Parazit: Zengin Bir Yoksulluk Anlatısı


Parazit, üzerinde yaşadığı canlıya zarar verirken kendisi bundan mutlak yarar sağlayan bir canlı türüdür. Marx burjuvaziyi yoksulların kanını emen bir parazit olarak tanımlar. Zengin ve yoksul karşıtlığı üzerine kurulan Parazit filmine baktığımızda gördüğümüz parazitik bir ilişkiden ziyade simbiyotik bir ilişkidir aslında. Çünkü zenginlerle yoksullar her şeyden önce birbirlerine bağımlıdırlar. Her ikisi de varlığını ve refahını bir şekilde diğerine borçludur. Zengin olan Park ailesi de, yoksul olan Kim ailesi de bu ilişkilenme halinden –en azından başlangıçta– yarar sağlamaktadır. Filmin sonu, bize zararın da karşılıklı olduğunu gösterecektir. Buna illa parazit diyeceksek, farklı açılardan her iki sınıfın da birbiri için parazit olduğunu söyleyebiliriz.

Bong Joon-ho, yoksulları kahramanlara dönüştürmekten, onları idealize etmekten kaçınır. Onlara olağanüstü nitelikler atfetmez, ahlâki değerlerle donatmaz ya da iç dünyalarını yüceltmez. Ama yoksulların temsilinde kullanılan bir diğer yönteme, yoksulları kriminalize etmeye başvurduğu da söylenemez. Aynı şekilde zenginlerle ilgili klişeleri de yıkar yönetmen. Zenginler kendini beğenmiş, kibirli, şımarık ya da cimri değildir. Hatta evin hanımının son derece saf ve iyi niyetli olduğu söylenebilir. Yaşadıkları ev de gösterişten son derece uzak, minimalizm anlayışıyla tasarlanmış ve döşenmiştir. Sair şartlarda zenginlik her türlü malın ve imkânın maksimizasyonu anlamına gelirken mimari, dekorasyon ve yaşam üslubundaki minimalist akım, alt sınıfları kışkırtmadan zenginliğin tadını çıkarmanın rahatlığını vaat eder, handiyse zenginliği görünmez kılar. Son zamanlarda ülke gündemine gelen kimi olaylar da zenginliğin değil gösterişin, ortak zenginlikteki payına el koyulmuşlarda öfkenin kabarmasına neden olduğunu bize gösterir. Gelen tepkilerdeki gösteriş vurgusu, gösterişe başvurmayan zenginliğin masumiyetinin ilanına dönüşür bir anda.

Kim ailesinin Park ailesinin evine yavaş yavaş ve kurnazlıkla sızması, içinde bulundukları yoksulluk durumundan kurtulmak için buldukları bir çıkış yolu olarak görülebilir. Ancak bunu sistem karşıtı bir hareket olarak değerlendirmek mümkün değildir. Bu daha çok yoksulların idare etme stratejilerini akıllara getirir. Erdoğan, de Certeau’ya atıfla idare etme sanatını şöyle açıklar:

“[İdare etme sanatı] iktidar aygıtının doğurduğu boşlukları ve yarattığı fırsatları kollayarak kendini ötekinin alanına kurnazca sızdırmayı, ‘ötekinin alanında yaşamayı’, ‘terk etmeden kaçmayı’ vb. içerir (de Certeau). İdare etme sanatı, yoksulların siyasetinin ara sıra rastlananlar haricinde bir protesto veya kamusal ve kolektif direniş siyaseti olmaktan çok, sessiz, fark edilmesi güç, sistematik olmayan, tekil eylemlerden oluşan, bireysel veya ailevi olarak doğrudan sonuç alma, başa çıkma ve durumunu iyileştirmeye ve kurtarmaya çalışma siyaseti olduğuna dikkat çeker.”[1]

Filmde Kim ailesi aslında tam olarak yukarıdaki paragrafta sözü geçen adımları izler: kurnazca sızma, ötekinin alanında yaşama ve Ki-taek özelinde terk etmeden kaçma. Yaptıkları aslında sessiz bir istiladır. Tıpkı haşereler gibi. Yoksulların kendilerini ezen zenginler karşısında değersiz, handiyse bir haşere gibi hissetmeleri, filmde Park ailesinin tatilden erken dönüşüyle baskına uğrayan Kim ailesinin haşere gibi sağa sola kaçışmasıyla uyum içindedir. Asef Bayat da alt sınıfların temel ihtiyaçlarını karşılamak için yasadışı yollara başvurarak gösterişsiz şekilde, kolektif olmayan doğrudan eylemlere giriştikleri bu durumu “sıradan olanın sessiz tecavüzü” olarak adlandırır.[2] Görüldüğü üzere yoksulluk, pek çok şeyin yanı sıra dürüst ve ahlâklı bir yaşamın önünde de engel teşkil eder.

Ancak defaatle söylemek gerekir ki burada gördüğümüz, zenginlerin yaşamının ideolojik ve politik bir işgali değildir. Kim ailesinin, yoksulluk (yaşadıkları bir durum olarak) içinde ve (mücadele ettikleri bir durum olarak) karşısında hayatta kalmak için önlerine çıkan fırsatı değerlendirerek geliştirdikleri kurnazca bir taktiktir. Ancak bu pratik zekâyı, yoksulların içinde barındırdığı bir cevher gibi görmemek gerekir, hatta bunun bir tuzak olduğu bile söylenebilir çünkü yoksulların zekâsına ve yaratıcılığına yapılan vurgu, neoliberal yoksulluk stratejilerinin bir uğrağıdır. Refah devletinin aşınmaya başladığı, kamu harcamalarında kesintilere gidildiği ve küresel çapta özelleştirmenin teşvik edildiği 1980’lerde, Dünya Bankası, yoksulların komünal örgütlenme biçimlerini ve gecekondu inşaatında sergiledikleri yaratıcı dehâyı yüceltmeye koyuldu. Ortaya atılan kalkınma modellerinden biri, yoksulların kendi gayretlerine dayanıyor, yoksullara krediler vererek onları mikro-girişimcilere dönüştürmeyi amaçlıyordu. Böylece piyasalar yoksulluğu da sermayeye dönüştürebilecekti. Gecekondulaşma, aslında devletin denetimi dışında gerçekleşen bir yapılaşma süreci gibi görünse de gerçekte devletlerin, kentleşmeyle birlikte baş gösteren konut krizi karşısında sorumluluğu hepten üzerlerinden atmalarını ve konut ihtiyacının yoksulların kendi çabalarıyla ortadan kalkmasını sağlayan, devlet açısından son derece düşük maliyetli, pragmatik bir çözümdü.[3] Enformel sektör de yine aynı şekilde devletlerin dolaylı teşviki ve faydası uyarınca gelişti. Bu sayede devletin sosyal konutlar için tahsis ettiği ödeneğe ve istihdam yaratmasına duyulan gereksinim azaldı. Devlet, her şeyden yavaş yavaş el çekmesini bu gibi yöntemlerle mistifiye etmeyi başardı. Yani baktığımızda yoksullar sistemin boşluklarından yararlanıyor gibi görünse de aslında sistem yoksullardan, onların becerisinden, hayatta kalma stratejilerinden yararlanır. Çünkü yoksullar yasadışı yollara başvurarak tam da kendilerinden bekleneni yapar ve yoksulluğun sistemi tehdit eder hale gelmesi böylece engellenmiş olur.

Yoksulların kendi kaderlerine terk edildiği bir ortamda kısıtlı imkânlar için yoksullar arasında bir rekabet yaşanması da kaçınılmaz hale gelir. Filmde en amansız savaşı yoksulların zenginlere karşı değil, yoksulların yoksullara karşı verdiğini görürüz. Bu bize aynı zamanda alt sınıflar arasındaki dayanışmanın yerini, sermayenin artık iyiden iyiye egemenliğini ilan ettiği bir ortamda yarışmanın aldığını gösterir. Rekabetin bunca arttığı koşullarda saldırganlık da vaka-i adiyeden sayılır. Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu’nun geliştirdiği “nöbetleşe yoksulluk” kavramı, filmde yoksullar arasındaki (kelimenin hem gerçek hem mecazi anlamıyla) “ayak kaydırma” mücadelesine uygun görünür. Işık ve Pınarcıoğlu aslında bu kavramla kent yoksullarının oluşturdukları cemaatlerin tam dayanışmacı ilişkilerden ziyade hiyerarşik ilişkilere dayandığını, piramidin üst kısmını işgal edenlerin, bir diğer deyişle kente önceden gelenlerin bu ağa sonradan katılanlar üzerinden para kazanma pratiklerini anlatır.[4] Filmde ise bu üzerinden para kazanma pratiğinin yerini üzerine basarak para kazanma, refaha kavuşma stratejisi alır. Konumunu aldığını, içinden çıktığı yoksulluk durumuna mahkûm eder. Nitekim sınıfları adlandırırken kullandığımız alt, orta ve üst sıfatları da bu süreci çizgisel bir süreçmiş gibi gösterir ve yukarıya doğru tırmanılan bir merdiven olarak düşünülen sınıf atlama pratiği, yükselmek için kaçınılmaz şekilde bir diğerinin üzerine basmayı gerektirir.

Ancak bu elbette yok pahasına gerçekleşmez. Kim ailesinin eve sızması ve kendisini Park ailesine kabul ettirmesi ancak kendini inkâr etmesiyle mümkündür. Maruz kaldıkları yoksul koşullardan ancak sahte özgeçmişler yazarak, kendilerini bambaşka insanlar olarak yeniden kurarak kurtulabilirler. Bu özvarlıklarını inkâr etmelerinden çok da farklı değildir. Başlangıçta eğlenceli bir oyun gibi deneyimlenen “rol yapma”nın benliklerinde nasıl bir yarılmaya neden olduğunu filmin sonlarına doğru iyiden iyiye görürüz. Burada incitici olanın yalnızca yoksulluğun kendisi olmadığını, yoksulluğu gizlemenin de en az onun kadar yaralayıcı olduğunu görmek zor değil. Dolayısıyla yoksulluk, yalnızca ekonomik boyutuyla değil, kişinin özbenliğinde açtığı yaralarla da kendini gösterir. Bunu bir anlığına gördükleri rüyadan uyanıp kendilerini çıplak ayak altında buldukları sağanak yağmurda kendi yaşadıkları mahalleye “inerken” yansıttıkları çaresizlikte ve Da-hye’nin odasından partiyi seyreden Ki-woo’nun kendini oraya yakıştırmayışında görebiliriz.

Filmdeki bir başka detay da bizi emeğin görünmezliğine, daha doğru görünmezleştirilmesine götürür. Evin altındaki sığınakta yaşayan Geun-se, her gün Dong-ik eve geldiğinde ışıkları birer birer yakar, hatta Mors alfabesiyle ona olan “minnet”ini anlatır. Ancak bu minnetini anlattığı anlarda Yeon-kyo “sensörün bozulduğunu” düşünür. Bugün, giydiğimiz kıyafetlerin, kullandığımız eşyaların, yediğimiz yiyeceklerin üretim sürecinde öne çıkan teknoloji emeği görünmez kılar. “Doğadan sofraya” temalı pazarlama, “el değmeden üretimi” yüceltirken “el” emeğinin ürünün kirlenmesine neden olduğunu ima eder. Post-endüstriyel süreçte, otomatizasyonla yer değiştiren emek artık verimlilik önünde bir engele dönüşmüş durumdadır. Emekten ne kadar tasarruf edilirse verimlilik o denli artar. Bu, filmde de gördüğümüz bir unsurla (Kim ailesinin pizza kutusu katlamasıyla), istihdamın azalması ve esnek ve güvencesiz işlerin artmasıyla birbirine bağlanır. İşsizlik, sosyal güvenlikten yoksunluk ve üzerine borçla sömürgeleştirme, alt sınıfın insan doğasını yitirmesine neden olur ve nihayetinde filmdeki, yıllardır yer altında güneş ve insan yüzü görmeden, günlerce aç kalarak yaşayan Geun-se’nin uç noktalarda temsil ettiği manzara çıkar ortaya. Son zamanlarda sosyal medyada “ofansif mizah”ın malzemesi olan bir fotoğraf ise bize bu uç noktaların çok da uzaklarda olmadığının işaretini verir ve bir zamanlar emeğin kaynağı olarak görülen alt sınıfın, emeğin işlevini yitirmesiyle günden güne nasıl değersizleştiğini gösterir. Filmde de tanığı olduğumuz zenginlerin zarafeti yoksulların yaşamına sefalet olarak tercüme edilir.

Bir duyu olarak koku filmde kilit rol oynar. Kokunun sınıfsal bir nitelik kazanması kapitalizmin gelişme evresine rastlar. Modern şehirlerin oluşması ve kırdan kente göçle şehirlerde yaşanan nüfus yoğunluğu, sağlık ve temizlikle ilgili sorunların baş göstermesine neden olur. Yoksullar hastalıkla, pislikle, kötü kokuyla özdeşleştirilir. Burjuvazi kendisini halk tabakasından ayırmak için parfüm kullanmaya başlar. Tüm bunlar en nihayetinde mekânsal ayrışmayla sonuçlanır. Sınıflar arasına “hijyenik mesafe” konularak zenginin duyduğu “hastalığın, kirin, pis kokunun bulaşması korkusu”nun önüne geçilir. Yani zenginlerle yoksulların bir arada yaşayamamalarının, hatta fizikî olarak birbirlerine yakın olmaktan bunca rahatsız olmalarının sebebi, her şeyden önce kokudur. Bu nedenle koku, Simmel’in dediği gibi, kokunun kaynağıyla araya mesafe koymayı gerektiren ayırıcı bir duyudur.[5] Nitekim filmde de yoksulluğun pek çok emaresini ustalıkla gizlemeyi başaran Kim ailesi, kokudan kurtulmayı başaramaz. Zaten en başta, sahip oldukları bu kokunun farkında değillerdir. Yoksulluğun kokusu ancak zıddıyla bir araya geldiğinde tespit edilebilir hale gelir. Fitili ateşleyen de yoksulluğun kokusunun zenginde yarattığı tiksinti olur. Kristeva, bir şeyi tiksindirici kılanın, iğrenç kılanın kirlilik veya hastalık olmadığını, bir düzeni, bir sistemi veya bir kimliği rahatsız eden şey olduğunu söyler. Ona göre iğrenç, “sınırlara, konumlara ve kurallara saygı göstermeyen bir şeydir”.[6] Koku da mütecaviz bir şekilde sınıfsal sınırları aşar ve karşı tarafta tiksinti uyandırır; zaten yoksulluğun kokusunu tiksindirici olarak tanımlayan da o karşı taraftır. Kokusunun zenginde uyandırdığı tiksintinin açık bir şekilde yüze yansıyan ifadesi, yarattığı dışlanmışlık hissiyle yoksulda kabaran sınıfsal öfkenin şiddet yoluyla patlaması sonucunu doğurur. Zenginler yoksulları sefalete mahkûm ederken o sefaletin doğurduğu öfkeden kaçınılmaz olarak nasibini alacaktır. İşte bu nedenle zarar da karşılıklıdır.

Filmin sonunda, Ki-woo’nun gözünden gördüğümüz gelecek tahayyülü, yoksulların yoksulluktan kurtulmak için sahip olduğu seçeneklerden ikincisine işaret eder: eşit ve adil bir düzenin tesisi için çalışmak veya canını dişine takarak mevcut eşitsiz düzenin önüne koyduğu merdivende daha üst basamaklara tırmanmak. Kolektif bir eşitlik değil, bireysel olarak yukarıya doğru sınıfsal hareketlilik beklentisidir Ki-woo’nunki. Kapitalizmin tuzağı budur; zenginlerin iktidarını alaşağı etme gücü olanlara, bunu yapmak yerine onların yerine geçmeyi umdurur.



[1] Necmi Erdoğan, “Yoksulları Dinlemek”, Yoksulluk Halleri içinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s. 40.

[2] A.g.e., s. 41.

[3] Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, çev. Gürol Koca, Metis Yayınları, İstanbul, 2016, s. 94-95.

[4] Oğuz Işık ve M. Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s. 80.

[5] Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2015, s. 230.

[6] Julia Kristeva, Korkunun Güçleri, çev. Nilgün Tutal, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, s. 16.