İzmir’e Uygulanan Sessiz Kuşatma

1970’li yılların sert politik ikliminde, şehirlerimizin ufkunda yeni bir yönetim anlayışının parıltısı belirmişti: toplumcu belediyecilik[1]. Ancak bu deneme, sadece ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik bir kuşatmanın hedefindeydi. Milli Cephe hükümetleri, toplumsal eşitlik, kamusal hizmet ve yerel dayanışma gibi kavramları devletin bütünlüğüne tehdit olarak kodladı. CHP'li yerel yönetimler halkçı projelerle yoksul mahallelere nefes olmaya çalışırken, merkezi yönetim İller Bankası’ndan akan kaynağı kısıp nefesi kesmekte beis görmedi. Bütçe, bir idare aracı olmaktan çıkarak cezalandırma aracına dönüştü. Bu tutum, ekonomik krize karşı kemer sıkma politikası olmanın dışında idari kuşatmanın yerel ölçekli bir versiyonuydu: Hizmeti engelle, sonra da “yetersiz” ilan et.

CHP’li belediyelerin sosyal konut yapma ve toplu ulaşımı sübvanse etme gibi temel ihtiyaçlara dönük projeleri, başkentin soğuk koridorlarında ya sürüncemeye bırakıldı ya da keyfi gerekçelerle yok sayıldı. Adalet Partili belediyelere açılan musluklar, CHP'li belediyelere gelince paslı bir vanaya dönüştü. Oysa halkın talebi ulaşım, barınma, temizlikti… Ama hükümet için bu uygulamalar ideolojik bir tehdit olarak kodlanmıştı. Ne yazık ki haklı oldukları tek şey buydu.

Bu yıllarda belediyecilik bir teknik uzmanlık değil, ideolojik bir direniş biçimiydi. Alternatif finansman modelleri arandı: kooperatifler, üretim birlikleri, doğrudan halktan alınan katkı payları… Mali özerklik, kırıntıların ötesinde kararlılıkla örülmeye çalışıldı. Fakat bu mücadele maddi yapısal bir sıkışmayla da örülüydü. Belediyelerin hazırladığı bütçeler, valilerin ya da kaymakamların onayına tabiydi. Belediye başkanının, yardımcısını bile seçmesi için Ankara’dan icazet gerekiyordu. Kadrolar, encümen üyeleri, hatta planlama müdürlüklerindeki teknik personelin yer değişikliği bile merkezi yönetimin yetkisindeydi. İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın görev yerini değiştirmek istediği mimarlar sekiz ay boyunca işe gitmeden maaş aldı. Çünkü Ankara “onaylamadı.” Ama İsvan da susmadı ve eylemlerini yükseltti. Merkezi otorite geri adım atmak zorunda kaldı. Bu dönemde belediyecilik, asfalt dökmek ve kaldırım yapmanın ötesinde politik bir mücadele biçimiydi.

Toplumcu belediyeciliğin en çarpıcı figürlerinden biri, hiç şüphesiz ki Vedat Dalokay’dı. Biraz deli, ama çokça adanmış; biraz şair ve bütünüyle halkın yanında bir başkandı. 1975’in yakıcı yazında, başkent Ankara'nın asfaltı adaletsizlikten yanıyordu. Hükümet, CHP'li belediyelere kaynak aktarmıyor, işçiler maaşsız kalıyor, çöpler toplanmıyor, yollar onarılamıyordu. İşte o günlerde, "İşçisi açken tok yatılmaz" diyen Dalokay, maaşlarını ödeyemediği 6.500 belediye işçisinin yanında saf tuttu. Başbakan Demirel’in arabasının önüne atlaması, ahlaki bir isyandı: "Başbakanı tok, işçisi aç ülke olamaz." O andan itibaren sadece bir belediye başkanı değil, bir vicdanın sözcüsü oldu.

Ve sonra Dalokay, makamında açlık grevine başladı. “İnsanların oylarıyla seçilen başkan, onların acısını da paylaşmalıdır,” dedi. Üç gün sürdü grevi. İkinci gün hükümet geri adım attı. Ödenek aktarıldı, maaşlar yatırıldı. Ama Dalokay sözünü tuttu, açlık grevini üçüncü günün sonunda tamamladı. Bu zafer toplumcu belediyeciliğin, faşist kuşatmalara karşı nasıl ahlaki bir duruş sergileyebileceğinin tarihsel örneğiydi.

İzmir'e Uygulanan Sessiz Kuşatma

Geçmiş sandığımız şeyler bazen bugünün aynasına dönüşür. Türkiye’de yerel yönetimlere dönük baskı politikaları da tam olarak böyle. Dün HDP üzerinden kurulan “iç düşman” siyaseti, bugün yönünü CHP’li belediyelere çevirmiş durumda. Yerel demokrasi, sadece kayyumlarla ya da toplu tutuklamalarla değil, kaynakları keserek, projeleri durdurarak ve halkın seçtiği temsilcileri etkisizleştirerek kuşatılıyor. İşte bu yeni dönemde İzmir, adeta cezalandırılan şehir olarak konumlanmış durumda.

2023 yılı yatırım programına baktığınızda durum daha da netleşiyor. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, kendi yürüttüğü metro projelerine Ankara’da 15,8 milyar TL, İstanbul’da 19,3 milyar TL ayırırken, İzmir’e 0 TL destek veriyor. Bu veri resmi olarak 15 Ocak 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. Oysa İzmir, dev bir metro projesi yürütüyor: Buca Metrosu. 765 milyon Euro’luk maliyetiyle, Türkiye’de bir belediyenin dış krediyle gerçekleştirdiği en büyük ulaşım yatırımı bu. Ama merkezi hükümetten bir kuruş destek yok. Krediyi ise İzmir Büyükşehir Belediyesi uluslararası kuruluşlardan aldı. Ama bu krediyi kullanmak için bile aylarca Cumhurbaşkanlığı onayı beklemek zorunda kaldı. Onay gecikti, döviz kuru yükseldi, proje maliyeti daha da ağırlaştı. Yani İzmir yalnız bırakılmadı, bilerek yavaşlatıldı.

Peki, sadece ulaşım mı? Hayır. Belediyelere merkezi bütçeden aktarılan paylar genellikle İller Bankası aracılığıyla dağıtılıyor. Ancak burada siyasal sadakat devreye giriyor. İzmir’in bazı dönemlerde İller Bankası paylarında %30’un üzerinde kesintiye uğradığı, oysa benzer büyüklükteki AKP’li belediyelerde bu oranlarda düzenli kesintilere rastlanmadığı yerel raporlarda ve akademik kaynaklarda açıkça yer alıyor. Bu fark, uygulamanın teknik değil siyasal saiklerle yürütüldüğünü gösteriyor. Yani hem büyük yatırımlar için destek verilmiyor, hem de belediyenin elindeki bütçe tırpanlanıyor. 2020 yılında yaşanan İzmir Depremi sonrası da tablo değişmedi. TOKİ ve AFAD gibi merkezi kurumlar, yerel yönetimi neredeyse tamamen dışlayarak süreci yönetti.

Türkiye, 1970’lerde de merkezi baskının gölgesindeydi. Ancak o dönemin toplumcu belediye başkanları, kaynak yoksunluğunu bahane etmeden üretimi örgütleyip tüketimi düzenleyerek yeni bir belediyecilik inşa ettiler. Bugün benzer bir baskı atmosferi yeniden hissediliyor. Ne var ki, geçmişin kaynak yaratan, halkla birlikte üreten başkanlarının yerini bugün ne yazık ki tasarruf adı altında emekçileri gözden çıkaran teknokrat yöneticiler alıyor. Oysa 70’lerin cesareti, bugün hâlâ yol gösterici olabilir.

CHP’li Belediyede Grev Yapılamaz Mı?

İzmir’e yönelik merkezi baskılar, kaynak kesintileri ve dışlayıcı politikalar bir yana, kentin içinden yükselen başka bir çelişki daha var ki, en az dış müdahale kadar yakıcı: Emekten, eşitlikten, katılımcılıktan söz eden bir belediyenin bizzat kendi içinde emeği bastırması. Üstelik bu tablo yalnızca sınıfsal bir gerilim değil, AKP’ye karşı yıllardır şekillenen toplumsal güç birliğini zayıflatan bir bölünmeye de işaret ediyor. Emekçilerin taleplerinin görmezden gelinmesi, baskı yöntemlerinin “bizden” olduğunu iddia eden ellerle uygulanması, AKP-MHP bloğunun başaramadığı ayrışmayı muhalefetin kendi içinde derinleştiriyor. Tam da bu gerilimin ortasında, yakın zamanda İzmir’de eski belediye başkanını ve bürokratları da kapsayan bir operasyonla 130 belediye çalışanı gözaltına alındı. Bu gözaltılar İmamoğlu operasyonlarının devamı olarak yargı yoluyla siyasetin devreye girdiği bir müdahaleydi özünde. Böylece İzmir, hem içeriden bastırılan emek talepleriyle hem de dışarıdan kuşatılan siyasi alanıyla çift yönlü bir sıkıştırmaya maruz bırakılmış oldu.

İşte bu sıkışmanın en görünür biçimlerinden biri, Haziran 2025’te sokağa taşan büyük işçi grevinde kendini gösterdi. İzmir’in kalbi, Haziran 2025’te kırmızı gömlekli on binlerce işçinin sloganlarıyla attı. “Eşit işe eşit ücret” talebiyle başlayan bu büyük grev, yalnızca bordrolara dair bir çatışma değil, yıllardır halının altına süpürülen yapısal bir çarpıklığın açığa çıkışıydı. Türkiye’de belediyecilik, ne yazık ki çoğu zaman kamu hizmetinden çok, grup-klik sadakatinin ve siyasal kayırmacılığın (klientalizm) bir sahnesine dönüşmüştü. Her gelen başkan, onu o koltuğa taşıyan partili kliklerin referansıyla eş-dost kadrolaşmasına mahkûm edildi. Bu liyakatsizlik ve kayırmacılık, yıllar içinde belediye bütçelerini eritti, mali disiplini çökertti. Ama faturayı hiçbir zaman o kadrolar ödemedi, sabahın köründe işbaşı yapan emekçiler ödedi.[2]

Gerçek olan şuydu: Önceki dönem İzmir Büyükşehir Belediyesi, kentin bütçesini hesapsız harcamalar, yetersiz denetim ve siyasi kadrolaşmayla plansız yönetmişti. Belediye şirketlerinin mali disiplini çökmüş, kaynaklar verimsizliğe gömülmüştü. Ancak bu enkaz karşısında geliştirilen çözüm de en az sorun kadar adaletsizdi: işçi kıyımı. Cemil Tugay yönetimi, seleflerinin hatalarının faturasını maaşıyla geçinen emekçiye keserek göreve başladı. 2024’te 37.700 olan personel sayısı Haziran 2025’te 34.218’e düşerken, bir yandan da 1.900 yeni kişi işe alındı. Peki, bu kişiler hangi liyakat kriterlerine göre seçilmişti? Ortada açık bir çelişki vardı: bir yandan tasarruf bahanesiyle binlerce emekçi işinden edilirken, diğer yandan yeni atamalar klientalizmin farklı biçimlerde sürdüğüne işaret ediyordu.

Grev ilerledikçe, Cemil Tugay müzakere etmek, masaya oturmak, ortak çözüm aramak yerine; meydan okudu, sertleşti, hedef gösterdi. Başkan Tugay, İzmirlinin arkasında olduğu iddiasıyla, belediyeyi değil, sınıfı yönetmek istediğini açıkça ilan etti. Sendikacılar tehdit edildi, işçiler şımarmakla suçlandı. Bu, klasik bir grev kırıcılığıydı: halkı işçiye karşı kışkırt, sendikayı şeytanlaştır, sonra demokrasi adına işten çıkarmalara meşruiyet sağla. Elbette, CHP’nin siyasi himayesinde varlık bulan sendika ağalığına ve bu yapıların, emeğin gerçek temsilinden nasıl uzaklaştığına ayrı bir parantez açmak gerekir. Ancak bu, konumuzun çerçevesini aşacak denli geniş bir tartışmadır.

Ve şimdi, emek cephesinin en karanlık kavşağındayız. 12 Haziran 2025’te, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, resmi prosedürle 1.030 işçinin işine son verileceğini açıkladı. Şu ana dek en az 228 işçi, İZDOĞA, İZULAŞ ve İZBETON gibi belediye şirketlerinden sessizce çıkarıldı. Geriye kalan 800 işçinin de işgücü fazlası bahanesiyle kapı önüne konulması an meselesi. Tam da bu süreçte Tugay, kamuoyunun karşısına çıktı ve artık belediyeye alınacak personeli halk komitesinin belirleyeceğini söyledi. Bu, yüzeyde bakıldığında liyakata dair umut vadeden bir adım gibi görünebilir. Ama sorulması gereken asıl soru şu: Bu denetim yalnızca işe alımla mı sınırlı kalacak? Yoksa aynı şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkesi, belediyenin diğer harcama kalemleri ve kentsel politikaları için de geçerli olacak mı?[3]

Çünkü asıl hesap sorulması gereken yer, sadece giriş kapısındaki işe alım süreci değil, içerideki işleyişin ta kendisidir. AKP-CHP fark etmeksizin en küçük bir ihale, en sıradan bir müdür kararı bile yukarıdan icazet beklerken, “biz partiliyiz” diyerek ceza alan da, işini yapmayan da dokunulmaz kalıyor. Liyakate göre çalışan personel sayısı yüzde 30’u bile bulmazken, sürdürülebilirlik adı altında hazırlanan çevre raporları kitaplaştırılıp sadece raf süsü oluyor. Festival organizasyonları tanıdık şirketlere, oradan başka tanıdıklara, menajerlere uzanırken her adımda bir komisyon, bir kayırma, bir ödül var. Bürokratlar belediyeye yurt dışı gezileriyle proje taşırken, yönetim kurulu üyeliklerinden huzur hakları toplanıyor. Danışmanlık ücretleri, özel araçlar, lojmanlar, sekreter maaşları buharlaşıp bütçeyi eritiyor. İşte bu yüzden “halk komitesi” politikası, imar planları denetiminden bütçenin tamamına dair bir şeffaf bir katılım sistemine dönüşmedikçe anlam taşımaz. Bugün Gürkan Akgün, Tayfun Kahraman ve Ramazan Gülten gibi şehir plancılarının cezaevinde olması, tesadüf değil; bu çarpık kurumsal mimariyi dönüştürmeye çalıştıkları, rantın yerine adaleti, keyfiyetin yerine yeniden kamusallığı koymaya yeltendikleri içindir.

Peki, Dünyadaki Kamucu Belediyelerde İşler Nasıl Yürüyor?

Dünyanın başka şehirlerinde, kriz anlarında dahi işçilerin çıkarılmadığı, bütçelerin toplum yararına kullanıldığı, maaşların sembolikleştirildiği, şeffaflığın ve denetimin sıradanlaştığı yerel yönetim örnekleri de var. Ve bu kültür, ahlaki olmanın yanında maliyet etkinliğiyle, sosyal uyumla, kamu yararının büyümesiyle de kendini ispatladı.

Avusturya’nın Graz kentinde Komünist Partili Elke Kahr’ın belediye yönetimi, bizzat kendi maaşını halkla paylaşmasıyla dikkat çekti. Kahr, 2005’ten bu yana sadece 1.950 Euro’yu kendisine ayırdı. Kalanını ise doğrudan kiracılara, sağlık hizmeti alamayanlara, dilsiz göçmenlere, borç içindeki yaşlılara aktardı. Bu kişisel davranış, yalnızca etik bir jest değil, doğrudan belediye politikalarının halkla senkronize hale getirilmesiydi. Çünkü bu kentte belediyecilik, faturalarını ödeyemeyen yurttaşlara ulaşmakla, işitme cihazı olmayan yaşlılara destek olmakla tanımlandı.

Barselona’da 2015 yılında belediye başkanı seçilen Ada Colau, yurttaş hareketi Müşterek Barcelona öncülüğünde radikal bir etik yönetim anlayışı benimsedi. Göreve gelen tüm meclis üyelerine ilk günlerinde etik sözleşme imzalatıldı. Böylece lüks makam araçları yasaklandı, yüksek harcırahlar ve ayrıcalıklı seyahat uygulamaları kaldırıldı, meclis üyeleri için iki dönemle sınırlı görev süresi kuralı getirildi. Colau, önceki başkanların yaklaşık 140.000 Euro olan yıllık maaşı yerine yalnızca aylık net 3.191 Euro almayı kabul etti, aradaki farkı ise sosyal dayanışma projelerine ve kamu yararına çalışan fonlara aktardı. “Halka güvenerek yönetmek” diye adlandırdıkları bu yönetim anlayışı, yalnızca şekil değil, içerik de değiştirdi. Belediyedeki karar alma süreçleri, halk meclislerine açıldı. Yolsuzluk ihtimali olan tüm adımlar şeffaf platformlarda raporlandı. Kumbara sisteminde, her yetkili kazancının fazlasını ortak bir fonda topladı. Bu fon, doğrudan sosyal projelere aktarıldı.

Aynı dönemde Katalonya’nın diğer kentlerinde de benzer örnekler yeşerdi. Müşterek Badalona platformu, kamu görevine gelen herkesin fazla maaşını platformun ortak havuzuna yatırmasını zorunlu hale getirdi. Bu fazla maaşlar ile ilk yıl 30.000 Euro doğrudan toplum yararına projelere aktarıldı. Siyasi Ahlak Yasası adı verilen sözleşme, belediye başkanlarının görevden ayrıldıktan sonra beş yıl boyunca özel sektörde çalışamamasını şart koştu. Bu, kamu kaynağının kişisel zenginliğe dönüşmesini engellemeyi hedefleyen bir siyasi kültür devrimiydi. Denetim mekanizmaları bütçenin yanında atamalara, ihale süreçlerine ve siyasi etkileşimlere de uzandı.

İspanya’nın Marinaleda kentinde ise sistem daha da radikal bir dönüşüm yaşadı. Belediye meclis üyeleri maaş almadı, tarlalarda birlikte çalıştı. Zeytinyağı tesislerinden pamuk kooperatiflerine kadar birçok üretim birimi kuruldu. Toprak reformu talepleri büyük eylemlerle desteklendi ve köylülere doğrudan toprak dağıtıldı. Aynı zamanda kamu mülkiyeti korundu ve kolektifleşme teşvik edildi. Yine ispanya’daki Cadiz Belediye Başkanı Kichi, maaşını asgari düzeye çekerek, “İşçi geç maaş alıyorsa, ben de almayacağım” dedi. Belediyedeki yüksek maaşlar, sosyal programlara ve işçi ücretlerine yönlendirildi. Bu, sadece sembolik değil, yapısal bir tercih olarak kamusal eşitliğin ilanıydı.

Kuzeye, Norveç’e uzandığımızda ise başka bir yöntem karşımıza çıkar: kamulaştırma. Kragerø ve Oslo’da özel şirketlerin iflası sonrası atık toplama hizmeti yeniden belediyeye devredildi. Oslo’da işçilerin maaşları yılda 4.500 Euro arttı, hizmet kalitesi yükseldi ve belediyeye maliyeti azaldı. Çünkü aradaki kâr marjı, şirketlerin yönetim ücretleri ve KDV ödemeleri ortadan kaldırıldı. Bu, kamu eliyle yapılan işin etik olduğu kadar ekonomik de olduğunu gösterdi.

İngiltere'nin Islington Belediyesi benzer bir örnek sundu. Toplam 380 milyon sterlinlik temizlik ve bakım hizmetleri, özel sektörden alınarak belediye bünyesine geçirildi. 1.200 işçinin koşulları iyileştirildi, maaşlar yükseldi, belediye 14 milyon sterlin tasarruf etti. Kamu modeli, burada yalnızca adaletin yanı sıra verimliliğin de garantisi haline geldi.

Asya’da, Seul Belediyesi taşeron sistemine son verdi. 7.296 temizlik işçisi doğrudan kadroya alındı. Sosyal haklar düzenlendi, maaşlar yükseldi ve en önemlisi kamu hizmetinin kalitesi düştü sanılanın aksine daha da yükseldi. Çünkü belediyeye dışarıdan fatura edilen hizmet bedelleri ortadan kalktı.

Paris’te Anne Hidalgo, su hizmetlerini kamulaştırarak yılda 35 milyon Euro tasarruf sağladı. Ayrıca kreşlerde çalışan kadınlar için özel bir maaş destek fonu kuruldu. Bu fon, zengin mahallelerden alınan vergilerle finanse edildi ve yoksul bölgelerdeki kadın çalışanlara eşitlik sunmak için kullanıldı. Yani yalnızca gelir değil, hizmet ve saygınlık da yeniden dağıtıldı.

Almanya’da ise çapraz finansman yaygın bir model haline geldi. Berlin, Freiburg ve Leipzig gibi kentlerde kamu işletmeleri kar ettikçe bu gelirler zarar eden sosyal hizmetlere aktarıldı. Jena Belediyesi, 2008 krizinde tek bir işçiyi işten çıkarmadan ayakta kaldı. Belediye başkanı maaşını askıya aldı. Leipzig’te enerji şirketinin kârları gençlik projelerine ve istihdama yönlendirildi. Kamu, kar amacı gütmeden kaynaklarını yeniden düzenledi ve eşitlikçi bir dağıtım modeli yarattı.

Latin Amerika, bu alanda başka bir destan yazdı. Uruguay’da Montevideo Belediye Başkanı Daniel Martínez, “Kemer sıkmayacağız, omuz vereceğiz” dedi. Arjantin’de Rosario Belediyesi, çöp toplama şirketi iflas edince işçilerle birlikte kooperatif kurdu. Maaşlar aksamadan ödendi. Şirketten alınan vergiler doğrudan işsizlik fonuna aktarıldı. Bu bir ahlak meselesiydi: işçiyi gözden çıkarmadan bir şehir yönetmenin mümkün olduğunu göstermek.

Bolivya’nın La Paz kentinde, yerel halkların oluşturduğu “ayllu” konseyleri belediye karar süreçlerine doğrudan katıldı. Belediye başkanı Luis Revilla, yöneticilere maaş sınırı getirdi. Kararlar, yerel halkın doğrudan katılımıyla şekillendi. Katılımcı demokrasi, seçimlerin ötesinde gündelik kararlarda halkın söz hakkı olmasıyla mümkün hale geldi.

Brezilya’nın Porto Alegre kentinde ise halk, bütçenin hangi alana ne kadar ayrılacağını doğrudan halk meclislerinde kararlaştırdı. Bu süreçte belediye çalışanlarının maaşları öncelikli kategoriye alındı. Böylece hem iş güvencesi hem de halkın denetimi aynı anda gerçekleşti.

Tüm bu örnekler, bir gerçeği berrak biçimde gözler önüne seriyor: İşçi kıyımı zorunluluk değil, bir tercihtir. Ama bu tercihin alternatifi var: Yeniden beledileştirme, etik maaş sınırları, doğrudan halk katılımı, toplumsal fonlar ve kolektif üretim birimleri… Bunların hepsi, dünyanın dört bir yanında başarılı birer model olarak uygulanıyor. Ve eğer bugün İzmir’de 1.030 işçinin işten çıkarılması gündemdeyse, bu tercihin siyasi ve ahlaki sorumluluğu bütçenin ötesinde, ideolojide ve niyette aranmalıdır. Çünkü kaynak vardır. Yeter ki dağıtım adil, niyet toplumcu olsun.

Çağrı: Yeniden Kamuculuk ve Toplumcu Belediye

Tüm bu örnekler şunu kanıtlıyor: İşçileri işten çıkarmak, kriz yönetiminin mecburi sonucu sayılamaz. Bu ideolojik bir tercihtir. Kimi belediyeler bütçeyi küçültmeyerek, tam tersine yeniden tasarlayarak ve bazen kendi maaşlarından vazgeçerek bu zorluğun üstesinden geldi. Krizi gerekçe göstererek işçiyi kapının önüne koymak, çoğu zaman kamu yöneticisinin konforunu bozmamak içindir. Alternatifler vardır, yaratılmıştır ve işlemektedir. Bu uygulamaların ardında yatan felsefeyi, Boaventura de Sousa Santos ve Hilary Wainwright gibi düşünürler "radikal kamusallık" kavramıyla açıklar. Santos’a göre kriz dönemlerinde halka dayalı kamucu çözümler üretmek, yalnızca etik değil, aynı zamanda daha sürdürülebilir ve daha demokratiktir. Wainwright ise Devleti Yeniden Talep Et adlı kitabında, katılımcı yerel yönetimlerin krizleri daha az hasarla atlattığını gösterir.

1970’lerin toplumcu belediyeciliği, tüm mali kuşatmaya rağmen halktan yana hizmet üretmeyi bildi. Vedat Dalokay, işçi açken tok yatmayı reddetti ve açlık grevine yattı. Bugün de İzmir’de benzer bir sınavın içindeyiz. Emeğe sırt dönen bir yönetim anlayışı, işçileri gider kalemi olarak kodlarken, 1.030 emekçi yeni bir mücadeleye hazırlanıyor. Bu insanlar, sabah altıda kalkıp kent temizliğini, ulaşımını, yeşilini sırtlanan kişiler. Onları politik vicdan yitimiyle işten çıkarmak, idari bir işlemin ötesinde, ahlaki çöküştür.

Yukarıda sayılan örnekler, neoliberal kemer sıkmanın zorunlu olmadığını, onun yerine başka bir belediyeciliğin mümkün olduğunu ispatlıyor. Maaş almayan başkanlar, kooperatifleşen çöpçüler, çapraz finanse edilen sosyal hizmetler… Bunlar yaşanmış hikâyelerdir. İstanbul’dan Valparaiso’ya, Rosario’dan Leipzig’e kadar bu politikaların ortak noktası şudur: Kamu hizmeti bir yük değil, toplumun kalbidir. Onu korumak ise sendikaların ötesinde, halkın ve yöneticilerin ortak görevidir. Kamusal değerlerin özelleştirildiği her yerde işçi güvencesi zayıflar. Ama kamu mülkiyetiyle birlikte direniş, dayanışma ve yaratıcı politika araçları da mümkündür.

Şimdi yapılması gereken şey, kesintiyi işçiden değil, lüksten yapmak; tasarrufu personelden değil, şatafattan başlatmaktır. Önce makam araçlarını kaldır, huzur haklarını sıfırla, sonra lojmanları denetle, ardından temsil giderlerini bitir, şeffaf bir bütçe yap, harcama kalemlerini halkın önüne koy, denetim kurullarını katılımla oluştur. Halkın gözünün içine baka baka, "bu kentte kimse aç kalmayacak" diyebilmek için önce mutfağını açık tut, sonra arka kapıları kapat.

Dünya ekonomik krizlerle sarsılırken, kamu sektöründe ilk fatura genellikle emekçilere kesilir. Belediyelerin bütçeleri küçülür, personel giderleri yük olarak tanımlanır, işten çıkarmalar kaçınılmaz gösterilir. Ancak her şehir bu oyuna gelmez. Bazı belediyeler tam tersine, bütçe açıklarına rağmen işçileriyle kol kola girer, maaşları korur, istihdamı sürdürür, dayanışmayı siyasetin kalbine koyar. Bu belediyeler, neoliberal kıtlık siyasetine meydan okuyan kamucu uygulamalarla hizmetin yanı sıra umut da üretir. Bugün toplumcu belediyecilik yalnızca mümkün değil; gerekli, acil ve ertelenemez… Ekmekten, sudan, barınmadan, ulaşımdan ve en önemlisi emeğin hakkından tasarruf olmaz. Çünkü bunlar bir bütçenin değil, bir toplumun asgari onur eşiğidir.


Kaynakça

Aguiló, A., & Sabariego, J. (2019). Hacia un municipalismo cosmopolita: posibilidades de traducción desde las epistemologías del Sur. Utopía y Praxis Latinoamericana, 24(Extra 6), 70–88.Avritzer, L. (2002). Democracy and the Public Space in Latin America: Participatory Budgeting in Brazil. Princeton University Press.Bozkurt, E. (2020). Toplumcu belediyecilik politikalarının Ovacık Belediyesi örneği üzerinden değerlendirilmesi. Kent ve Çevre Araştırmaları Dergisi, 2(1), 99–149.Bozkurt, E. (2024, Ocak 15). Sol neden yerel yönetimlere yöneliyor? – Praksis Güncel Tartışmaları (1): 2024 Yerel Seçimleri. Praksis Güncel. https://praksisguncel.org/sol-neden-yerel-yonetimlere-yoneliyor-praksis-guncel-tartismalari-1-2024-yerel-secimleri/Comi, C. (2005). Crisis y Reconstrucción en Rosario. Revista Municipalismo y Crisis Económica.Fabricant, N., & Postero, N. (2013). Ethnographies of Neoliberalism. School of Advanced Research Press.Foundational Economy Collective. (2018). Foundational Economy: The Infrastructure of Everyday Life. Manchester University Press.Gaudichaud, F. (2014). Self-management in Latin America. Zed Books.Gonzalez, J. M. (2016). Un Alcalde Sin Sueldo: Cádiz y el Anticapitalismo Municipal. El Diario.İzmir Toplumcu Belediyecilik Sempozyumu" Sonuç Bildirgesi: https://www.izmimod.org.tr/haberler/izmir-toplumcu-belediyecilik-sempozyumu-sonuc-bildirgesi-yayinlandiKurswechsel. (2021). Rekommunalisierung öffentlicher Dienstleistungen. Sonderzahl Verlag.Mazouz, B., & Négrier, E. (2021). The Local State Under Pressure: Solidarity Budgets in French Municipalities. French Politics.Petithomme, M. (2019). Penser global, Agir local: Les politiques symboliques du nouveau municipalisme à Barcelone, Cadix et Valence. Pôle Sud, 51(2), 79–96.Roth, S. (2019). Radical Municipalism in Cádiz: Podemos and Anti-Austerity Politics. Socialist Register.Rubio-Pueyo, V. (2017). The Municipalist Moment: Barcelona en Comú. Rosa Luxemburg Stiftung.Santos, B. de S. (2007). Democratizing Democracy: Beyond the Liberal Canon. Verso.Soyer, T. (2014). Yerel Demokrasi ve Direnişin Kentleri: Sakin Şehirler Deneyimi. Yerel Yönetimler Dergisi.Tavits, M., & Letki, N. (2009). When Left is Right: Party Ideology and Policy in Post-Crisis Municipalities. American Journal of Political Science.Wainwright, H. (2003). Reclaim the State: Experiments in Popular Democracy. Verso.Weghmann, V. (2019). People’s Public Transport Policy: Public Financing. Greenwich University Repository.


[1] Bkz. Bozkurt, E. (2020). Toplumcu belediyecilik politikalarının Ovacık Belediyesi örneği üzerinden değerlendirilmesi. Kent ve Çevre Araştırmaları Dergisi, 2(1), 99–149.   https://dergipark.org.tr/tr/pub/yykentcevre/issue/55330/748874K https://dergipark.org.tr/tr/pub/yykentcevre/issue/55330/748874apitalist sistemde toplumcu belediyecilik mümkün mü?

[2] İzmir Toplumcu Belediyecilik Sempozyumu" Sonuç Bildirgesi: https://www.izmimod.org.tr/haberler/izmir-toplumcu-belediyecilik-sempozyumu-sonuc-bildirgesi-yayinlandi

[3] Farklı bir perspektif için bkz. “Sol Neden Yerel Yönetimlere Yöneliyor”:  https://praksisguncel.org/sol-neden-yerel-yonetimlere-yoneliyor-praksis-guncel-tartismalari-1-2024-yerel-secimleri/