Son yirmi yılda yaşananlar Türkiye toplumu için kırılma, kriz ve büyük dönüşüm “anı” gibi ifadeleri nerdeyse tümüyle anlamsızlaştırmış durumda. Bu anların bir süreklilik içerisinde peş peşe gelmesi toplumda olağanüstü zamanlarda yaşadığımız hissini kuvvetlendirerek bu süreçlerin her birinin kendisine has özelliklere sahip olduğunu görmemize engel oluyor; fakat bu anların toplumda yaratmayı amaçladığı ve bazen de geri tepen “hissizleşme” duygusunun yanında muhalefet açısından başka önemli sonuçları da var. Böylesi anların bitmeyen yoğunluğunun ve sıklığının, toplumsal muhalefetin işini bir taraftan zorlaştırırken bir diğer taraftan da fazlasıyla kolaylaştırdığını kabul etmemiz lazım. Söz konusu gelişmelerin yarattığı baskı ve basınç toplumun mevcut rejimden acilen kurtulma umudunu canlı tutuyor ve kendiliğinden temsil ve parti siyasetinin dışında biçimlenen bir muhalefet dinamiği, sevilen tabirle bir “dip dalga” yaratıyor; fakat aynı durum, seçimlerde bu dinamiğin, mevcut durumdan kurtuluş için en büyük umut olarak görülen ana muhalefete yine kendiliğinden kanalize olmasından kaynaklı olarak, ana muhalefet cephesinde bir tür rehaveti ve kolaycılığı da besliyor.
19 Mart operasyonlarına kadar, özellikle ana muhalefet partisi bu dinamiğin seçimlerde partiye kanalize olmasının, tümüyle kendi başarısının ürünü olduğu fikrini sahiplenerek, memleketin sahip olduğu temel sorunların çözümüne yönelik uzun erimli bir perspektif geliştirmeksizin, bu dinamiğin CHP’yi memleketin birinci partisi yapmaya ve hatta iktidarı almaya yeteceği düşüncesiyle hareket ediyor gibiydi. 31 Mart seçimleri sonrasında muhalif medyanın önde gelen figürlerinin ve çoğunlukla kanaat manipülatörü olarak iş gören araştırma şirketlerinin, İmamoğlu ve CHP’nin değişen yönetimini desteklemek için ilan ettiği “değişimin” zaferi söyleminden de kolayca görülebileceği gibi, muhalif medya da bu algıya ziyadesiyle katkıda bulunuyor. Bu tarz bir tutum, CHP yönetiminde bir tür kendinden memnuniyet hali yarattığı gibi, partinin sözün gerçek anlamında toplumda hegemonya kuracak bir kapasite geliştirmeyi mesele edinmesine engel olarak, parti yönetiminin siyasal ufkunu gündelik siyasetin acil görevleriyle sınırlamasına neden oluyor.
Hal böyleyken, bu siyaseten gündelikleşme, şimdinin içerisine hapsolma ve iktidarın stratejilerini günübirlik karşılama gayreti ister istemez muhalefet cephesinde bir kısır döngü de yaratıyor. İktidara vereceği tepkiler üzerinden kendini kurmak zorunda kalan ve bunu bir ölçüde gönüllü olarak içselleştiren ana muhalefet, giderek daha fazla ölçüde bir soruna dönüşen, geniş bir hegemonya oluşturmasını sağlayacak bir siyasal perspektif ortaya koymayı, bu perspektifi toplumda yaygınlaştırabilecek bir örgüt yapısını geliştirmeyi ve de rejim dönüşümü için olmazsa olmaz olan yurttaş seferberliğini hayata geçirebilecek bir siyasal projeyi üretmeyi başaramıyor. Bunu yeterince dert edinmemesinin ardındaki en önemli etken, seçmen tercihleri temelde siyasal kutuplaşma etrafında biçimlenen Türkiye’nin, sonu gelmeyen bir seçim toplumuna dönüşmesiyle ilgili elbette.[1]
Türkiye'de seçimler uzun süredir cumhurbaşkanı güven oylamasına dönüşmüş durumda ve muhalif olan insanlar oy verirken büyük ölçüde "kimi istemediğine" göre karar veriyor. Bu durum seçimleri lidere güven oyu verip vermemeye, liderin söylediklerine evet ya da hayır demeye dönüştüren plebisiter secim atmosferinin temel doğasının bir sonucu. Söz konusu seçim atmosferi ister istemez muhalif partileri ileriye doğru itiyor. Aynı zamanda lider eksenli siyasal kutuplaşma, parti sistemini lider etrafında kenetlenen parti ile onu iktidardan indirme potansiyeline en çok sahip olan parti arasında olmak üzere, iki partili bir sisteme dönüşmeye de zorluyor. Parti sistemindeki bu yarılma, ideolojik olmanın ötesinde, daha çok liderle özdeşleştirilen siyasal grup kimliğini pekiştiren kanaatlere, duygulara ve inançlara dayalı ve aynı zamanda maddi bir boyuta da sahip.[2]
Elbette CHP tamamen bu atmosfere yaslanma kolaycılığına kaçmıyor; ama günümüzdeki yükselişinin önemli ölçüde bu dinamikten beslendiğini de göz ardı edemeyiz. Bu gündelik tarzda siyasetle mesafelenmek adına, toplumda geniş bir mutabakat yaratacak taleplere dayalı kısa vadeli bir stratejinin acilen geliştirilmesi, güçlü bir toplumsal tabanı bu talepler etrafında örgütleyecek ve yurttaşları yeni bir gelecek için seferber edecek tarzda orta vadeli bir örgütlenme stratejisinin hayata geçirilmesi ve de devlet-toplum ilişkilerini yeniden düzenlemeye ilişkin uzun dönemli bir programın hazırlanması lazım. Bu nedenle de içeriksiz ve kurucu bir anlatısı olmayan, toplumun dışlanan kesimlerinde yankı bulmayacak bir popülizm ve mitinglere katılanlara iyi gelse de bir yere varmayan "coşku" siyaseti yerine, toplumun yoksul kesimleri arasında kök salabilecek Cumhuriyetçi Halk Siyaseti gibi siyasal perspektif ve ideolojileri geliştirmeye gayret etmek gerekiyor.
Elbet tüm bunları başarmak kolay iş değil, ama öncelikle böyle bir niyete sahip olmak ve onu paylaşarak ortak muhalif akla katkı sunabilecek kesimleri bu tür bir perspektifi geliştirmek için seferber etmeye gönüllü olmak lazım. Aksi durum, son yirmi yıldır yapıldığı gibi gündelik mücadeleye mahkum olmak, işinizi büyük ölçüde toplumun direncine bırakmak ya da tümüyle iktidarın stratejileri önünde savrulmak demek ki insanlar, özellikle de gençler, var güçleriyle ve tüm imkanlarıyla büyük riskler alarak yaşanan gidişata hayır diyorlar. Bu direncin enerjisini gündelik reaksiyonlara feda etmek yerine, onu parti ve siyasette mevzilendirmek ve kapsamlı bir program etrafında bu enerjiyi kurumsal bir dönüşüme kanalize etmek için henüz çok geç değil. Ana muhalefetin etrafında ve uzun erimli bir perspektif ve program temelinde örgütlenmiş, oylarına, haklarına ve geleceğine sahip çıkan bir yurttaş hareketi mevcut durumdan tek çıkış gibi görünüyor. Asıl sorun, ana muhalefetin siyaseti gündelik reaksiyonlara indirgemeden, acilen bu hareketi örgütlemeye koyulması; çünkü Erdoğan’ın Başkanlık Rejimi’nde belirttiğim gibi, karşı karşıya olduğumuz durum sadece bir seçim kazanmayı değil, aynı zamanda yeni bir başlangıç temelinde cumhuriyetin asli unsurunu, yani onun yurttaşlarını, sosyal, hukuki, ekonomik ve moral olarak yeniden ayağa kaldırmayı gerektiriyor ve bunu başarabilecek yegâne aktör, kendi gücüne ve kaderine yeniden sahip çıkacak yurttaşlardan başkası değil.
[1] Bkz., Zafer Yılmaz, Türkiye’nin Geleceği Üzerine Tezler (III): Bir Seçim Toplumu Olarak Türkiye ve Plebisitleri, Birikim Güncel, 12 Temmuz 2024, https://birikimdergisi.com/guncel/11799/turkiyenin-gelecegi-uzerine-tezler-iii-bir-secim-toplumu-olarak-turkiye-ve-plebisitleri.
[2] Bu maddi boyut, klientelizm ve sosyal yardımlar üzerine olan çok sayıda çalışma ele almış durumda. Ayrıca bkz., Z. Yılmaz, Yeni Türkiye’nin Ruhu: Hınç, Tahakküm, Muhtarlaştırma, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018.




