Türkiye’de Demokrasisizlik Artık Bir Beka Sorunu!

Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart sabahı gözaltına alınmasından beri, operasyon dalgalarına ilişkin haberleri her aldığımda,  “millet iradesine sahip çıkıyor” mitinglerini her izlediğimde, zihnimde iki şey yankılanıyor. Bunlardan biri bu yazının başlığına çektiğim cümle: Türkiye’de demokrasisizilik, artık bir beka sorunu!

İkincisi ise, kanımca çağımızın en önemli ve içgörülü siyaset kuramcılarından biri, belki de birincisi olan Hannah Arendt’in “Şiddet Üzerine” başlıklı denemesinden, yıllar önce Gezi Ruhu ve Politik Teori kitabım için çevirdiğim şu kısacık pasaj:

Politik anlamda, güçle (power) şiddetin (violence) aynı şey olmadığını söylemek yetmez. Güçle şiddet birbirinin zıddıdır. Birinin mutlak olarak hüküm sürdüğü yerde, diğeri yok olur. Şiddet, güç tehlikeye girdiğinde ortaya çıkar, ama kendi haline bırakılırsa gücün yok olmasıyla sonuçlanır. Bu da demektir ki şiddetin zıttının şiddetsizlik olduğunu düşünmek doğru değildir, şiddet içermeyen güçten bahsetmek aslında gereksizdir. Şiddet gücü yok edebilir; şiddetin güç üretmesi ise asla mümkün değildir.

Bu kısacık pasaj, Türkiye siyasetinde siyasal iktidar ile toplumsal muhalefet arasında 19 Mart’tan beri yaşanmakta olan çekişmeyi ve Türkiye’nin bugün sürüklenmiş olduğu çıkmazı anlamak —ve onu aşmanın yolları üzerine düşünmek— için kaçınılmaz bir başlangıç noktası gibi geliyor bana.

Politik Güç Nedir?

“Politik güç” farklı düşünsel ve vicdani geleneklerden, farklı politik aidiyetlerden gelseler de, ortak bir politik kanaatte ve bu kanaatten hareketle ortak bir politik eylemlilikte buluşmuş olan insanların bu eylemliliğinden doğan bir şeydir, Arendt’e göre. O eylemlilik sürdüğü sürece, onun içinde yeniden üretilir, büyür; eylemlilik hali sekteye uğradığında veya durduğunda ise  küçülür ve hatta yok olur. Politik gücü var eden şey özgür ve eşit insanların, farklı farklı yollardan gelip aynı meydanlarda buluşmaları, aynı vicdani/siyasi kanaatlerde ortaklaşmaları olduğu için, kendisinden başka bir meşruiyet kaynağına ihtiyacı yoktur. Politik güç varlığını onu oluşturan eşit ve özgür insanların, eşit ve özgür akıllarına ve vicdanlarına, onların rızasına borçludur ve tam da bu nedenle kendiliğinden meşrudur — öyle ki Arendt’e göre politik güç, politik meşruiyet demektir.

Şiddet Nedir?

Buna mukabil şiddet araçsal, tek yönlü, dolaysız bir zorlayıcılıktır. Araçsaldır, çünkü hiç bir zaman kendi başına bir amaç olarak çıkmaz karşımıza. Hep kendisinden daha farklı, daha ulvi bir amaca hizmet eden, bir şekilde “meşrulaştırılmak,” “meşru gösterilmek” zorunda olan bir araç olarak görürüz onu. Yani politik güçten farklı olarak sadece kullanıldığı için meşruiyet üretebilen, kendiliğinden meşru bir şey değildir şiddet. Meşruiyeti onu kullanan aktörün destekçi tabanından, onların birlikteliğinden doğan politik güçten devşirilmek zorundadır.

İktidardaki bir politik aktör, arkasındaki politik güç zayıfladığında, dolayısıyla amaçlarına ulaşmasına yetmediğinde, bu güçsüzlüğünü devletin “meşru şiddet araçları”nı kullanarak telafi etmeye çalışabilir pekala. Ancak bu amaçla kullandığı şiddetin, saf şiddet olarak görülmemesi için, ona yine de bir meşruiyet kisvesi giydirmek zorundadır; bunu da ancak arkasında kendisini destekleyen bir politik güç oluşturabildiği ölçüde başarabilir.

Politik güç ise, tanımı gereği şiddetin zıddı olduğu için, şiddet yoluyla üretilemez. Bu nedenle, şiddeti meşru gösterebilecek politik güç ya zaten mevcut olmalı ya da doğrudan fiziksel şiddet gibi görünmeyen ama kısa vadeli de olsa “rıza üretebilen” propaganda, ideolojik manipülasyon ve algı yönetimi gibi yöntemlerle hiç yoktan var edilmelidir. Elbette bu türden manipülatif rıza üretimi yöntemlerine yaslanan bir şiddetin gerçek anlamda meşru olduğu söylenemez. Ona en fazla meşruiyet —ya da politik güç— kisvesine büründürülmüş şiddet diyebiliriz. Saf şiddetten tek farkı, daha sinsi ve dolayısıyla daha tehlikeli olmasıdır.

Türkiye’de Şiddet

İşte 19 Mart’tan bu yana Türkiye siyasetinde tam da böyle “sinsi” bir şiddet ile akıldan, vicdandan, çoğulluktan, rızadan ve eylemlilikten doğan saf bir “politik güç” arasındaki bir çekişmeyi yaşıyoruz. Bu çekişmenin şiddet tarafında ana omurgası AKP ile MHP’den oluşan Cumhur İttifakı yer alıyor. Kullanılan şiddet araçları, siyasallaşmış yargı organları, kolluk güçleri ve ceza infaz sistemi. Bu araçlar kullanılarak başta CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu olmak üzere, CHP’li belediye başkanları ve belediye çalışanları, belediye ile çalışmış iş insanları, sabah baskınlarıyla gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, tutuldukları cezaevlerinde türlü baskılara ve eziyetlere maruz bırakılıyorlar. Açılan mesnetsiz kurultay iptali davalarıyla, CHP’nin kurumsal bütünlüğü ve iç birlikteliği parçalanmaya çalışılıyor.

CHP’ye ve CHP’lilere yönelik bu şiddeti meşru göstermek için ise hükümete yakın yazılı, görsel ve sosyal medya üzerinden algı yönetimi yöntemleri kullanılıyor. Bir yandan uygulanan bu şiddetin büyük bir yolsuzluk ve rüşvet çarkının ortaya çıkartılması gibi çok daha ulvi bir amaca hizmet ettiği; bu şiddete maruz kalanların, henüz haklarında verilmiş bir yargı kararı olmasa da, suçlu olduklarının bilindiği ve buna ilişkin kanıtlar olduğu; uygulanan şiddetin siyasi değil hukuki saiklerle uygulandığı gibi algılar üzerinden uygulanan şiddet meşru gösterilmeye, vatandaşlar arasında yürütülen “operasyonlara” bir destekçi tabanı oluşturulmaya çalışılıyor. 

Diğer yandan ise bu “algıyı” bozabilecek, kırabilecek, hiç değilse sorgulanmasına fırsat tanıyabilecek haberler, yorumlar yapan, içerikler üreten gazeteciler ve medya organları, yazarlar, çizerler, sanatçılar yine hukuk kisvesine büründürülmüş, “sinsi” bir şiddetle sindirilmeye, susturulmaya çalışılıyorlar. Gazeteciler gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, Televizyon kanallarına para cezaları veriliyor, kapatılıyor. Evet şiddet politik güç, dolayısıyla meşruiyet üretemiyor ama, kendi güçsüzlüğünü, yani gayri-meşruluğunu gizlemek için de pekala kullanılabiliyor. 

Türkiye’de Politik Güç

Çekişmenin politik güç tarafındaysa, CHP’nin cumhurbaşkanı adayına, seçilmiş belediye başkanlarına, CHP’nin kurumsal yapısına yönelik bu sinsi şiddeti şiddet olarak gören ve bunun bir haksızlık olduğunu düşünen insanlar yer alıyor. 19 Mart’tan beri farklı, farklı yollardan gelip, önce Saraçhanede, sonra her hafta İstanbul’un ayrı bir ilçesinin ve Türkiye’deki ayrı bir kentin meydanlarında buluşan, sinsi şiddetin her hamlesinde sayıları biraz daha artan insanlar… Şiddet karşısında kendilerini çaresiz hissetseler de, meydanlarda buluştuklarında birbirlerinden güç alan, birbirlerine güç veren, birbirlerini farklılıklarıyla görüp, öyle güvenmeyi öğrenen ve güvendikçe birlikteliklerinden doğan gücü büyüten, o güçle kendileri de büyüyen insanlar…

Evet, bu insanlar, hedefinde CHP’nin ve CHP’lilerin olduğu sinsi bir şiddete tepki gösteriyorlar, ama onları sokağa döken şey CHP’ye besledikleri koşulsuz muhabbet, ideolojik yakınlık, ya da fiili aidiyet hissi değil. Aralarında elbette böyleleri de var, hatta çok sayıda var. Ama başkaları da var. Türkiye’nin toplumsal mozaiğini oluşturan her itikadi, düşünsel, etnik ve politik aidiyetten insanlar, sadece CHP’yi ve CHP’lileri değil, kendilerini de hedef aldığını, ya da alabileceğini gördükleri, anladıkları bir şiddete karşı, birbirlerinden aldıkları güçle direniyorlar.

CHP ve Politik Güç

Peki CHP, onun 19 Mart’tan beri dur durak bilmeden ülkenin meydanlarını arşınlayan genel başkanı Özgür Özel ve bu sinsi şiddetin hedefindeki esas isim, Cumhur iktidarının başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibi Ekrem İmamoğlu bu politik gücün neresinde?

Başında veya önünde değil, tam içinde. Meydanları dolduran insanların birlikteliğinden doğan politik güce onlar yön vermiyor, tam aksine onlar bu güçten yön alıyorlar. CHP’nin yaptığı şey, algı yönetimi yöntemleriyle bir şekilde iradelerini manipüle ettiği insanları meydanlara doldurmak değil, tepkilerini göstermek için dolacak, buluşacak meydan arayan insanlara, dolacakları, buluşacakları meydanları göstermek, o meydanları güvenli bir buluşma, güvenli bir eylemlilik için hazır hale getirmek. CHP tek kelimeyle bu politik güce omuz veren, kurumsal yapısıyla onun lojistik “taşıyıcılığını” yapan bir konumda.

Özgür Özel’in yaptığı şey ise bu milyonlarca insanın kendi laflarını ağızlarına tıkayıp, onların sunduğu yankı odalarında kendi vızıltısını bağırtıya dönüştürmek, onların sunduğu dev aynasında kendi büyüklüğüne hayran olmak değil; o insanların teker teker söylendiğinde bir vızıltı kadar bile ses çıkarmayan tepkilerine, hep bir ağızdan atılmış bir özgürlük çığlığı kadar gür bir ses vermek. Özel bu gücü orasından burasından çekiştirerek kendi tikel çıkarları doğrultusunda peşinden sürüklemeye çalışmıyor, onu dinliyor, takip ediyor ve onun söylemek istediklerini, onun söylemek istediği şekilde dile getiriyor. Tek kelimeyle, bu gücün “liderliğini” değil ama “sözcülüğünü”  üstlenmiş durumda ve hakkını teslim edelim, üstlendiği bu görevi başarıyla da yerine getiriyor.

Şiddetin Çıkmazı

Bugün geldiğimiz noktada Cumhur iktidarının sinsi şiddeti ile, taşıyıcılığını CHP’nin kurumsal yapısının, sözcülüğünü ise CHP genel başkanının yaptığı politik güç arasındaki çekişmede her iki taraf da bir tıkanıklık noktasına ulaşmış durumda. 

Sinsi şiddet, kendisini ne kadar hukukilik kisvesine büründürmeye çalışırsa çalışsın, kendisini meşru görecek ve gösterecek kitlesel tabanı, bu tabanın rızasını üretmekte zorlanıyor. Zorlandıkça, güç kaybediyor, kaybettikçe de bu güç kaybını telafi etmek için kullandığı şiddet daha da pervasızlaşıyor, dozu artıyor ve akıl dışı boyutlara ulaşıyor.  Gün geçtikçe kullanılan şiddet üzerine giydirilen meşruiyet kisvesinin tümden sıyrıldığı, gücün yok olmaya yüz çevirdiği, şiddetin saf şiddet halini aldığı bir noktaya doğru evriliyor Türkiye.

Bu cehennem tablosuna varışı hiç değilse biraz daha ertelemek için şiddet, Ekrem İmamoğlu’ndan sonra CHP’yi ve CHP’nin genel başkanı Özgür Özel’i de hedef almış durumda. Bir yandan CHP’ye kurultay iptali davasıyla sopa gösterirken, bir yandan da Özgür Özel’e İmamoğlu’nu savunmaktan vaz geçerek CHP’ye yönelik tehditleri bertaraf edebileceğini salık veren bir havuç uzatıyor.

Şiddetin körlüğü şurada yatıyor: Şiddet’in meşruiyetini sorgulayan, dolayısıyla şiddetin tehdit olarak algıladığı politik güç, ne CHP’nin kurumsal olarak, ne de Özel/İmamoğlu ikilisinin şahsen sahip oldukları bir güç. Onlar bu gücün taşıyıcılığını ve sözcülüğünü üstlenmiş durumdalar. Bu güç, uygulanan şiddetin gayri-meşruluğuna tepki duyan insanların müşterek eylemliliğinden doğduğu için, o gücün taşıyıcılarına, sözcülerine yönelik her yeni şiddet hamlesi, o gücü küçültmüyor, tam aksine büyütüyor. Şiddet, doğrudan hedef aldığı insanların canını yakıyor belki ama, kendisine direnenlerin hem sayısını, hem de kararlılığını artırıyor. Yani, Arendt’in yukarıdaki alıntıda bahsettiği, yıllar önce Ataol Behramoğlu’nun şu şiirinde ifade bulan negatif diyalektik işliyor:

Cellat uyandı yatağında bir gece / "Tanrım"  dedi  "Bu ne zor bilmece: / Öldürdükçe çoğalıyor adamlar / Ben tükenmekteyim öldürdükçe..."

Velhasıl şiddet kullanıldıkça, onu kullananların politik gücü azalıyor, zayıflıyor; zayıfladıkça da, kullanılan şiddetin dozu artıyor, şiddet çıplaklaşıyor.  Ve bu döngü hızlandıkça, sadece şiddetin hedef aldığı insanlar değil, bu şiddeti kullananlar, kullanmasalar da onaylayanlar da dahil olmak üzere, Türkiye’de yaşayan herkes bir yok oluşa sürükleniyor.

Politik Gücün Açmazı

Bu sürüklenişi gören ve ona direnen politik güç de, ne yazık ki bir açmaza girmiş durumda: Evet şiddetin pervasızlığı ve dozu artıkça, bu politik güç büyüyor, o büyüdükçe şiddeti kullananların politik gücü azalıyor, zayıflıyor. Ama politik güç, tanımı gereği şiddetin zıddı olduğu için, bu şiddeti durdurabilecek, Türkiye’yi onun tarafından sürüklendiği yoldan geri çevirebilecek araçlara sahip değil.

Politik güç, tam da politik güç olduğu için, sadece ve sadece insanlık hukukunun üstün olduğu, yargının bu çerçevede bağımsız ve adil usullerle işlediği, gerçek anlamda demokratik bir düzende etkin olabilir. Zira ancak böyle bir düzende devletin tekelindeki meşru şiddet araçlarını kendi tikel çıkarları doğrultusunda, gayri meşru bir şekilde kullanan iktidar sahipleri, şiddet içermeyen politik ve hukuki yöntemlerle, örneğin seçimle, parlamentoda verilen güvensizlik oylarıyla, veya insanlık hukuku çerçevesinde alınmış yargı kararlarıyla görevden uzaklaştırılabilirler. Öyle ki, demokrasiyi yukarıdaki gibi tanımlanmış politik gücün egemen olduğu rejim olarak tarif etmek de mümkündür pekala.

Gelgelelim politik gücün girdiği açmaz tam da bu noktada karşımıza çıkıyor: Türkiye’de böyle bir demokrasi yok; daha doğrusu kağıt üzerinde var da, kağıt üzerinde yazdığı gibi işlemiyor.

Türkiye’nin Çıkmazı

Velhasıl bugün Türkiye’de yaşadığımız tıkanıklığı şöyle özetleyebiliriz: Ne şiddet ona direnen politik gücü sindirebiliyor, ne de şiddete direnen politik güç, şiddetin kullanılmasını engelleyebiliyor. Devletin tekelindeki şiddet araçlarını kullananlar, meşruiyet, dolayısıyla politik güç üretemiyor; bunlara direnenlerin politik gücü, dolayısıyla meşruiyeti ise, her geçen gün artsa da, Türkiye’yi çıktığı demokratikleşme rayına yeniden oturtabilecek bir etkinliğe kavuşamıyor. Sonuçta Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine PKK’nin silah bırakma kararı almasıyla on yıllardır süren bir şiddet sarmalından çıkma şansına kavuşmuş olan Türkiye toplumu, tam da bu dönemde, Cumhur ittifakı bileşenleri tarafından, bu kez Kürt siyasal hareketine karşı değil, CHP’ye karşı işletilen başka bir şiddet sarmalı tarafından, başka yok oluşa doğru sürükleniyor.

İşte okuduğum her yeni operasyon dalgası haberinde “demokrasisizlik Türkiye’de artık bir beka sorunudur” cümlesinin zihnimde yankılanmasının temel sebebi bu. Zira Türkiye’yi sürüklendiği yok oluştan geri döndürebilecek, sokulduğu çıkmazdan kurtarabilecek tek şey, mecliste alınacak bir erken seçim kararı. Yıllardır “beka sorunu” söyleminin ekmeğini yiyen Cumhur İttifakı milletvekilleri arasında gerçek bir beka sorununu bir beka sorunu olarak görüp, bu sorunu demokratik seçimlerle aşmak yönünde irade gösterebilecek, bu yönde mecliste oy kullanabilecek birileri kaldıysa hala, bir vatandaş olarak saygılarımla arz ederim ki şimdi harekete geçmenin tam zamanı!