CHP Kaybederse? (V): Barışa Taraf, Demokrasi Mücadelesine Ortak Olmak

19 Mart sonrası Türkiye siyaseti bir kez daha olağanüstü hâl benzeri bir süreci deneyimlemeye başladı. Elbette ne Türkiye’nin bir operasyonlar cumhuriyetine dönüşmüş olması ne de muhalefetin hukuk eliyle disipline edilmeye çalışılması yeni; fakat hukukun araçsallaştırılmasının ve siyasetin yargı eliyle dizaynının yeni bir aşamasıyla karşı karşıya olduğumuzu da göz ardı edemeyiz. Toplumu krizler aracılığıyla yönetme siyaseti, çevreden gündelik hayata sarsıcı pek çok felaketle de iç içe geçerek, toplumun her kesiminde gelecek kaygısını daha da şiddetlendirirken, bir tür ortaklık duygusu geliştirmenin de önüne geçiyor. Daha büyük sorun ise, bu süreçlerin hepimizde yarattığı bıkkınlık ve bezginliğin ötesinde, bu tür anlarda iktidarın kasıtlı olarak muhalefet içinde bir tür reaksiyoner “akıl tutulmasını” da besliyor oluşu. Muhalifler arasında yapıcı ve kurucu bir iletişimin önünü kesmek, bir anlamda günümüz baskıcı rejimlerinin alamet-i farikası haline gelmiş durumda.

Türkiye siyasetinin bitmek bilmeyen olağanüstü hal koşullarında biçimlenmesi, siyasal aktörlerin niyetlerinin ve stratejilerin her daim karanlıkta kalması, ne iktidar ne de muhalefet cenahında yer alan siyasetçilerin yaptıklarından ya da yapmadıklarından dolayı hesap  veriyor oluşu ve Türkiye siyasetine uzun zamandır hakim olan kaba güç mücadelesi, sahip olunan niyetlere, amaçlara ve izlenen yollara dair esaslı bir karartma ortamı yarattığı gibi, tüm toplumun üzerine de bir tür “cehalet perdesi” örtüyor ve muhalifler arasındaki siyasal iletişimi de öfke, maraz ve husumetle yüklüyor. Böyle bir ortamda entelektüeller arasında da hakikati söyleme çabası, yerini söyleyenin dile getirdiği hakikatten fazlasıyla emin olmasıyla malül olan, hüküm beyanlarına bırakıyor. Sosyal medya influencer’lığının, “kültürel çalışmanın ana modeli” haline gelmesi, akademisyeninden gazetecisine herkesi bir “yargı dağıtıcısı”na dönüştürmüş durumda ve bu yargıların alıcı tarafta öfke, reaksiyon ve hınç yaratarak onaylatılması giderek yaygınlık kazanıyor.        

19 Mart sonrası yürütülen operasyonlarla ve yeniden başlayan barış süreci ya da daha doğru bir ifadeyle “normalleşme” süreci ile beraber bu reaksiyoner akıl tutulmasının içerisinde kendimizi yeniden bulmuş durumdayız. Bu iki sürecin eş zamanlı olarak gerçekleşiyor olması ve aralarındaki açık çelişki, pek çokları için bir kısmi meşru da olan kaygıların, şüphelerin ve kimi tahminlerin dolaşıma sokulmasına neden oldu, fakat haklı olan endişelerin yanında, özellikle sosyal medyada sürece yönelik, muhalefet cenahında kolektif birlik oluşturulmasının önüne geçecek tarzda iş gören bir reaksiyonerlik ve kolektif histeri de ortaya çıkmış durumda. Bu kolektif histeri ile mesafelenerek aslında iktidarın türlü yollarla muhalefete empoze ettiği “akıl tutulması”nı aşmanın yolunu bulmak ve toplumsal barış ve demokrasi mücadelesi eksenin de geniş bir muhalefeti örgütleyecek temel ilkeleri nasıl geliştirebileceğimizi düşünmek zorundayız; fakat bu süreçte DEM parti ve CHP gibi muhalefet partilerine çok önemli bir görevler düşüyor.     

Mevcut iktidar blokunun ve rejim yapısının, demokratik bir çözüm etrafında bu tür bir süreci nihayetine erdirmesinin eşyanın doğası itibariyle imkânsız olduğu şerhini baştan düşerek, adına ne dersek diyelim barış sürecinin, demokrasiyi dert edinenlerin kolayca yüz çeviremeyeceği ve çevirmemesi gereken bir süreç olduğunu bir kez daha not edelim. Bunun nedeni, Kürt meselesinin Türkiye siyasetinin temel hatlarını yapılandıran, mevcut rejimin de bolca suiistimal ettiği, yasal ya da yasa üstü olağanüstü hâl durumunun etrafında düğümlendiği temel mesele olmasıyla ilişkili. Bu sorunun çözülmemiş olması, devlet merkezlilik, sembolik siyasetin ifade özgürlüğünü sınırlaması, olağanüstü karakterde yasalar aracılıyla zırhlandırılmış yürütmenin imtiyazının devlet yönetiminde merkezi rol oynaması, kendi dar çıkarlarına odaklanmış olan, devletçi-milliyetçi ve şimdilerde Erdoğancı da olan bir elit kesimin siyasette, yargıda, orduda, medyada ve eğitim alanında hakim hale gelmesi gibi, Türkiye siyasetini belirleyen pek çok özelliğin varlığını sürdürmesine de yol açıyor. Daha önce de belirttiğim gibi, “mesele sadece devlet iktidarının olağanüstü bir iktidar üzerine kurulu hale gelmesi de değil. Aynı zamanda toplum da hem ortada temel ve kurucu bir adaletsizlik hem de bir tarafı yok sayan dışlayıcı bir bölünme olduğu için şiddet yükleniyor. Sivil olmayan ve şiddet tekelini bile zaman zaman elinden kaçıran bir devlet ister istemez sivil olmayan bir toplumu da beraberinde yaratıyor. Bu bağlamda Kürt meselesinin çözümsüzlüğü sadece Kürtlerin haklarının yol sayılması demek değil. Elbette bu meselenin en can yakıcı kısmı, ama aynı zamanda sivil ve kapsamlı hakları içeren bir yurttaşlığı Sünniler, Aleviler, Türkler, gayri-Müslimler ve diğer tüm toplumsal kesimler için de düşünememek demek.”[1]  

Yukarıda bahsettiğim nedenlerle, 1980 sonrasında Türkiye siyaseti tümüyle Kürt meselesinin çözümsüzlüğünün ve yaratılan şiddet ortamının baskıcı ortamında şekillendi. Bu sorun bahanesiyle yaratılan olağanüstü uygulamaların hepsi zamanla olağanlaştı ve toplumu ohal uygulamaları aracılığıyla yönetmek de bu süreç içerisinde normalleşti. Tüm bu uygulamaların en ağır bedelini başta yoksul Kürt ve Türk'ler olmak üzere, Türkiye'nin tüm ezilenleri beraber ödedi. Bugün de bu bedeli farklı şekillerde ödemeye devam ediyorlar. Devleti yönetenlerin bilinçli çabasıyla, Kürt meselesi etrafındaki şiddet yüklü çatışma mantığı, yıkımı, yoksullaşmayı, hıncı, öfkeyi, şiddeti ve kutuplaşmayı toplumda normalleştiren ve devleti güvenlik elitlerinin eline teslim eden en temel unsur haline geldi ve devleti yönetenlere, siyasal alanda kimin meşru kimin meşru olmadığını, kimin kabul edilebilir kimin kabule edilemez olduğunu belirleyecek asli kriteri sundu.  

Bu durumun çok iyi farkında olan Erdoğan ve AKP, ilk çözüm sürecini başından itibaren kendi siyasal istikbaline endeksli ve devlet erkânı arası bir süreç olarak yönetmeye dikkat etti. Bu bağlamda süreç esnasında sivil topluma “gönülsüz” ve kısmi bir rol verildi. Birinci çözüm süreci aslında sürecin bu tarzda yürütülmesinin onu ne kadar kırılgan hale getirdiğini de ortaya koymuş oldu.[2] Sürecinin neden sonlandığının ardındaki gerekçeleri bugün de tam olarak bilmiyoruz. Türkiye, Kürt meselesinde siyasal aktörleri güçlendirmeye ve mevcut denklemi bozarak siyasetin alanını genişletmeye en çok, birinci çözüm sürecinde değil, onun kısmi olarak alan açtığı, 7 Haziran 2015 seçimlerinde yaklaştı. Tam da böyle bir ihtimalin ortaya çıkmasının ve AKP’nin tek başına iktidar olma imkânını yitirmesinin ardından, HDP ve Selahattin Demirtaş, yürütülen şiddet siyaseti aracılığıyla hem devlet hem de örgüt tarafından paralize ve pasifize edildi ve bir egemenlik ilanına dönüşen hendek çatışmalarıyla Kürt toplumu ve Türkiye çok ağır bedeller ödedi. Görebildiğim kadarıyla süreç sonrasında, Kürt hareketi tarafında da kimse ne yaşananların ve izlenen şiddet siyasetinin sorumluluğunu ne de bu süreçte yaptığı hataları üstlendi. Bir kez daha Kürt meselesi, özellikle bölgede ağır yıkımlar yaratarak, bir güvenlik sorununa ve toplumu dizayn etmenin asli aracına dönüştü.

Uzun bir aranın ardından, bugün bir kez daha, çok yüksek ihtimalle uluslararası gelişmelerin de etkisiyle adına "çözüm" diyemesek de bir tür "normalleşme", devletin olağanüstü siyasete dayalı uygulamalarını görece denetim altına alarak, bir tür kendi iktidarını olağan hukuk aracılığıyla sınırlamayı kabule “yanaşma” süreci ile karşı karşıyayız. Ana muhalefete yönelik son baskıların da ortaya koyduğu gibi, haklı olarak böyle bir hamlenin hâlihazırda katmanlı bir ohal düzeneğine dayanan rejiminin ana yapısıyla uyumsuz ve dolayısıyla da barışın ve demokrasinin mevcut rejim içerisinde olanaksız olduğu ileri sürülüyor. Bu iddianın elbette bir doğruluk payı da var; fakat bu sürecin mevcut yürütülme şekliyle "barış" ve "çözüm" gibi büyük sonuçları hemen ortaya koyma olasılığı çok düşük olsa da atılan adımların, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinde devlet iktidarının yeniden hukukileşmesi baskısını artırarak, mevcut rejimi kaçınılmaz bir iç çatışma içine sokacağı da aşikâr. Buradaki temel itiraz noktası, yanlış bir bicimde zor ve baskının uygulanmasında bir tarafın kayırıldığı düşüncesi üzerine kurulu olan “Kürtlerle barışıp, seküler Türklere otoriterizm sopasını gösteremezsiniz” söylemi yerine, barışın ancak herkes için “hak, hukuk ve adalet”in tesisiyle gelebileceği ilkesi üzerinden geliştirilirse, rejimin hukuk devletini askıya alarak süreci yürütme çabası sekteye uğrayabilir ve demokrasiyi hedefleyen daha geniş bir muhalefet ittifakı örülebilir.     

Elbette sürecin rejimi içerisine sokacağı çatışmanın alacağı düzeyi ve bunun içeriğini şimdiden kestirmek oldukça zor ve geçmişe bakınca karamsar olmak için de yeterince nedenimiz var; fakat aklın karamsarlığı ekseninde tüm bu hakikatleri göz önünde tutarak, iradenin iyimserliğiyle bu sürece dahil olan ya da dahil oluyormuş gibi yapıp aslında kendi hesaplarını yürüten tüm egemen aktörlere karşı, atılan adımların gerçek bir çözüm ve yeni bir cumhuriyet/demokrasi projesine evirilmesi için, öncelikle sürecin "sivilleşmesi", yani devlet erkanının iç "pazarlık" mevzusu olmaktan çıkarak, bir tür şeffaflık içinde toplumsallaşması için caba harcamak gerekiyor. Aynı süreçte ana muhalefetin alacağı tutum, AKP-MHP ittifakının murat ettiğinden farklı bir sonucun ortaya çıkmasını da sağlayabilir. Bunun için, tüm aktörleriyle beraber, süreçten bağımsız olarak, yerel iktidarların güçlendirilmesi, temel kültürel hakların tanınması ve eşit yurttaşlığın kurumsallaştırılması gibi unsurları içeren, "barışta ortaklaşırken yeni bir cumhuriyet/demokrasi mücadelesinde birleşmenin" programının ortaya konulması ve de eşzamanlı olarak toplumsal barış, eşitlik ruhuyla yenilenmiş bir cumhuriyet ve güçlü yurttaşlık eksenli bir toplumsal ittifakın, memleketin tüm ezilenleri arasında ana muhalefet eliyle inşa edilmesi lazım.  

Daha önce de belirttiğim gibi, “sadece Erdoğan’ın elinden, seçim kazanmak, mevcut rejimi tahkim etmek ve muhalefeti kendi taraftarları gözünde gayri-insanileştirmek için her defasında başvurduğu kimlik temelli kutuplaşma ve güvenlik siyaseti ile 'terör' söylemini almak için değil, mevcut başkanlık rejimini kapsamlı bir dönüşüme tabi tutmak için de toplumun şiddet araçlarına dayalı bir manipülasyonunu kolaylaştıran ve adaletsiz bir toplum dayatan bu meseleye bir çözüm önermek zorundayız… Çözümsüzlük, konjonktürle gevşemeler olsa da güvenlik merkezli ve milliyetçi dozu yüksek bir siyasetin siyasal alana hâkim olması ve bu siyasetin özgür, bağımsız ve güçlü bir yurttaşlığı her daim bastırması demek olacaktır. Bu kadar çetrefilli, içerisinde tahripkâr bir adaletsizlik ve yıkım barındıran bir soruna birilerinin elinde bir çözümle çıkmasını beklemek elbette haksızlık olur, fakat bizleri çözüme götürecek yöntem, usul ve kurumlar topluma iyi anlatılırsa ve bu amaçla geniş bir ittifak oluşturulursa, Türkiye toplumunun ve muhalefetin bir şansı olduğunu düşünüyorum.”[3]

Çok muhtemel ki Cumhurbaşkanı Erdoğan bu süreci yeniden referandum temelli bir kutuplaşma organize etmek ya da kendi iktidarının süresini uzatacak bir anayasa değişikliğini hayata geçirmek için kullanmaya çalışacak. Sürecin şu anki şeffaf olmayan yapısı da bu tür kaygıları doğal olarak besliyor; fakat normalleşme süreci aktörlerin murat ettiğinden başka bir şeye evirilme potansiyeline de sahip. Süreç, eğer doğru yönde siyasallaştırılırsa mevcut rejimi ister istemez siyasal alanı genişletmek ve toplumsal muhalefetin meşruiyetini kabul etmek zorunda bırakabilir. Normalleşme, hukukun askıya alınmasının terk edilmesini gündeme getirerek, mevcut rejimi, yargının bağımsızlığını ortadan kaldırmak vasıtasıyla el koyduğu yasal ve yasal olmayana karar verme hakkını terk etmeye zorlayabilir. Bu bağlamda atılacak her normalleşme adımı, tam da rejimin bir tür olağanüstülük üzerine kurulu olmasından kaynaklı, ancak mevcut rejimin dönüşümüne ve yeni bir cumhuriyet fikrine alan açılmasıyla mümkün ve Erdoğan ve müttefikleri tam da bu durumun farkında olduğundan, aslında hiçbir şeyi değiştirmeden her şeyi değiştiriyor izlenimi vermek için, “millet sistemi” gibi önerileri gündeme getiriyor.     

Fakat Gezi’den beri süregelen tüm toplumsal mücadelelerin ortaya koyduğu gibi, yeni bir cumhuriyet, eğer böyle bir şey bu topraklarda bir gün mümkün olacaksa, Erdoğan ve müttefiklerinin istediği gibi toplum mühendisliğiyle tepeden dayatılacak olan “millet sistemi” ve “İslam kardeşliği" zorlamasının değil, "keyfi yönetim karşıtlığı, eşitlik tutkusu ve zora boyun eğmeme özgürlüğü" etrafında bir araya gelmeye başarmış, "başkaldıran yurttaşların" eseri olacak. Bu süreçte elitler arası müzakereyle sınırlı olmayan, barışı toplumsallaştırmak amacıyla atılacak adımlar, iktidarın elinden kolay siyaset yapma ve muhalefeti düşmanlaştırma araçlarını almanın yanında, bu tür bir yurttaşlığı güçlendirerek, eşitlik tutkusu üzerine kurulu bir cumhuriyeti hayata geçirmenin en temel koşulu olan “şiddetsizlik” ortamına katkı sunabilir. "Barışta taraf, demokrasi mücadelesinde ortak" olmak, bu sürecin parçası olan aktörlerin niyeti ne olursa olsun, eşitlik ve güçlü bir yurttaşlık üzerine kurulmuş yeni bir cumhuriyet projesini hayata geçirmek için ihtiyacımız olan ortaklık zeminini oluşturmanın yolunu bugünden açabilir.


[1] Bkz,. Zafer Yılmaz, Doç. Dr. Yılmaz: Siyasetin normalleşmesi Kürt sorununun çözümünden geçiyor, Mezopotamya Ajansı, 24 Haziran 2024,https://www.mezopotamyaajansi35.com/

ANALIZ/content/view/245641.

[2] Bu bağlamda Cuma Çiçek’in değerli çalışmalarına bakılabilir. 

[3] Bkz., Doç. Dr. Yılmaz: Siyasetin normalleşmesi Kürt sorununun çözümünden geçiyor, Semra Turan ile röportaj. https://www.mezopotamyaajansi35.com/ANALIZ/content/view/245641?fbclid=IwY2xjawLrPJFleHRuA2FlbQIxMQABHqO9Wgy654apSCQbm81K75rYQtRzbcgn_cXITytDT6nZZ_IU35wWa8ybRmde_aem_uBm51vMSMtzk90QgVCZq3Q