Mickey 17: Bir Gezegenler-Arası Yeni Sömürgecilik Alegorisi

Son filmi Parazit’le Cannes’dan Oscar’a yarıştığı ödül sezonunu alt üst eden Bong Joon-ho, altı yıllık bir aradan sonra yine kapitalist gerçekçiliğin kara ufuklarında dolaştığı yeni filmi Mickey 17 ile izleyiciyle buluştu. Güney Koreli yönetmenin önceki filmlerine aşina olanlar için toplumsal meseleleri ele alışındaki tematik süreklilik devam ediyor. Yeni filminde, kapitalizmin dünyamızda yarattığı yıkımı sinemasına taşırken daha önce başvurduğu alegori, komedi, distopya ve hiciv gibi anlatı biçimlerini koruyor; bunlara bilim kurguyu da ekleyerek kendi filmografisinin bir sentezini sunuyor. Bong Joon-ho mümkün olan her yolla, kanıksadığımız ekonomik ve toplumsal yapıların sebep olduğu çürümeyi ve varabileceği dönüşü mümkün olmayan noktaları kendine has üslubuyla işaret etmeye, filmleri aracılığıyla tabiri caizse bir ‘dur levhası’ oluşturmaya devam ediyor.

Mickey 17, 2022 yılında yayımlanan Edward Ashton’ın bilim kurgu romanı Mickey 7’nin serbest bir uyarlaması. Kitabın olay örgüsüne ana hatlarıyla sadık kalsa da Bong Joon ho’nun filminde karakter tasarımları dahil birçok detayı değiştirdiği belirtiliyor. Film, başarısız bir iş kurma girişimi nedeniyle tefecilerin eline düşen iki ortağın, borçlarından kurtulup hayatta kalabilmek için bir şirketin uzay kolonisi projesine katılmalarını konu alıyor. Timo (Steven Yeun) uzay üssünde pilot olarak görev almak isterken, Mickey (Robert Pattinson) insan klonlama deneylerinde kullanılmak üzere tanımı gereği oldukça etik dışı ve 'harcanabilir' adı verilen bir göreve yazılır. Duncan Jones’ın 2009 yapımı bilim kurgu filmi Moon’da iş gücü maliyetlerini en aza indirme amacıyla klonlama yapan şirketin faaliyetlerine benzer bir şekilde, burada da ‘harcanabilir’ klonlar hammadde sömürüsünün ölümcül sonuçlarına kurban edilmek amacıyla tekrar tekrar üretilip tüketilen bir kaynak haline getirilir. Mickey, dünyadaki yaşamı ve benliğinden vazgeçer ve belleği bir cismin içine depolanmış, koloninin amaçları doğrultusunda her yeni görev için yeniden ölmek zorunda olan bir üç boyutlu yazıcı çıktısına dönüşür. Yani varoluş koşulları ancak sürekli yokoluşla belirlenen bir aşağılanma hali; kendisine yalnızca kaçıncı kopyası olduğu üzerinden biçilen ismiyle biriciklikten arındırılmış bir kimliksizlik. ‘Harcanabilir’ kategorisi ilk bakışta Agamben’in çıplak hayat[1] kavramını çağrıştırıyor şüphesiz. Eski Roma’da hukuk sistemine yalnızca ‘öldürülebilir’ olmak kontenjanından dahil edilen bu figürle Mickey’nin uzaydaki harcanabilir konumu ölüm imgesinde birleşiyor.

Filmde, Niflheim gezegenini kolonize etmek üzere yola çıkan uzay gemisinin sömürüye dayalı gayri insani düzeneğini mümkün kılan şey dünyadaki problemler karşısında mecburi bir kaçış imkânı sağlaması. Gemi mürettebatındaki diğer karakterlerin hikayelerine ve orada bulunma sebeplerine dair bir fikrimiz olmasa da Mickey ve Timo’nun —gerçek anlamıyla— dünyanın sonuna kadar peşini bırakmayan borçları yüzünden bu yolculuğu seçtiklerini biliyoruz. Mickey’nin gönüllü ölüm mesaisine mecbur kalmasının ardında bu çaresizlik yatıyor. Bir başka Güney Kore yapımı olan Netflix dizisi Squid Game, üzerine iyi düşünülmüş bir derinliğe sahip olmasa da borç batağına saplanmış ve her türden sömürüye açık hale gelmiş insanların son bir şans umuduyla nasıl köleleştirilebildiğine dair basit bir metafora yaslanıyor. Kapitalizmin artık-nüfus yaratma eğilimi, borçlandırma ve yoksullaştırma yoluyla köleliğin yeni biçimlerde sürdürülmesine hizmet ediyor. Pan-Afrikanist devrimci lider Kwame Nkrumah, yerleşimci ve fiili kaynak hırsızlığı yerine neo-kolonyalizm adını verdiği yeni sömürü düzeninin özgürleşmiş Afrika halklarının gırtlağına çöken krediler ve borçlandırma yoluyla işlediğini tespit etmişti.[2] Anarşist antropolog David Graeber da borç olgusunun beş bin yıllık tarihini inceleyerek beraberinde gelen ahlaki anlatıyla birlikte borcun nasıl bir tahakküm aracına dönüştüğünü analiz eder[3]. Bu bağlamda, Mickey 17 yalnızca borç ve sömürü ilişkisini bireysel trajediler üzerinden ele almakla kalmıyor, aynı zamanda kapitalizmin yeni-sömürgeci mekanizmalarının uzaya kadar uzanan sınır tanımaz doğasına da dikkat çekiyor.

Koloninin başındaki Marshall isimli politikacının, karaktere hayat veren Mark Ruffalo’nun ince bir dokunuşuyla bir Trump taklidini andırıyor olması da yönetmen Bong Joon-ho’nun filmini politik alegori olarak tasarladığının bir diğer göstergesi. Marshall ve komutasındakilerin Niflheim gezegenindeki operasyonu bundan önceki sayısız film veya bilim kurgu romanında gördüğümüzden farklı değil. Hatta bir ölçüde klişe olduğunu bile söyleyebiliriz. Film, insanlığın çıkarları adına yabancı ve bilinmez toprakları işgal edip, onları bir deney alanı gibi kullanırken aynı zamanda bölgenin doğal kaynaklarını zor yoluyla ele geçirmeye çalışan sömürgecilerin, sonunda yerliler tarafından yenilgiye uğratılmasını anlatıyor. Filmde bu yerliler, bir aşağılama yoluyla ‘korkunçlar’ [creepers] adı verilen uzay sakini yaratıklardan oluşuyor.

Ancak Mickey 17’yi daha ilginç kılan şey, daha önce 17 kez yeniden üretilen Mickey’nin ölümünün beklendiği bir anda korkunçlar tarafından kurtarılarak hayatta kalmasıyla başlayan etik bir ikilem. Misyonda öldüğü varsayılan Mickey 17, yerine basılan 18. kopyasıyla yüzleştiğinde büyük bir şok yaşar, çünkü hem iki kopyanın aynı anda hayatta olması bir suçtur hem de bu fark edildiği takdirde eski versiyonun bir daha üretilmemek üzere imhası anlamına gelir. Yani, kendisini sürekli ölümle tanımlayan ve buradan var eden bir yaşamın da sonu. Mickey 17, önceki tecrübelerinde ölüm hissinin nasıl bir şey olduğu sorulduğunda ölüme karşı kayıtsız olduğunu, çünkü ne de olsa aynı anılarla biraz sonra yeniden doğacağını bildiğini söyler. Ancak şimdi durum farklıdır ve yeniden üretim döngüsü sekteye uğrayan Mickey 17 ölüm ihtimali karşısında epey kaygılıdır. Adorno ve Bloch, ütopya üzerine yaptıkları bir sohbette ölümün bütün ütopyaların sonu olduğu fikrinde uzlaşırlar, zira ölüm umudun da sona erdiği yerdir[4]. Mickey de bu sebeple, daha önce 16 kez öldüğü halde nihai sonluluk duygusunun korkusuna ancak bir üst versiyonuyla eş zamanlı var olduğunda kapılır.

Aslında Mickey 17’nin kaygıyla tanışmasının bir diğer sebebi de biriciklik hissiyatını yitirmesi. Ne kadar harcanabilir olarak değersizleştirilse de Mickey’nin her yeni kopyasında aynı anılar setinin zihnine yüklenmiş olması, ona bir şekilde geçmişi, travmaları ve deneyimleriyle birlikte muadili olmayan bir tekillik yüklüyordu. Ancak Mickey 18 ile paylaşmak zorunda kaldığı yemekleri, odası, hatta sevgilisi, Mickey 17’nin yalnızca fiziksel varoluşunu değil aynı zamanda kimliğini ve bireyselliğini tehdit eden bir krize dönüşür. Ta ki bu rekabet, koloninin lideri Marshall’ın Trumpvari aşağılamalarına karşı aralarında kendiliğinden gelişen bir dayanışmaya evrilene dek. Sert mizacı ve eyleme geçen radikalizmiyle Mickey 18, bir önceki naif ve yumuşak başlı kopyasının isteyip de olamadığı alter-ego’su gibi; kahramanca bir fedakarlıkla, ilk kez sömürgeciler için değil onlara karşı yürüttüğü direniş misyonunu başarıyla tamamlar. Böylece sistemin dayattığı döngüye meydan okurken, kendi varlığını da bilinçli bir şekilde sona erdirir.

Son dönemde sinema ve dizilerde bilinç ve benlik bölünmelerini konu alan distopik ve bilim kurgu yapımlarının artışı, kapitalizmin ileri teknolojik aşamasının bir müdahale alanı olarak doğrudan bireyin varoluşunu hedef alabilme kapasitesine dikkat çekiyor. Bu bağlamda, çalışanlarının iş ve özel hayatlarına dair belleklerini—ve dolayısıyla bu belleklere ait bedenleri—birbirinden ayıran bir şirketi konu edinen Severance dizisi, yabancılaşma kavramını en çarpıcı biçimde ele alan yapımlardan biri olarak öne çıkıyor. Benzer şekilde, aynı zihinden yeni bir beden kopyalayarak bireye kendisinin 'daha iyi bir versiyonu’nu vaat eden bir teknolojiyi merkeze alan The Substance filmini, kimlik, beden ve benlik algısının sermaye tarafından nasıl yeniden şekillendirildiğini gözler önüne seren güncel örnekler arasında sayabiliriz. Mickey 17 de bu literatürün içine yerleşiyor.

Mickey’nin iki kopyasını da aralarındaki karakter ve duygulanım nüanslarını ustalıkla yansıtarak canlandıran Robert Pattinson’a ayrı bir parantez açmak gerekir. Zıt karakterlerdeki iki klonu oynarken adeta kendisini de kopyalayan Pattinson, performansıyla filmin duygusal ve anlatısal derinliğini güçlendiriyor. Böyle güçlü bir oyunculuk dokunuşu olmadan filmin etkisinin eksik kalacağı şüphesiz. Ayrıca, ilginç bir tesadüfle, bu, Pattinson’ın kariyerinde şirketlerin uzay kaynaklarını sömürme girişimi uğrunda uzayda ölüme mahkûm edilen bir karakteri canlandırdığı ilk film değil. Claire Denis’nin 2018 yapımı High Life filminde de müebbet hapis cezasına çarptırılmış mahkumların kara delik etrafında enerji üretme projesine sürgün edildiği bir distopyada başrolü üstlenmişti.

Sonuç olarak, Mickey 17, borçlandırma, verimlilik fetişizmi ve kaynakların tükenmek bilmeyen sömürüsü üzerinden yeni sömürgeciliğin dünyanın ötesine taşındığı bir gelecek tasarımı sunarken kapitalizmin sınır tanımaz genişlemesiyle insanın varlık koşullarını dahi yeniden tanımlayan bir distopyanın parçası olarak karşımıza çıkıyor. Tüm zaaflarına rağmen, tıpkı diğer Bong Joon-ho filmleri gibi düşünmeye ve tartışmaya alan açma potansiyeli bakımından değerli bir film.


[1] Giorgio Agamben. Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. Ayrıntı Yayınları, 2020.

[2] Kwame Nkrumah. Yeni Sömürgecilik: Emperyalizmin Son Aşaması. 1966

[3] David Graeber. Borç: İlk 5.000 Yıl. Everest Yayınları. 2024

[4] Theodor Adorno and Ernst Bloch. “Something's Missing: A Discussion between Ernst Bloch and Theodor Adorno on the Contradictions of Utopian Longing” in The Utopian Function of Art and Literature. 1996