Murat Belge, yıllar önce kaleme aldığı bir gazete yazısında kavram kargaşasının sebeplerini açıklamaya giriştiğinde, güçlü ve bilinçli bir çabaya dikkati çekerken aynı zamanda her şeyi yarım yamalak, olabilecek en yüzeysel biçimde öğrenmenin zararlarına da işaret eder ve tembellik gibi son derece insana özgü bir davranışı da zikretmeyi ihmal etmez. Özetle, bilinçli çarpıtma ve bilgisizlik iç içe geçer kavram kargaşasında. Birinin boşluğunu diğeri doldurur! Bu yüzden de gündelik hayatta tanık olduğumuz bazı olguları ya yanlış anlarız veya yanlış anlamamız bizzat olguyu yaratanlar tarafından önceden tasarlanmıştır. Bu paragraf böylece en üstte dursun, o zaten yol göstericiliğini ve kılavuzluğunu yazı boyunca bize hissettirecek.
Geçenlerde akademisyen Turgay Gülpınar’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan Yerel Hükümet: Gültepe - Bir Özerklik Deneyimi (1973-1980) adlı eserini okudum ve bitirdiğimde içimden şöyle dedim: “Bu kitapta bilim var!” Çünkü müellif Türkiye’nin ve İzmir’in yakın tarihine damga vurmuş bir vakayı anlatırken onu tüm yönleriyle analiz ediyor, bunu yaparken doğru bilinen yanlışları irdeliyor, ama asıl önemlisi birbirine yakın kavramların nasıl yanlış kullanıldığını ve birinin yekdiğerinin yerine neden tercih edildiğini alçakgönüllülükle göz önüne seriyor. Gültepe öyküsündeki kasıtlı aldatmacaları izah ederken de hâkim otorite tarafından -özerklik karşıtı merkez olarak da okunabilir- vuku bulan eylemlerin nasıl ters yüz hale getirilip kamuoyuna servis edildiğini, diğer taraftan yine aynı metot güdülerek karşıtını mahkûm edecek hukuki suçlamalara tuhaf yollarla zemin arandığını da örnekleriyle ortaya döküyor. Hemen kitapta yazar tarafından önemle dikkati çekilen kavram kargaşalarından birkaç örnek verip eseri ana hatlarıyla inceleyelim.
Adem-i merkeziyet ile özerklik, imece ile komün, aracısız tanzim satış ile belediye esnaflığının birbirine karıştırılması; yine merkeze göbekten bağlı belediyeler eliyle yeni rant alanları yaratmanın halk yararına arsa üretmek gibi ulvi bir amacın örtüsü altına gizlenmesi, semtte veya yörede kendiliğinden oluşmuş özsavunma timleri eylemlerinin oligarşinin yayın organları tarafından beldeye sızmış teröristlerin mahallelerde kurtarılmış bölgeler inşa etmesi şeklinde lanse edilmesi gibi. Örnekler çoğaltılabilir. Başlangıçtan itibaren Gültepe’deki özerklik deneyimini simgeleyecek ve ara sıra birbiriyle karıştırılan, oligarşinin ise toplumu yanıltma amacıyla birbirinin yerine geçmesini arzu ettiği anahtar kavram öbeklerinden en önemlileri bunlar. Gelelim Gültepe’nin öyküsüne.
Alsancak, Basmane ve bu iki semte ek olarak Kemeraltı girişindeki hükümet konağı baz alınırsa, 1950’lerin hemen başında şehir merkezine üç-dört kilometre uzaklıkta, fundalık, makilik ve yer yer ormanlıklardan oluşan ıssız tepeler ve vadilerden ibaret bir yerdir Gültepe ve Samantepe. Yavaş yavaş ilk gecekondular inşa edilmeye başlandıktan sonra 1960’ların başında nüfusu otuz binlere dayanmıştı ama elektrik hâlâ lükstü ve koca koca mahalleler gece olunca karanlığa gömülüyordu. Su sıkıntısı kangrenleşmiş bir sorundu ve bunun üzerine düzgün bir kanalizasyon sisteminin olmaması da yerleşimcilerin belini büküyordu. Bir tür öteki İzmir’di. Ulaşım sistemi mevcut olmadığından sabahleyin aşağı şehre hayatını kazanmaya yayan inenler, evlerine dönerken de dik yokuşları iman gücü ve peygamber vitesiyle aşmaya çalışıyor, mesaiye her gidiş dönüş belde sakinlerine hac yolculuğuna benzer külfetleri yaşatıyordu. İlk belediyelik oluştuğunda da seçimle gelen başkanların ödenek almak için İzmir belediyesinin kapısını aşındırmaktan başka çaresi yoktu. Gerçekten öyle miydi? Başka bir çıkış yolu dünya üzerinde yok muydu? Cevabı Lawrence Pratchett’e dayanarak Gülpınar veriyor: Merkezi müdahaleden azade olmak, belirli sonuçlar üreten iradeye sahip olmak, yerel kimliği yansıtmak. Peki Gültepe sonraki yıllarda bu özerklik tanımına uygun bir şeyler yapabildi ve başarılı oldu mu? Cevabı kitapta.
1970’ler Türkiye’de sosyalist mücadelenin hayli revaçta olduğu ve iktidarları sarstığı yıllardır. Bir de buna doğu toplumlarına özgü karizmatik bir liderin varlığı eklenirse Gültepe’nin de bundan nasibini aldığı aşikardır. Kendisi de sol gelenekten yetişmiş efsane belediye başkanı Aydın Erten ve çevresindeki devrimcilerin Paris komünü hakkında okumaları olduğunu varsayarsak, en azından otonominin aşağıdan yukarıya doğru bir hareketle kendini gösterdiği konusunda fikir birliği içinde olduklarını rahatlıkla görürüz. Ancak teori ile pratik ayrı şeylerdir ve yine Gülpınar’ın da fark ettiği gibi gecekondu bölgesi Gültepe’nin teknik sorunları hep öndedir. Mutlak özerkliğe, bağımsız bütçeye, vergi salmaya, eğitimin, güvenliğin hatta mülklerin yönetimine gelesiye kadar belde sakinlerinin insanca yaşamasını zorlaştıran ulaşım, barınma, susuzluk ve elektriksizlik gibi problemleri vardır. Fakat determinist bir gözle bakıldığında, yaşanan tecrübelerin kimi zaman merkezin aşırı öfkesini çektiğini ve buna sebep olan faktörlerden bir kısmının da devletin kuruluş kodlarında yattığını görürüz. Örneğin Erten’in barınma sorununa çözüm bulmak için arsa üretiminden söz etmesi ve bazı sahipsiz arazileri parselleyerek evi olmayanlara dağıtması tüm şimşekleri üzerine çekmesine sebep olur. Sadece sağ iktidarı değil, sosyal demokrat belediyecilik yaptığını söyleyenleri de irkiltir bu davranışı. Dönemin CHP il başkanının açıkça ifade etmese de Erten karşıtlığı bilinmektedir. Özetle, 1950’lerden itibaren merkezin hazine arazileri -hatta askeri araziler- üzerine ev yapılmasına göz yummasıyla yerelin bizzat bu işi örgütlemesi arasında çokça fark vardır. Hadi bayındırlık işlerinin bir kısmı merkez tarafından yerele devredilmiştir de politik güç olmanın önemli göstergelerinden biri olan mülk idaresi, kamu örgütlenmesinin en önemli aparatlarından biridir ve merkezin haricinde bir yönetimin bu gücü kullanması kaosa işaret eder ve asla kabul edilemez.
Türkiye’de geniş kapsamlı olarak 1960’larda başlayan ve 1980’de kesintiye uğrayan sosyalist mücadelenin ve onun karşısında yer alan sağ paramiliter grupların savaşımı, özerklik konusundaki vaka analizlerinde bazı nüansların yeterince anlaşılmasını engeller. O yıllardaki sağ basına göre Fatsa’da ve Gültepe’de yaratılmak istenen şey küçük Moskova’lardır. Oraya buraya kızıl bayrak çeken militanlar bu türden kurtarılmış bölgeleri çoğalttıkça vatanı en sonunda Sovyet Rusya’ya peşkeş çekip komünizmi getireceklerdir. Halbuki burada fark edilemeyen ve bilerek yanlış yansıtılan şey bir rejim değişikliği özleminden ziyade yeni bir anlam arayışıdır. Çünkü 1950’lerden itibaren modern kentlerin çeperlerinde oluşan gecekondular teknik olarak kendi seçimleri dışında başka bir varoluşu gerçekleştirdikleri için ellerinde olmadan yeni muhayyileler peşindedir. Köyden kente göç ederek eski aidiyetlerini terk etmişlerdir ve yeni geldikleri yerde de yabancı ve aşağı görülen varlıklardır. Peki bu yeni kimlik ve mana arayışı mahrumiyetle birleşirse ne olur? Elbette bu yeni kentliliğin manevi anlamdaki inşa sürecinde ona yardım edecekler çıkacaktır ve yeni mekânda heteronomiyi dibine kadar yaşayıp inkâr etme sürecine girişen ama nasıl mücadele edeceğini de sezemeyen gecekondulu birey, yanında düzene karşı çıkan sol devrimcileri bulur. Onların yokluğunda ve sol romantizmin ölümünde ise tanımlar da evrilir. Varoş, apaçi, kıro, barzo yakıştırmaların en hafifidir. 2000’lerden itibaren büyük kentlerde metrolarla merkeze ulaşımın daha da kolaylaşması ise bu kalabalıkları daha da görünür hale getirir. Ancak o başka bir evren, başka bir hikâye. Şimdi konumuz yetmişler ve devrim yılları.
Gülpınar’ın eserinde dikkat çektiği diğer bir nokta da, Türkiye’de özerkliğin talep etme ya da ilan etme arasında sıkışan mücerret bir yapıya evrildiğidir. Teknik bir inşa ülkenin tarihi göz önüne alındığında Avrupa’dan farklı olarak hiçbir yerde görülmez. Bu yüzden adem-i merkeziyet çoğu yerde muhtariyet olarak algılanır. Osmanlı’dan devralınan İstanbul, İzmir gibi tarihi kentlerdeki belediye varlığını ayrı tutarsak, taşrada 1921 anayasasıyla bucak idarecilerinin bile seçimle gelmesi usulü yer alırken, 1924’te şura yönetimi gibi Sovyetler Birliği’ni hatırlatacak her türden terimin kanun metinlerinden çıkarılması ve merkeziyetçiliğe dönüş, sonraki yılların da ipuçlarını verir. Bu, eğitime de yansır. Şehirlerde 2. Abdülhamit döneminde planlaması yapılan iptidai, rüştiye, idadi, sultani gibi seviye derecelendirmeleri ve yapı aynen korunurken sadece bu okulların adları değiştirilir, tevhid-i tedrisat yoluyla sekiz bine yakın dinî okul kapatılırken istatistik cetvellerinde 1900’lerin başlarındaki eğitim kurumu sayısıyla 1950’lerdeki sayı aradan geçen elli yıla rağmen birbirine çok yakın seyreder. Taşrada ise Köy Enstitüleri ile rıza üretimi yalnızca köylerde yapılabilecek talim ve terbiyeye işaret eder. Bingo! Sonuç, 1970’lerin ilk yarısında bile ortaokul öğrenimi için Alsancak ya da Tepecik ve Basmane’ye inmek zorunda kalan ve şehrin kenarı diye nitelendirilebilecek Çamdibi, Mersinli, Gültepe ve Samantepe’li arkadaşlarımız, kısacık bir sırada üçer kişi oturmanın sıkıntıları ve hınca hınç dolu minimum elli kişilik sınıflar. On yılda onbeş milyon yaratmıştık her yaştan, ama altyapıyı es geçmiştik. Ancak 2000’li yıllarda Gümüşpala ve Yamanlar gibi karşı kıyının eski gecekondu mahallelerinde onbeş-yirmi kişilik ilköğretim sınıflarını gördüğümde işbu satırları karalayan şahsımın da derin derin düşünmesi bundandır.
Kitabın en vurucu saptamalarından biri, -Prof Dr. Fehmi Yavuz’a dayanarak- batıda olduğu gibi çatışmalı bir tarihî süreçten geçmeyen ülkemiz belediyelerinin merkezi yönetim karşısında bir vasıf kazanamayacağıdır. Bu tezi tamamlayan unsur ise bu kez Ruşen Keleş’ten alıntılanarak, belediyelerin Türkiye’de kökü bulunmayan ve batının istekleriyle onları taklit ederek kurulan örgütler olduğudur. Ancak yine de Gülpınar bu tezlere temkinli yaklaşır, belediyelerin halka yabancı bir kurum olduklarını savunmanın yetersizliğine işaret eder ve 1854’teki Şehremaneti Nizamnamesi’nden bahsettikten sonra onu yenileyen 1877 Dersaadet Belediye Kanunu’ndaki federatif yapının izini sürer. Ancak cumhuriyet dönemindeki tek parti yönetiminin içişleri bakanına göre belediyeler devletin koruması ve yardımına muhtaçtır. Muavenet ve veraset! Peki bundan sıyrılmak nasıl mümkün olabilir? Bu paragrafın ilk cümlesinde yazıyor. Çatışma yoluyla! Gültepe’de yaşanılan buydu. Gecikmiş bir çatışma.
Gültepe sakinlerinin 1970’lerdeki önemli sorunlarından biri de geçim sıkıntısıydı. Belediye buna çare bulmak ya da en azından bir nebze olsun hafifletmek gayesiyle tanzim satış mağazaları açar. Aydın Erten’in bir hayali daha vardır. Ekmek fabrikası. Çünkü aynı yıllarda ülkedeki fırıncılar -nedendir bilinmez- tuhaf talepler peşinde koşmaya başlar. Kimi zaman beyaz ekmeği aynı fiyata satamayacaklarını ve esmer ekmek üretimine ağırlık vereceklerini, kimi zaman düşen kâr marjları yüzünden bakkallara dağıtmayıp ürünlerini bizzat halka ulaştıracaklarını beyan etmeleri, bazen cumartesi, bazen de pazar günleri üretimde bulunmayacaklarını kendi işveren sendikaları yoluyla gazetelerde ültimatom verircesine haber ettirmeleri, bitmek tükenmek bilmeyen gramaj ve fiyat ayarlama istekleri, özellikle dar gelirli kesimi canından bezdirir. Gültepe’de ekmek fabrikası hiçbir zaman gerçekleşmese bile merkezle çatışma anlarında belediye başkanının yanında yer alan direniş komitelerinin kimi zaman fırınlardaki mamullere el koyma ve ücretsiz dağıtımı gibi radikal eylemleriyle fırıncılar en azından beldede daha dikkatli davranırlar. Tanzim satış vakası ise daha değişik seyreder. Aracısız satış sloganıyla un, şeker, tahıl, bakliyat gibi temel gıda maddelerinin doğrudan halka sunulması belediye marketleriyle mümkün olsa bile bunun sürdürülebilirliği konusunda derin şüpheler ortaya çıkar. Uygun fiyata mal temin edildiğinde belediyenin kendi dükkânlarında minimum nakliye ve personel maliyetiyle ucuzluk mümkün olabilmektedir ama enflasyonist ortamda bunun devamlılığı nasıl sağlanacaktır? Tanzim satışlar yoluyla tüketimin planlaması istendiği gibi yürümemektedir. İmdada Tariş yetişir. Bir Türkiye klasiği olarak ülkedeki iktidarlar değişip kamu kurumlarında da yöneticiler yenilenirken Ecevit hükümetinin kooperatifçi bürokratlarından Erdinç Gönenç, Tariş genel müdürlüğüne getirilir. Bu, Gültepe ve tanzim satışlar için büyük şanstır ve Aydın Erten bunu iyi çok iyi kullanır. Tariş zorda kaldığında da yine Erten ve Gültepe halkı yardımlarına koşar. Sonu çok trajik bitse de 1980’deki Tariş direnişine en büyük desteği Çimentepe’lilerle Gültepe’liler verir.
Aydın Erten’in başkanlığı dönemindeki en büyük şanssızlığı ise bütçe ve planlamada kendini gösterir, bir süre sonra işçisinin maaşlarını ödeyemez duruma gelir. Yol yapmak, kanal kazmak, istinat duvarı örmek, su borusu döşemek gibi inşaat işlerinde geçmiş yıllarda imece usulüne başvurulmuş ve sonuç alınmıştı. Bu kez belediye-topluluk-dernek üçgeniyle bu tür alt yapı işleri kısa bir sürede kotarılmış, belediye fen işleri müdürlüğünün ücretsiz desteğiyle örneğin Atamer Mahallesinde kanalizasyon ve temiz su dağıtım ağı bitmişti. Bu tür örnekler çoktu. Özneleri ise sosyalist gençlerdi. Gecekondu üretiminin ana malzemesi olan briket imalatını da belediye kurduğu bir fabrikayla üstlenmişti. Ucuz kömür dağıtımı da yapılıyordu. Ancak ödenek, yardım, kredi müsellesinin tek kaynağı olan iller bankası aracılığıyla merkezden pay alma yolu bürokratik engeller yüzünden sık sık tıkanıyordu. Bunu aşmak için bizzat başkanın yaptığı Ankara ziyaretleri de sonuçsuz kalıyordu. Kimi zaman aylarca maaş alamayan belediye işçilerinin grev yapmaktan başka bir çaresi yoktu. Erten ve çevresindekilerin işçilerle birlikte belde halkına bunu etraflıca açıklamasıyla da tepkiler yerel yönetime değil merkez iktidara yöneliyordu. Zaten Ankara’dan para gelip de birikmiş maaşlar ödenince sorun kalmıyordu. Kim bilir, tüm yaşadığı meşakkatlerden sonra bile Gültepe halkının büyük çoğunluğunun Aydın Erten’e olan sonsuz güveni, biraz da bu yüzden kem gözlerin külliyen onun şahsına yönelmesine yol açmıştı.
Sonuçta Gültepe ile bir özerklik tecrübesi yaşanmıştı. Bizde counterfactual history mefhumu pek gelişmediğinden ve bir çeşit kurgu bilim olarak algılandığından, tarih başka bir biçimde aksaydı bu tür deneyimlerin ülkeyi bir doğu bloku ülkesine mi, yoksa İsviçre’ye mi çevireceğini tartışmak Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzeyecek. Onun için bu naçizane tanıtım yazısını bitirmek daha doğru olacak. Fakat yine de birkaç cümle söylemeden geçemeyeceğiz.
O tarihlerden elli altmış yıl önce şehirlerde kendi burjuvasına ve taşrada küçük imalathaneleri vasıtasıyla manüfaktür üretim yoluna girip pre-kapitalist dönemi yaşayan işinde, gücünde, kasabalı, mazlum vatandaşlarına acımayanlar, emperyalist kampların kendi aralarındaki çatışmasını ihtiva eden dünya savaşına bodoslama dalıp yetişmiş ve eğitimli insan kaynağını birkaç senede sıfırlayanlar, gecekondulu fakir fukaraya, garip gurabaya mı acıyacaktı? Huzur ve güven ortamı deyyu deyyu ipek böceği kozasında öldürüldü, bahane mi bulunamayacaktı!





