brüksel’de yapılan “Suriye ve Bölgenin Geleceğini Desteklemek” başlıklı konferansta, Suriyelilerin geri dönüşleri üzerine konuşulmaya başlanmış ve bu konu göç alanındaki toplantılarda başat konulardan biri olmaya başlamıştı.
Gönüllü geri dönüş koşullarının oluşması için BM kurumlarının, uluslarası örgütlerin ve hükümetlerin çalışmaları sıklaşmıştı. Lübnan gibi ülkelerde, zaman zaman zorla kitlesel geri göndermeler, sınır dışı etmeler yapılıyordu. Türkiye’de son iki yıldır, gözle görülür şekilde bir strateji değişikliğine gidilmiş, Geçici Koruma Sistemi sıkılaştırılmış, şehirlerde mobil araçlarla kontroller artırılmış, mültecilerin yaşam alanları daraltılmaya başlanmıştı. Geçici Koruma Sistemi’nde verilen kodlarla, mültecilerin sürekli tedirgin edildiği, yaşadıkları gettolara sıkıştırılıp görünmez kılındıkları bir atmosfer yaratılmıştı. Tüm bunlar gönüllü ya da zorla geri gönderilme ve sınır dışı edilme sayısını önemli ölçüde artırmıştı.
Bugüne kadar gönüllü geri dönüşler için koşullar sağlanmadı.
Göç alanında çalışan uzmanlar, mültecilerin kendiliğinden geri dönüşlerde karmaşık stratejiler izlediklerine işaret ediyor. Barış, güvenlik, koruma, hakların korunması, adalete erişim, yerel aktörlere güven, temel yaşamsal kaygılar, dönüş alanının ekonomik ve sosyal kapasitesi, geçim ve finansal kaynaklara erişim, konut, arsa, mülk ve mülkiyet hakları, altyapı ve hizmetlere erişim ve de eğitim ve sağlık hizmetleri gibi pek çok faktörün bu stratejileri belirlemede önemli olduğunu belirtiyorlar.[6]
8 Aralık’ta iktidarı devralanlar, bu koşulları sağlayabilecekler mi? Bu konuda, İdlib, Afrin deneyimlerini biliyor olsak da, bir yorumda bulunmak için henüz erken ama iktidara geldikleri ülkenin siyasal ve toplumsal çeşitliliğinden korku duymamaları ve düşmanı oldukları rejime benzememeleri sürgünde mülteci olarak yaşayan Suriyelilerin en baştaki temennilerini oluşturuyor.
Peki, Türkiye’ye ve dünyanın her yerine dağılan Suriyeli mültecilerin günlerdir yaptıkları kutlamalar bize ne söylüyor? Geriye dönüş, gerçekten, mümkün mü?
Antep’te, 10 Aralık sabahı, araba kornaları ve ıslık sesleriyle uyandık, pazar günü, günün ilk ışıklarıyla şehirde, yaşayan binlerce Suriyeli mülteci kutlamalar yapmaya başlamıştı.
“Bizi sevinç dolu gözyaşlarına boğan şey gelecek hayallerimizden çok, 61 yıl süren bir diktatörlüğün ve baskı rejiminin son bulması,” diyor genç bir kadın ve devam ediyor: “Bu baskıcı rejim içinde büyüyenler onun acımasızlığını, gaddarlığını, her türlü hak talebini şiddetle bastırışını çok iyi biliyorlar, bu yüzden sokaklardalar.”
“Bu gördüğün yaşlı insanlar, ekonomik olarak kurulan çete düzeninin halkın büyük bir çoğunluğunu derin yoksulluk içinde yaşamaya mecbur bıraktığı, kurduğu muhaberat sistemiyle kimsenin kimseye güvenmediği, bir ülkede doğup büyüdüler, bu yüzden sevinçleri; daha 15 gün öncesine kadar bu rejimin asla yıkılmayacağını düşünüyordum, ben göremeyeceğim ama çocuklarım görebilecek mi acaba diye düşünüyordum” diyordu, yirmili yaşlarında bir diğeri.
Suriyeli bir yazarla kutlamaların olduğu alana girdiğimizde karşılaştık, “Neyi kutluyoruz biliyor musun?” diye sordu bana. Sonra da, “bu rejimin içine doğdum, yarım asır ömrümü Baas rejimi içinde geçirdim, son 10 yıldır da, burada, sürgünde yaşadım. 2011 yılında halk ayaklandığında rejimin yıkılacağı umudu içimizde büyüdü, ‘Halk rejimin yıkılmasını istiyor’ diye sloganlar atılıyordu meydanlarda ama rejim öylesine şiddetle geldi ki üstümüze canımızı zor kurtardık, mayınlı alanlarda ölüm üzerine basarak geçtik sınırları, buralarda mülteci hayatı yaşadık, buradaki hayatımız, zor, çok zor hayatlar yaşıyoruz. Rejimin yıkılacağı, geri dönebileceğimiz umudunu yitirdiğimiz bir dönemdi, son beş altı yıl, şimdi birden yıkılıp gitti, dün akşam yıkılıp, sokaklarda sürüklenen bronz heykelin içinin boş olduğunu görünce, çocukluğumda bu heykellerin önünden geçerken duyduğum korkunun hâlâ içimde, bir yerlerde yaşadığını hissettim ve bu sabah, o korkunun, kayıp olup gittiğini gördüm. Şimdi anladın mı, geleceğe dair bunca belirsizliğe rağmen, neden bu kadar sevinçli olduğumuzu,” dedi.
Tüm bu kutlamaların gelip düğümlendiği yer “geleceğin belirsizliğine” dair kaygılardaydı. Her ne kadar Baas rejimi ortadan kalksa da, yeni muktedirlere karşı ciddi bir güvensizliğin olduğunu ve içlerinde umutla birlikte korkunun da yeşerdiğini, dile getiriyorlar. Hıristiyan etnik bir azınlıktan olan bir kadın, geleceğe dair ne düşünüyorsun? diye sorduğumda, “Gelecekten korkuyorum, bunların yıllar önce Halep’te azınlıklara yaptıklarını unutamıyorum ama bir yanım da umut dolu,” diyordu.
2010’da başlayan Arap halk ayaklanmalarının sembolleri kadınlar oldu, çünkü tüm dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da çok güçlü bir kadın hareketi oluştu. Özellikle dünyanın her yerinde yeni ve güçlü bir göçmen kadın hareketi göçmen hakları alanında çok ciddi çalışmalar yürütüyor. Son günlerde, Suriye kökenli kadınların rejimin ortadan kalkmasıyla yaşadıkları sevinci görebiliyorsunuz. Ama bir yandan da başarılı bir geçişi nasıl yönetecekleri konusunu tartışmaya açmışlar bile. Suriyeli bir feminist aktivist, “Kim ne derse desin, bu gerçekliği biz ürettik, 2011 baharında sokağa çıktığımızda başladı her şey ve şimdi öyle ya da böyle rejim çöktü. Şimdi bu zaferle birlikte başarılı bir geçişin parçası olmalıyız, yoksa biliyoruz ki yıkılan bir rejimin yerine yenisini koymak için sabırsızlananlar, tuzaklar kuranlar var, en başta biz kadınlar buna izin vermeyeceğiz..” dedi.
Bir tekstil işçisi kadın; “Geldiğimde 13 yaşındaydım, küçük bir kız çocuğuydum, buraya geldim, okul yoktu, evi geçindirmek için hepimiz çalışıyorduk. Sonra büyüdüm, evlendim, çocuğum oldu ama ben hep çalıştım, tekstilde, ayakkabıda, hâlâ da çalışıyorum. ‘Şimdi Esat düştü,’ diyorlar. ‘Sen de geriye dönecek misin,’ diyorlar. Ben de onlara ben burada kalacağım, dönmeyeceğim, diyorum. Nasıl döneyim, orda evim yok, barkım yok. Orda iş yok, ekmek yok, su yok. Akrabalar ‘ellerinde silahlı adamların biri gidiyor, diğeri geliyor,’ diyorlar. ‘Canımızdan korkuyoruz, ne derseler yapıyoruz, ne isterseler veriyoruz,’ diyorlar. Şimdi siz söyleyin, nasıl gideyim ben, eşim biz orayı bilmiyoruz ki, burası bizim vatanımız oldu, bizi sınır dışı edecekler diye çok korkuyorum,” diyor.
Son bir haftadır yaptığım tüm görüşmeler; sevinç gözyaşlarıyla başlayıp, belirsizlik, korku ve umutla bitiyordu. Ve herkes “Türkiye bizi sınır dışı etmeye başlayacak mı?” sorusuyla bitiriyordu. Bu sorunun cevabı da önümüzdeki dönem üzerinde çok konuşulacak konuların arasında olacak. Türkiye’de ilgili kurumların ön hazırlıklara başladığı konusunda bilgiler var. Şimdiden bazı Avrupa ülkelerinin Suriyeli sığınmacıların, sığınma işlemlerini durdurma kararı almaya başladığı yönünde haberler düşmeye de başladı. Bu konuda da belirsizliklerle dolu bir gelecek var.
Sanırım hepimizin temennisi; geleceğin Suriyesinde, insan haklarına saygı gösterildiği, azınlıkların korunduğu, farklılıkların zenginlik olarak kabul gördüğü, birlikte yaşamı hedefleyen, demokratik bir toplumun kurulabilmesi. Gidenlerin de kalanların da insan onuruna yaraşır bir yaşam sürebilmesi…
Son on üç yıl boyunca yaşanan katliamlar, ölümler, darmadağın olan yaşamlar, kitlesel göçle dünyanın dört bir yanına dağılanların, sığındıkları yerlerde yaşadıkları korku ve tedirginlikle dolu mülteci hayatı son bulur mu? 8 Aralık sabahı, bilinmezlikdolu günlerin kapısı açıldı…
[1] Baczko, A., Dorronsoro, G., Quesnay, A. (2018). Suriye: Bir İç Savaşın Anatomisi. (Çev). Ayşe Meral. İletişim Yayınları.
[2] https://data.unhcr.org/en/situations/syria
[3] Göç İdaresi Geçici Koruma Verileri http://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638
[4] Göç İdaresi Geçici Koruma Verileri http://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638
[5] Göç İdaresi Geçici Koruma Verileri https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638
[6] Tarlan, Kemal Vural, “Geriye dönüş mümkün mü?”, Birikim, https://www.birikimdergisi.com/kisi/6595/kemal-vural-tarlan#.Xgn5ES3BLGJ
https://www.academia.edu/39912150/Geriye_Dönüş_Mümkün_mü