İletişim kuramcısı Marshall McLuhan, 1967’de Araç Mesajdır kitabını baskıya gönderdiğinde ilginç bir hata fark eder: Kitabın adı The Medium is the Message (Araç Mesajdır) olması gerekirken, dizgi sırasında The Medium is the Massage (Araç Masajdır) olarak hazırlanmıştır. McLuhan, bu dizgi hatasını yaratıcı bir “son dokunuş” olarak değerlendirir ve kitap bu haliyle basılır. Ona göre bu hata, kitabın çok katmanlı anlamını zenginleştirir: massage (masaj) ve mass age (kitle çağı). Bu kelime oyunu, 1960’ların tüm dünyayı şekillendiren “kitle” olgusunu büyük ölçüde özetler.
Aradan geçen 60 yılda, kitlenin toplumsal ve kültürel sahnedeki merkezi pozisyonunu büyük ölçüde koruduğuna tanık olduk. Ancak bu merkezilik, klişeleşmiş “kitlenin gücü” anlatısından öte, onun sürekli yeniden biçimlenen akışkan doğasından beslenir. McLuhan’ın kelime oyunuyla ortaya çıkan “masaj ve kitle” ilişkisinin ne denli anlamlı bir denk düşme durumu olduğunu ise yeni yeni kavrıyoruz. Özellikle iletişim araçların gayet belirleyici olduğunun bir süredir farkındayız. Ancak kitlenin modern zamanlarda zaten manipülasyona ve yönlendirilip şekillendirilmeye yatkın olacak biçimde yapılandırıldığını ise yeterince düşünmemiştik.
Güncel siyaset, kitleyi sürekli doğru kararları veren bir özne olarak tanımlasa da, kitlenin ne ölçüde “fail” olabileceğini ancak belirgin kriz durumlarında görebiliyoruz. 7 Ekim’de Gazze’de yaşananlar işte bu açıdan kitle iktidar ilişkisini açık eden bir krizdi. Bu, tam da McLuhan'ın “masaj” metaforunun kristalleştiği anlardan biridir: Egemenlerin sürekli meşruiyet devşirdiği “kitle”nin, dönüp dönüp “milletimiz” edebiyatını yapanlarca ne kadar umursandığını gösterdi. Aslında kitlenin sadece kendine referans veren devlet aklının otokratik gücünü perdeleyen retorik olduğunu ortaya koydu.
Kitlenin edilgenliği Gazze soykırımıyla yeniden belirginleşti. Aslında Filistin bu coğrafyada ortak hafızada güçlü bir karşılığı olmasına karşın kalabalıklar –ya da kitle- iktidar ve sermayenin el ele vererek egemen düzene uygun, çıkarlarına odaklı kanlı savaş rantını görmezden gelerek devletin anlatısı neyse ona göre davranmayı tercih etti. Kitleyi savrulan bir kütle olmaktan çıkaracak sivil toplum ise devletin dışında hiç olmazsa bir denge unsuru olarak kaldığı sürece anlam kazanıyor olmasına rağmen varlık gösteremedi. Sistemin ve onun kollamasıyla iş tutan sermayenin Gazze’nin katilleriyle ilişkileri sonuna dek sürdürmesi defalarca ortaya çıkarılmışken bile bu tablo değişmedi. İktidarın herkesin gözü önünde sürekli söylem değiştirmesi; önce inkar ettiği ticareti sonra kabul etmesi, “satmıyoruz” dediği petrolün sevkiyatına ilişkin önlemleri aylar sonra aldığını ilan etmesi gibi tutarsızlıkları görülmedi. Gazze’de en yıkıcı saldırıların yaşandığı anlarda bile Ceyhan’dan kalkan petrol tankerlerinin İsrail’e önce alenen gittiğinin sonrasında da sinyal sistemlerini kapatarak bir tür karartma ile faaliyetlerini sürdürdüğünün ifşa olması duyulmadı. 2012’de ABD tarafından Ortadoğu’yu dinlesin diye kurulan Kürecik ve diğer yabancı üslere ilişkin ise dişe dokunur hiçbir eleştiri gündemde yer bulamadı. Trajikomik biçimde soykırımcılarla ortaklığı açık olan sermaye gruplarının CEO’larının Filistin odaklı programlara konuşmacı olarak çağrıldığına bile tanık olduk… Bu çelişkiler listesini uzatmak mümkün, ancak zaten bildiklerimiz yeterince açıkken bu gerçekler, uyuyanları uyandırmalıydı, uyandırmadı. Buna rağmen iktidarın ne kendine, ne de sermayeye hiçbir sorumluluk yüklemeyen Filistin hamasetinin hem kitlede hem de sivil toplumun ana gövdesinde karşılık bulduğunu gördük. 7 Ekim’den bu yana Siyonistlerle ilişkilerini kesintisiz ve kapsamlı biçimdes ürdüren, gönülsüzce attığı ilişkiyi kesme adımlarını ise ne kadar uyguladığı tartışmalı bu iktidarın önce “Büyük Filistin Mitingi” ardından yüzlerce STÖ ile birlikte Galata Yürüyüşleri tertip etmesi, bu gerçeği inkar edilemeyecek bir görünürlüğe ulaştırdı. Son olarak on binler 1 Ocak'ta Galata'da Gazze için somut taleplere kulak tıkayanlar ile birlikte bayrak salladılar
Bu çelişkiyi birçoğumuz başlarda sadece sivilliğin dışarıdan bir baskıyla çevrelenmesi üzerinden okuduk. Gerçek bu kadar ortadayken kitlenin etkisizliğini ve sivil toplumun kararsızlığını devletin iktidar aygıtlarını kullanmaktaki mahareti olarak yorumladık. Bu okumanın haklı gerekçeleri olmakla birlikte en azından eksikti: Modern zamanlarda kitle ve onun içinden çıkan “sivil toplum” zaten böyle olsun diye yapılandırılmıştı. Tıpkı Fransız devrimiyle beliren “genel irade”, bireylere bütün tarihsel mensubiyetlerinden azade bir özgürlük kazandırıyor gibi görünmesine rağmen özgürlüğü devletin çatısı altında eritmiş olması gibi bir kaynaşma durumunu gözlemliyoruz. Fransız modeli üzerinden yapılanan Cumhuriyet Türkiye’si de bireyin tarihsel bağlarını büyük oranda çözmüşse de, bu kez onu devlet karşısında savunmasız kıldı. Dolayısıyla bizim modernleşme öykümüz, -sadece son 20 yılda değil- başından beri devletin gücünü sınırlayan tüm ara kurumların tasfiye edilmek istenmesinin öyküsüdür.
Bu açıdan modern zamanların sivilliği devletin dayatmaları dışında bir alanı tahayyülden bile hayli uzaklaşmış görünüyor. Kişinin, devletin çıplak gücü (egemenlik) karşısında korumasız kalması, sivilliğini de dönüştürdü. Sivillik bilinçli bir varolma durumundan toplumsal atomlara indirgenmiş bir kitlenin parçası olmaya düşürüldü. Yine de devlet iktidarını korumak için çeşitliliğe ve bireysel inisiyatife izin veriyor gibi görünmekten vazgeçmedi. Fakat karar alınması gereken her durumda sivilliğin iradesini de kolayca askıya almaktan kaçınmadı. Egemen düzen artık yalnızca savaş, kriz ya da "terörle mücadele" gibi durumların istisna hâli olduğunu söylemiyor. Gazze konusunda olduğu gibi önemli – önemsiz bütün karar anlarında resmi görüşünü dayatıyor.
Bu vasatta görünüşte sivil toplum, özerk alanını korusa da devletin kendi egemenliğini yeniden üretebilmesi için tasarlanmış bir akışın içinde artık. Kitle ise, iktidarın “masajı” ile gevşemiş, sürekli manipüle edilen bir kütle görünümünde. Böylece kitlenin failleşemediği, sivil toplumun ise aparatlıktan kendini kurtaramadığı (ya da kurtarmak istemediği) bir vasatta devleti dengeleyecek bir alan da kalmamış oldu.
Galata’daki Dev Süpürge
Her şeye rağmen iktidar tarafından “sivil toplumun” tamamen öldürüldüğü düşünülmemeli. Egemen düzen hala rızaya ihtiyaç duyuyor. Geçmiş yüzyıldan bugüne –istisnalar olsa da– iktidarını sadece çıplak güç ile koruyamayacağını öğrendi. Bu nedenle özgürlük ve çeşitliliğin deneyimlendiği kontrollü alanlara üretiyor. İktidar denetiminin görece daha az hissedildiği alanlardan biriyse bugüne dek “sivil toplum”un kendisiydi. Hiç değilse “Milli” Eğitim Bakanlığı gibi ya da Diyanet Başkanlığı gibi doğrudan denetim niyetini açık etmiyordu.
Yanıldığımızı görmemiz uzun sürmedi. 7 Ekim’in yankılarını görene dek sivil toplumun bu kadar aşındırıldığını, failliğinden bu denli vazgeçtiğini düşünemiyorduk. Fakat anladık ki sivil toplum, devlete ve iktidar mekanizmalarına karşı bir denge unsuru olmaktan fazlasıyla uzaklaşmış, büyük ölçüde bireysel çabaların ve “yorgunluğun” toplandığı bir alan hâline getirilmiş.
“Yorgunluğa” burada parantez açmak gerekebilir: 7 Ekim’den bu yana sokakta zaman zaman görünen aparatlaşmış sivil toplumun görünümü tam olarak böyle: Yorgun, talepleri olmayan ve belirleyici bir muhalefet üretme motivasyonundan hayli uzakta. Üstelik bunun nedeni yalnızca üzerinde sallanan iktidar kılıcı değil. Böyle kurgulandıkları ve buna göre yapılandıkları için inisiyatif alacak enerjiden yoksunlar. Bu nedenle Galata yürüyüşünde bir araya gelen yüzlerce fazla STÖ, mahallelerine geri çekildiklerinde de Gazze’deki soykırıma karşı ne belirgin bir varlık gösterebiliyorlar ne de egemenleri zorlayacak bir söylem kurabiliyorlar. Aparatlaşmış bu yapılar siyasal taleplerden iktidar lehine geriye çekilince de piyasa düzenine uygun “kendine yatırım yapan bireyler” yetiştirmeyi ya da insani yardım kampanyaları gibi “zararsız” alanlarda var olmayı tercih ettiler.
Bu yıl, ikincisi düzenlenen Galata yürüyüşleri bu mecalsizliği de gösteriyor. Kalabalığın, coşkunun ve hamasetin zirve yaptığı bu yürüyüşlerde, “beklenen Türk” anlatısının parlatılması, Filistinli çocuklar için balon bırakmak gibi naifliklerle yetinilmesi ama hesap sorması gerekenlere protokolde yer verilmesi de bundan kaynaklı. Siyaset üretemeyince iktidarın söylemine eklemlenme... Üstelik bunu en kifayetsiz biçimde de sürdürmekte bir sorun görülmüyor. Örneğin 1 Ocak’taki yürüyüşte “İsrail’e Silah Satan Katil ZIM Katil MAERSK Türkiye’den Defol” pankartına bile tahammül gösterilmedi. Pankartı hazırlayanlar yürüyüşe sokulmadığı gibi gözaltına da alındılar. Eylemi düzenleyen yüzlerce STK korunaklı ve konforlu bir alanda ABD ve İsrail için lanetler okurken dişe dokunur somut adımlara dair konuşmamayı ya da yerli işbirlikçiler aleyhine “hiçbir şey söylememeyi” tercih ettiler. Dünyanın uzak bir köşesinde belki bu tutum sivilliğin neye dönüştüğü konusunda net bir görüntü vermeyebilirdi. Ancak Filistin’le komşu coğrafyada, ümmet olmanın ortak hafızası içinde Türkiye’nin NATO ve ABD ortaklığında ısrar ederek işgalcileri doğrudan zora sokacak kesintisiz ve tam bir ambargodan bile isteye kaçınması takkeyi düşürmüş oldu.
İşgalcilerin safında olmaktan çekinmeyen sermayeye dair eleştirilere bile tahammül edilemeyen yürüyüşte somut taleplerin sorumluları protesto edilmeyeceklerinden gayet emin olarak boy gösterdiler. Hesap sorulması gerekenlere mikrofon uzatıldı, büyük ve mistik bir hamaset altında bütün çelişkiler kalabalığın ahengine katıldı.
Hamasetin dev süpürgesine dönüşen Galata yürüyüşü bütün bu çelişkilerin içselleştirildiği bir düzen ortaya çıkardı. Ayasofya’dan Şam’a ve Kudüs’e uzanan hikâyede artık Gazze bir mesele olmaktan bile çıktı. İstanbul’dan Kudüs’e bir fetih destanı yazılacaksa bugün Gazze’nin kurban edilmesine bile ses çıkarmak o büyük anlatıya ihanet gibi görüldü. Alana farklı pankart sokulmamasının, önceki yürüyüş ve mitinglerde “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganlarının attırılmamasının nedeni de bu.
Failliği Reddetmek
Devlet aklının kendi politik doğrularıyla kurduğu bu senaryoya canhıraş karşı çıkmasını umduğumuz sivil toplum ise temerküz etmiş siyasi iktidarın çoktan güdümünde. Sivil toplum; Filistin meselesi gibi ülke sınırlarını aşan bir motivasyonla devletlerin beka ve çıkar söylemlerinin yarattığı kararsızlığa karşı bir direnç geliştirebilirdi. İster meseleyi emperyalist ve Siyonist kuşatmayı dağıtmak, isterse de “ümmet”in sorumluluğu bağlamında ele almak böyle bir mevziiyi doğal olarak kuruyordu. Ekonomik ya da siyasi sebeplerle işgalciyle ilişkileri kesmekte isteksiz olan iktidarla bu nedenle bir hesaplaşmaya girilebilecekken tümden geriye çekilen ve boyun eğen bir sivil toplum görüntüsünü izledik.
Etki çeperindeki toplumu tek bir noktadan atış yapan propaganda kaynaklarıyla baş başa bırakan bu STÖ bilinci fail olmayı özellikle reddetti. 1 Ocak’ta Galata’da gördüklerimiz, aylardır sokaklarda Gazze için somut talepleri yalnızca düzenle akredite olmamış küçük grupların haykırıyor olması ve iktidarın siyasal söylemine tutunarak aparatlaşmış sivil toplumun ölü sessizliğinin kusursuz örtüşmesi de bu açıdan şaşılacak bir tecrübe olmaktan artık çıkmalı. Çünkü sivil toplum, modern zamanlarda “kuramsal” olarak devleti tahkime odaklı bir hikayenin etrafında şekillenerek bugünlere geldi.
John Locke’un 17. yüzyılda ortaya koyduğu “devlet – vatandaş” ilişkisinde varlığını borçlu olan taraf “devlet”ti. Asırlar geçtikçe ve devlet daha güçlü kamusal bir görünüme kavuşunca tamamen merkeze kendisini koydu. Osmanlı’dan bu yana devletin bir “fikir” olarak zaten güçlü olduğu bu coğrafyada ise sivil toplumun devletin dışında varolabilme düşüncesi ise zaten genel kabulden hayli uzakta.
Bu durumu en çabuk içselleştirenler ise devletin evrimini de anlayamayan muhafazakârlık oldu. Egemenlerin zaman zaman aşırılaşan çıplak şiddetine maruz kaldıklarında bile kökten bir meşruiyet tartışmasına girmek yerine sistemin içinde yer edinerek alan kazanmaya odaklı bu akıl, zaten aparatlaşmaya hazırdı. İslam’la ilişkisi siyasallıktan arındırılmış bir yorumla ve sıkı bir beka söylemiyle kayıtlanan sivil toplum, işte bu açıdan failliğe namzet te değildi. Sadece “Müslümanlık” üzerinden beslenen sivil toplum bilincinden de söz edemeyiz üstelik. Millet-Devlet-Otorite ekseni içinde varolan bütün muhafazakarlık boyutları da aynı refleksleri gösteriyor. Gelecekte “devlet”i devralmayı düşünen siyasi rakiplerin muhalefeti de bu yapısal bütünlüğü bozacak değil. Türkiye’nin her yanında örgütlü STÖ’lerin soykırım gibi geri döndürülemez bir afet durumuna karşı ölü sessizliğinin arkasındaki bir başka motivasyon da bu: Kendiliğinden harekete geçmek yerine gözünü egemenlere diken ve komut bekleyen “fail olmayı reddetme durumu”.
Şu kaydı da düşelim: 7 Ekim’den sonra sivil toplumun bazen sesini daha çok çıkardığı anlar yok değil. Soykırıma karşı Türkiye’nin kurumsal olarak adım atmaktaki isteksizliğine ilişkin itiraz ve eleştirileri “sistem içinde kalmaya özen göstererek” daha cesurca yapanları yadsıyamayız. Fakat sivil toplumun devletin dışında örgütlenmesi gerektiği gerçeğini atlayarak ve iktidar aygıtlarının kendisine bir itiraz getirmedikçe bu çabaların da derinleşemediğini görüyoruz. Daha fenası devletle “ters düşmeme” hassasiyeti Türkiye’nin İsrail’le bitmeyen ilişkisini bu düzenin kurucu iradesinin doğal bir sonucu olarak değil iktidarın yanlış politik tutumuna hatta yöneticilerin “yanlış bilgilendirilmesi”ne bağlayarak okuyan bir anlayışın da buradan beslendiğini görüyoruz.
Ölümü Hızlandırmak
Kendi oklarım beni yaraladı diyen Ovidius’un bu dizesi, aslında 7 Ekim’den sonra daha belirginleşen Türkiye’deki sivilliğin de kaderini ifade ediyor. Kitlenin sağ kalma güdüsünü sonuna kadar sömüren iktidar, kendi egemenlik hikâyesini örüyor. Bu hikâyeye rengini kimi zaman katı bir batılılaşma verirken kimi zamanda Müslümanlığın ortak hafızasından taşan romantik çağrışımları temel motifler oluyor. Fakat hikâyenin başrolü ve sonucu değişmiyor: Devletin âli menfaatleri.
Devlet aklına bu meftunluk, sivil toplumun özgürlük alanlarını kendi eliyle daraltmasına ve sözde savunduğu ilkeleri baltalamakla kalmıyor, onu varoluşsal bir krize de sürüklüyor. İktidarını neye mâl olursa olsun sürdürmek için politik yalpalamalardan kaçınmayan egemenlerin terekesindeki sivil toplum, bir iddiadan ötekine savrulurken bu kez kitledeki etki gücünü de bütün bütün kaybediyor. Yüzlerce STÖ’nün bir araya gelerek etkili hiçbir söylem üretemeyişi, sokağa güç bela çıkmış kitleyi sivil dayanışmanın sonuçsuz bir gaz alma girişimi olduğu duygusuna sürüklüyor. Sivil toplum kendi öyküsünü devletin söyleminden ayıramadıkça, bu çaresizlik duygusu kronikleşiyor. Günün sonunda devletin gücünü daha da artırdığı, sivil toplumun beceriksizleştiği, “bir şey yapılacaksa devlet yapar” mantalitesinin ağırlığını her yana yaydığı bir vasat gelişiyor.
7 Ekim’le birlikte bu kötürümleşme durumunun sivil toplumu artık ölüm döşeğine getirdiğini gördük. Sözünü ettiğimiz artık bir güçsüzleşme durumunun çok ötesinde; kendi ufkunu devlet aklından ayıramama haline dönüşmüş durumda. Bu açıdan sivil toplumun şimdiki yapılanışı “sivil bir alan” bırakmamak için kurgulandığı fikrini güçlendiriyor. Aparatlaşan sivil toplum bu nedenle, gerçeklerle egemen düzenin çıkarları çeliştiğinde her şeyi meşrulaştıran ve bütün ahlaki umdeleri askıya alan “devletin bekası” üzerinden tavır almaya daha yatkın oluyor. Konforlu ve korunaklı bir alanda kendisine verilen vazifeyle eylemselliği yeterli gören bu anlayışın failliği kazanma ihtimali de yok.
Belki de bu açıdan sivil toplumun şimdiki görünümünün son nefesini vermesini beklemek en iyisi olacak. Aparatlaşan kurumsallıkların ve kitlenin masaj aparatlarına dönüşmüş hamasetin gerçekte ne Gazze’ye ne de hiçbir sömürü ve soykırım durumuna esastan bir itiraz getiremeyeceğini, bir katkısının da olmayacağını artık görmek durumundayız.
Kaynakça
Arslan, Abdurrahman (2022). Millilik-Yerlilik: Tarihi Toplumun Afyonu Yapmak. (Makale) Birikim Dergisi Sayı 404
Arendt, Hannah (2018). Totalitarizmin Kaynakları. Çev. Bahadır Sina Şener. İstanbul: İletişim Yayınları.
Agamben, Giorgio (2020). Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. Çev. İsmail Türkmen. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bamyeh, Muhammed A. (2022). Bir Düzen Olarak Anarşi. Çev. Harun Tuncer. İstanbul: Albaraka Yayınları.
Baudrillard, Jean (2018). Simülakrlar ve Simülasyon. Çev. Oğuz Adanır. İstanbul: Doğu Batı Yayınları.
Canetti, Elias (2010). Kitle ve İktidar. Çev. Gülşat Aygen. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Castells, Manuel (2013). İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler. Çev. Ebru Kılıç. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
Ehrenberg, John (2022). Sivil Toplum: Bir Fikrin Eleştirel Tarihi. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
Horkheimer, Max (2018). Akıl Tutulması. Çev. Orhan Koçak. İstanbul: Metis Yayınları.
Mardin, Şerif (2017). Türkiye'de Toplum ve Siyaset. İstanbul: İletişim Yayınları.
McLuhan, Marshall (1999). Araç Mesajdır: Medya Üzerine Seçme Yazılar. Çev. Erol Mutlu. İstanbul: Metis Yayınları.
Said, Edward (2018). Şarkiyatçılık. Çev. Berna Ülner. İstanbul: Metis Yayınları.
Şeriati, Ali (1998). Dine Karşı Din. Çev. Süleyman Arslan. İstanbul: İnsan Yayınları.