Görsel: Özlem Gülçiçek
Batı düşünce tarihi genellikle büyük kırılmalarla anılır: Kopernik, Newton, Darwin. Ancak bu devrimlerin her biri, yüzyıllar süren ve geleneksel inanç sistemleriyle bilimin bulgularını uzlaştırma çabalarının ürünüydü. Darwin’in evrim kuramından önceki dönem, bir “bilgisizlik çağı” olmaktan ziyade, kutsal metinlerin literal yorumlarıyla doğa gözlemlerini bağdaştırmanın giderek zorlaştığı, derin bir entelektüel gerilim dönemiydi. Carolus Linnaeus gibi dönemin önde gelen doğabilimcileri, kutsal metinlerle doğa gözlemlerini uzlaştırmaya çalışırken, türlerin başlangıçta ekvatora yakın konumdaki tek bir dağ üzerinde yaratıldığı varsayımına dayanıyordu. Bu varsayıma göre, tüm türler "Paradiscal Dağı" (Cennet Dağı) olarak adlandırılan bu kutsal merkezden dünyaya yayılmışlardı[1]. Linnaeus ayrıca bu kutsal merkezi, Nuh'un Gemisi'nin indiği yer olduğuna inanılan Ağrı Dağı ile ilişkilendirmişti.
Dünyanın birkaç bin yıl önce yaratıldığı inancı, sanıldığının aksine, Ortaçağ Hristiyan düşüncesinin genel kabulü değildi. Bu görüş, 17. yüzyılda Protestan Reformasyonu’nun etkisiyle kutsal metinleri tarihsel bir çerçeveye oturtmaya çalışan bilginler tarafından sistematikleştirildi. Bu yaklaşımın en simgesel örneği, Armagh Başpiskoposu James Ussher’in Yaratılış’ın tarihini MÖ 4004 yılı Ekim ayının 23’ü, Pazar günü, öğle vakti olarak hesaplamasıydı. Bu tarih, dönemi için ilginç ve saygı duyulan bir çalışma olsa da, aynı yüzyılda yükselen yeni bilimsel yaklaşımlar, bu kısa kronolojiyi sorgulamaya başlamıştı.
Evreni Makineye Çevirmek: Tasarımın Sınırları
Galileo ve Newton’un başarıları, evreni hareket halindeki maddeden oluşan bir sistem olarak gören mekanik felsefenin yükselişini sağladı. Descartes bu anlayışı en uç noktasına taşıdı: Tanrı, evrenin her ayrıntısını doğrudan tasarlamaktan çok, onu yöneten yasaları belirlemişti.
Bu yaklaşım, yaratılış süreci hakkında yeni türden spekülasyonları teşvik etti. Burnet, Tufan’ı dünyanın kabuğunun çökmesiyle; Whiston ise Newton fiziğinden esinle bir kuyruklu yıldızın etkisiyle açıklamaya çalıştı. Her ne kadar bu düşünürler Kutsal Kitap’la uyum arayışındaydıysa da, doğanın kendi yasalarıyla işlediği fikri, Tanrısal müdahale anlayışını gölgede bırakmaya başlamıştı. Böylece, dünyanın kökenini doğa yasalarıyla açıklama fikri giderek güç kazandı.
De Maillet’in Telliamed (1748) adlı eserinde tufandan hiç söz etmemesi ve dünyanın son derece yaşlı olduğunu varsayması, bu düşünsel dönüşümün bir yansımasıydı.
Fosiller ve Yok Oluş Gerçeği
Doğa tarihine dair en çarpıcı meydan okuma, kaya ve fosil araştırmalarından geldi. Tortul katmanların zamanla biriktiği ve fosillerin bir zamanlar yaşamış canlılara ait olduğu anlaşıldı. Bu, dünyanın sabit değil, değişen bir yer olduğunu ortaya koyuyordu.
Başta bu bulgular Tufan’la açıklanmaya çalışılsa da (örneğin Woodward’ın tüm fosilli kayaları tek bir yıkıcı olayın ürünü sayması gibi), Steno ve Hooke, kayaların karmaşık yapısının böyle bir açıklamayla örtüşmediğini gösterdi.
Daha da çetin bir mesele, yok oluş gerçeğiydi. Hooke, bazı fosillerin yaşayan hiçbir türle eşleşmediğini göstererek, türlerin yok olabileceği düşüncesini ortaya attı. Ancak John Ray gibi derin inanç sahibi doğa bilginleri için, merhametli bir Tanrı’nın türleri yok etmesi fikri rahatsız ediciydi. Ray, bu fikri kabul etmek yerine fosillerin yaşayan canlı kalıntıları olduğu tezinden geri adım atmayı tercih etti.
Sabit Türleri Korumak İçin: Önvarlık Kuramı
Evrenin mekanik yasalarla işlediği fikri, bazı çevrelerde Tanrı’yı gereksiz kılacak bir “ateizm” tehdidi olarak algılandı. Buna karşılık John Ray ve Robert Boyle gibi düşünürler, tabiat ilahiyatı (Natural Theology) yaklaşımını geliştirdi. Bu anlayış, Paley’in ünlü “saat ve saatçi” benzetmesinde olduğu gibi, doğadaki düzenin ve karmaşıklığın akıllı bir tasarımcının varlığını ima ettiğini savunuyordu. Ancak bu argümanın sürdürülebilmesi için doğanın durağan ve değişmez olduğu varsayılıyordu. Üremenin nasıl gerçekleştiği sorusu, bu durağanlık fikrini zorladı. Mekanik bir sistem kendini nasıl yeniden üretebilirdi?
Bu soruya verilen cevaplardan biri, Önvarlık Kuramı (Pre-existence) idi: Her canlı, kendisinden sonraki nesilleri de içeren şekilde, yumurta veya sperm içinde önceden biçimlenmişti. Bu görüşün radikal biçimi, tüm insan soyunun ilk kadın Havva’nın yumurtalıklarında iç içe geçmiş minyatür biçimlerde bulunduğunu öne sürüyordu. Bu fikir, doğada gerçek anlamda yenilik ve dönüşümün mümkün olmadığını savunmanın bir yoluydu.
Sonuç: Dönüşümün Kaçınılmazlığı
Ray ve diğer doğa bilginlerinin türleri sabit ve tanımlanabilir varlıklar olarak sınıflandırma çabaları, ironik biçimde, Darwin’in evrim kuramına zemin hazırladı. Çünkü bu sınıflandırma çalışmaları, türler arasındaki akrabalık ilişkilerini ve benzerlik derecelerini tanımlayarak, ortak soy fikrinin kavramsal çerçevesini oluşturdu.Aslında evrim kuramı için bardak doluyordu, gerçek yakın zaman içinde, bu bilginin yeterince birikmesiyle kendini gösterecekti.
Evrim öncesi dönem, yalnızca fizikte değil, yaşam ve yer bilimlerinde de bir dönüşüm dönemiydi. Bu süreç, dünyanın kutsal anlatılarla açıklanma çabasının neden giderek zorlaştığını gösterdi. En zeki tabiat bilginleri bile, gözlemsel veriler (fosiller, jeolojik zaman) karşısında inançla bilimi uzlaştırmak için giderek daha karmaşık ve sonunda savunulması güç teorilere başvurmak zorunda kaldılar. Evrim kuramının ortaya çıkışı, aslında doğanın kendi gerçekliğiyle olan kaçınılmaz bir yüzleşmeydi. Gözlemlenen veriler —özellikle fosil kayıtları, biyocoğrafi dağılımlar ve türler arası yapısal benzerlikler— artık geleneksel açıklamalarla bağdaşmıyordu. Bu gerilim, bilginlerin karmaşık ve zorlama açıklamalara başvurmalarına yol açarken, evrim kuramı bilimsel kanıtların yarattığı bu baskının doğal sonucu olarak kendini gösterecekti. Bu tarihsel deneyim, bilimin tabiat yasaları ve gözleme dayalı yöntemiyle ortaya koyduğu yeni kronolojinin, düşünsel gelenekleri nasıl dönüştürebildiğini gösteren kalıcı bir örnektir.
Bu tarihsel deneyim, bilimin tabiat yasaları ve gözleme dayalı yöntemiyle ortaya koyduğu yeni kronolojinin, düşünsel gelenekleri nasıl dönüştürebildiğini gösteren kalıcı bir örnektir.
[1] Lomolino, M. V., Riddle, B. R., & Whittaker, R. J. (2016). Biogeography: Biological Diversity across Space and Time(5th ed.). Sunderland, MA: Sinauer Associates.




