CHP Kaybederse? (III): Yeni Rejimin Konsolidasyon Krizi ve Muhalefetin Geleceği

Türkiye, 19 Mart operasyonlarının ardından aceleyle iddia edildiği gibi yeni bir rejim dönüşümü yaşamıyor. Ülke zaten çok uzun süredir kapsamlı rejim dönüşümünü de içeren bir tür ara dönemden, yani interregnum’dan geçiriyor. Olan biten daha çok, rejimin konsolidasyon kriziyle ve Duverger’in deyimiyle bir tür “seçimle gelen monarşi”ye dönüşmeye başlayan nev-i şahsına münhasır başkanlık rejiminin sürekliliğinin, artık cumhurbaşkanlığı güven oylamasına dönüşmüş secimler yoluyla garanti altına alınmasının risk altına girmesiyle ilişkili.[1] 19 Mart sonrasında yürütülen operasyonlar, aslında rejim 17 Nisan 2017 referandumuyla kurumsallaşma sürecine girdiği andan itibaren bir olasılık olarak sistemin merkezinde yer alan, “iktidarın secim kaybetme” ihtimalinin giderek belirginlik kazanması ve de ana muhalefetin bir iktidar alternatifi olarak doğması durumunda, yasal araçlarla muhalefetin askıya alınacak olmasının somut bir örneği. Hukuk devletinin stratejik olarak askıda olmasından dolayı, rejimin siyasal ve hukuki alandaki temsilcileri uzun zamandır, kimin “yasal” kimin “yasa dışı” olduğuna kendi başına karar veriyor. Operasyonlar muhalefetin, şimdiye kadar yapılageldiği gibi kolayca düşmanlaştırarak, itibarsızlaştırarak ve yasal araçlarla kovuşturularak nötralize edilemediği bir noktada, gerektiğinde bir bütün olarak muhalefet hakkının “askıya alınabilineceğinin” güçlü bir işaretini sergiliyor; fakat bu süreç ana muhalefetin izleyeceği stratejiye bağlı olarak tam tersi bir sonuç da verebilir.

İçinden geçtiğimiz kırılma anı, istisnai karakterde güçlerle donanmış yeni siyasal rejimin tam konsolidasyonuyla sonuçlanabileceği gibi, yeni bir demokratik hegemonya projesinin toplumda hakimiyet kazanmasının önünü de açabilir. Bu gidişatı belirleyecek ve yeni rejimin konsolidasyon krizini çözüme kavuşturacak en önemli unsurlardan biri elbette mevcut iktidar bloğunun izleyeceği siyasal strateji. 19 Mart operasyonlarından barış sürecine son gelişmeler iktidar bloğunun içinden geçmekte olduğumuz uzun ara dönemi sonlandırma arzusunun da bir ifadesi olarak görülmeli. Fakat yine altını çizmek gerekiyor ki her iki konuda da mesele Erdoğan için ömür boyu başkanlık yolunun açılarak, mevcut rejimin konsolide edilmemesinin çok ötesinde hedeflerle de ilişkili. Mevcut rejim devlet iktidarının uygulanmasını ve kontrolünü, tüm diğer devlet erklerine karşı üstünlüğü yasal olarak perçinlenmiş olan yürütmenin otoritesi etrafında yeniden dizayn ederken, bu otoritenin yönetimini de tek bir kişiye devretmiş durumda. Bu iki gelişmeyi eş zamanlı olarak hayata geçirebilmenin yegâne yolu, devlet iktidarının dayandığı siyasal otoritenin kişiselleşmesinden ve yürütmeyi yetkilendiren ve meşru kılan seçmen iradesinin, siyasal partiler yerine doğrudan liderde ve kişiselleşmiş bir yürütmede temsilinden geçiyor. 2017 Anayasa değişikliği ile Türkiye’deki mevcut rejimin siyasal yapısı hali hazırda bu her iki koşulu da karşılayacak şekilde yeniden yapılandırıldı. Bu temel özelliği de aslında onu kaçınılmaz olarak sadece tek bir kişi için düzenlenmiş bir siyasal rejim haline getiriyor. Bir anlamda, sistem başından itibaren ve doğası itibariyle Erdoğan’ın ömür boyu başkan olması üzerine kurulu. Yeni rejim içerisinde seçimlere atfedilen rol de bu özelliğin teminat altına alınarak, seçimlerin, mevcut rejim ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasal varlığı arasındaki özdeşliğe duyulan güvenin, onayın ve kabulün bir ifadesine dönüştürülmesine dayanıyor.  

Erdoğan ve müttefiklerinin seçimlere yönelik tutumunu karakterize eden beş temel unsurdan bahsetmek mümkün:  (i) seçimlere giderken öncelikle kazanma ihtimalini güçlendiren koşulları oluşturmak ve seçim zamanını Erdoğan’ın kazanma ihtimali en yüksek olduğu zamana ayarlamak (ii) seçimlerin plebisiter bir karakter kazanmasını sağlamak, yani seçimleri lider eksenli bir kutuplaşma ve hesaplaşmaya, bir tür Erdoğan’a yönelik güven  oyuna dönüştürmek (iii) seçimleri sistem dönüşümü için lideri yetkilendiren, yani yeni rejimi temsil eden liderin devlet iktidarını ve toplumu dizayn etmeye dönük eylemlerini her durumda meşrulaştıran bir araca çevirmek; (iv) muhalefetin kazandığı ya da kazanma olasılığı yüksek olan seçimleri baştan gayri-meşru ilan eden bir söylemi mütemadiyen dolaşımda tutmak; (v) ve son olarak da “seçimler yoluyla çoğunluğu elde etmeye dair eşit şansa” sahip olma ilkesini askıya alarak muhalif adayları “yasadışı” ilan etmek ya da gerekli görüldüğü durumda seçimleri geçici süreliğine askıya almak. Henüz bu sonuncunun net bir örneğini görmedik ama bu da güçlü bir olasılık olarak mevcut rejimin siyasal yapısının tam kalbinde yatıyor.

Bu bağlamda 19 Mart sonrası yaşanan operasyon, şimdilik muhalefeti tümüyle ortadan kaldırmayı değil, muhalefetin rejimin konsolidasyon krizini derinleştiren hamlelerine engel olmayı, ana muhalefetin bu krizin aşılmasını sağlayacak projelerin hayata geçirilmesine taş koyma olasılığını ortadan kaldırmayı ve de sürecin başındayken, ana muhalefetin geri çevrilemez şekilde bir iktidar alternatifi haline gelmesinin önünü almayı amaçlıyor.[2] Tıpkı 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında olduğu gibi, sistem muhalefetin kendisine çizilen sınırların dışına çıkmasından kaynaklı köklü bir kriz yaşıyor ve de toplumda rızayı yaygın şekilde örgütleme kapasitesinin önemli ölçüde aşınmasından kaynaklı olarak, tolere edilebilir muhalefetin sınırları da önemli ölçüde daralıyor.[3] 19 Mart süreci sonrasında yürütülen operasyonların kapsamı, hukukun araçsallaştırılmasının düzeyi ve de giderek şiddetlenen baskının yoğunluğu, haklı olarak muhalefetin, özellikle de ana muhalefetin tümüyle ortadan kaldırılmasının amaçlandığı iddiasının ortaya atılmasına neden oldu ve mevcut rejimin “iktidarın demokratik yollardan el değiştirmesi” ve de “yasal kaidelere uygun hareket eden her tür muhalefetin meşru olduğu” ilkesine bağlılığının sorgulanmasına yol açtı. Şimdilik muhalefetin “tümüyle” ortadan kaldırıldığını iddia etmek yanlış olsa da konsolidasyon krizinin gidişatına göre baskının daha da şiddetlenme olasılığının ortada olduğu da aşikâr.      

31 Mart 2024 yerel seçimleri bu konsolidasyon krizinin emarelerini net bir şekilde ortaya koymuş durumda. Söz konusu konsolidasyon krizi temelde, imtiyaz sahiplerinin çıkarlarının savunusu ve devamı üzerine kurulu müesses nizam ile müesses nizam karşıtı reaksiyon arasındaki mücadeleden beslenen ve Erdoğan’ı iktidara taşıyan kurucu anlatının ve plebisiter dinamiğin güç kaybetmesiyle ilişkili. Bu dinamik uzun süre boyunca Erdoğan ve müttefikleri tarafından, eski ile yeni Türkiye arasındaki karşılaşmanın ve dolayısıyla da Erdoğan’a taraf ya da karşı olmanın bir tezahürü olarak başarıyla tanımlandı ve duygusal kutuplaşma aracılığıyla da toplumda yaygınlaştırıldı. Artık ne Türkiye’deki tüm seçimleri cumhurbaşkanına yönelik bir güven oyuna dönüştüren bu plebisiter dinamiğin 2010 anayasa referandumunda olduğu gibi bir plebisiter momente, yani müesses nizama karşı ya da taraf olmaya dair referandum temelli bir karşılaşmaya indirgenmesi ne de Erdoğan’ın şahsıyla özdeş olan bu rejimin savunusu üzerinden sisteme yönelik yaygın bir rıza üretmesi mümkün.     

Bunun ardında yatan en temel etkenlerden biri hiç kuşkusuz ekonomik: rejimin bu dinamiği besleyen bölüşüm ve büyüme ayağı artık işlemiyor ve geçim krizi giderek derinleşiyor. Seçimleri, lider eksenli bir kutuplaşma üzerinden yeni düzene dair bir onayın ya da bu düzene yönelik bir itirazın ifade edilmesine indirgeyen lider referandumuna dönüştürme stratejisi, ayni zamanda alt sınıfların yasam standartlarını göreli olarak iyileştiren bir maddi siyaset ile de uzun süre desteklendi; fakat zenginliği üst sınıflara ve rejimin etrafında öbekleşen kesimlere aktarma süreci, sosyal yardımlarla desteklenen bu maddi siyasetin görece “ferahlatıcı” yönünü tümüyle sekteye uğratarak, alt ve orta sınıfların ağır bir biçimde yoksullaşmasına neden oldu.[4] Aynı zamanda siyasal olarak da muhalefetin son on yıldaki çabaları, müesses nizam karşıtı tepkiyi lider eksenli bir plebisite kanalize eden duygusal kutuplaşmanın iş görmesini önemli ölçüde sekteye uğratmış durumda. Buna elbette başta İstanbul ve Ankara olmak üzere iyi yerel yönetim örneklerini de eklemek lazım.   

15 Temmuz sonrası hayata geçen rejim temelde katmanlı bir OHAL düzeneğine ve hukuki hakların gerekli görüldüğünde askıya alınmasına dayanıyor ve muhalefeti, kamusal görünürlüğü olmayacak şekilde homurdanan, söylenen ve gerçek bir siyasal alternatif ortaya koyamayan bir konuma indirgemek üzerinden işliyor. Bu bağlamda tıpkı 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında olduğu gibi gerektiğinde demokratik kaidelerin tümüyle terk edilmesi, 2019 İstanbul belediye seçimlerinde olduğu gibi sonuçları kabul görmeyen seçimlerin tekrar edilmesi ya da en ileri durumda güvenlik gerekçesiyle seçimlerin geçici süreliğine askıya alınması mümkün. Tam da tüm sistem tek bir kişinin iktidarının sürekliliği etrafında düzenlendiğinden, Erdoğan’ın kazanma olasılığı yüksek bir ortam oluşmadan seçimlere gidilmesi baştan ihtimal dışına çıkarılmış durumda; fakat bu durum seçimlerin mevcut rejimde kolayca askıya alınabileceği anlamına da gelmiyor. Seçimler her durumda, otoriter uygulamaları hayata geçirmek için dahi olsa başkanı yetkilendiren ve başkanın şahsında bu rejime meşruiyet kazandıran, başkan ile millet arasındaki özdeşliği onaylayan bir mekanizma olarak iş görüyor ve de rejimin dayandığı temel iddialar terk edilmeden, tümüyle askıya alınması da mümkün değil.

Buradaki sorun, ana muhalefetin son on yıldır muhalefet stratejisini inşa ederken bu temel gerçekleri göz ardı etmiş ya da ona yönelik genel ve önleyici bir mücadele stratejisi geliştirmemiş olması. Ana muhalefetin bu eksiğini kapatabilecek en önemli hamlesi, Bekir Ağırdır ve Kemal Can gibi pek çok yorumcunun da altını çizdiği gibi, Türkiye siyasetindeki çatışma hatlarını dönüştürecek yeni bir kurucu anlatı ortaya koyması olabilir. Sosyal demokrasinin sağcılaştırılmasına ya da popülizme indirgenmesine karşı, buna temel sağlayacak en önemli zemini, daha önce de belirttiğim gibi yeni bir cumhuriyetçi halk siyaseti sağlayabilir; fakat şimdilik bu tür bir perspektif geliştirmenin işaretleri ortaya konmadığı gibi, geriden gelerek muhalefet etme tarzı da yeni bir kılıf içerisinde sürdürülüyor. Oysa hem tüm toplumun “muhalefet hakkının” hem de ana muhalefetin geleceği, onun ne ölçüde geçmişe değil, hangi hızda geleceğe sıçrayabileceğine bağlı. Muhalefetin operasyonlar vasıtasıyla belirsizleştirilen geleceğini teminat altına alarak kudretlenmesi, tam da onu geleceksizleştirmeye çalışan güçlere karşı geleceğin ta kendisi olduğunu “burada ve şimdi” tüm somutluğuyla topluma anlatabilmesinden geçiyor.    


[1] Rejimin kendine has yapısı için bkz., Z. Yılmaz, Erdoğan’ın Başkanlık Rejimi: İstisnai Cumhuriyetten Parsellenmiş Devlete, İstanbul: İletişim Yayınları, 2022.

[2] Sinem Adar, Ümit Akçay ve Sinan Birdal gibi pek çok akademisyen, özellikle sosyal medyada rejimin konsolidasyon krizine uzun süredir dikkat çekiyorlar.

[3] Kemal Can’ın bu bağlamdaki yorumlarının çok isabetli olduğunun altını bir kez daha çizmiş olayım.

[4] Korkut Boratav’ın ve Özgür Orhangazi’nin yazıları özellikle bu bağlamda çok aydınlatıcı.