Her türlü şayiaya, en olmayacak rivayete sorgusuz sualsiz inanma ve bunların tahrik ettiği davranış kalıbını benimsemeye son derece açık bir toplumsal ruh halimiz var. İnsanların önemli bir bölümünün akıl ve bilgi yoluyla muhakeme etme yeteneklerinin dumura uğramış olduğunun işaretleri dört bir yandan fışkırıyor. Üstelik bunun okumuşluk veya cahillikle ilişkisi yok. En okumuşun en olmayacak komplo kurmacalarına kendi ismi kadar emin olabildiği bir dünyadayız. Böyle bir dünyada, toplumsal davranışların akıldışına teslim olmasından ve bunu bilen odakların dezenformasyon ve provokasyon oyunları sergilemelerinden daha doğal bir şey yoktur.
Hiçbir şekilde cahil olmayan ve yıllarca önemli bir partinin genel başkanlığını, başkan yardımcılığını yapmış bir Rahşan Ecevit, düzenli aralıklarla başını pencereden uzatıp, Güneydoğu’da topraklara İsrail vatandaşları tarafından el konduğunu, Büyük İsrail projesinin yürürlükte olduğunu haykırıyor. Tapu sorumluları Türkiye’de yurttaş olmayanların sahip oldukları gayrımenkul büyüklüklerini çok detaylı biçimde yayımlayıp, Rahşan Ecevit’in halüsinasyonlarını yalanlıyorlar. Ama halkımızın en okumuş kesimini oluşturan Cumhuriyet gazetesi okuyucularından tanıdığım onlarca kişi, “tamam ama tapu kayıtlarının güvenilir olduğu ne malum?”, “tapu sorumlularının bize doğruyu söylediklerinin garantisi var mı?” diye sormaktan geri kalmıyor.
Bugün Türkiye’de misyoner faaliyetlerinin çok tehlikeli boyutlara ulaştığına, yabancıların toıpraklarımızı parsel parsel ele geçirdiklerine, bu ülkede varolan müthiş yeraltı zenginliklerinin işlenmesini uluslararası güçlerin engellediğine inanan hatırı sayılır miktarda insanın olmadığını kim söyleyebilir? Aylar boyunca, dünyada tespit edilmiş madenler listesinde adı geçmeyen ama “son derece değerli olan bir maddenin” İstanbul’da Levent taraflarında bir arsanın altında bulunduğu için bu arsayı bir yabancı şirketin kapattığı haberi, yüksekokullardan mezun olanların internette haberleştikleri ağlarda dolaştı. Bunu her okuyan yüksek okumuş, “bak bak başımıza örülen çoraplara, el konulan zenginliklerimize” deyip, eşine dostuna yolladı. Dünyada olmayan bir madenin Levent’te bir arsanın altında olduğuna ve bu vesileyle ulusumuza karşı kurulan komplolara inananalrın okumuşlar arasındaki oranını diğerleriyle karşılaştırma olanağımız yok. Ama korkarım bugün bu oran okumuşlardan yana daha yüksek çıkacaktır.
Bir internet sitesinde emekli bir kuvvet komutanının, “benim böyle bir günlüğüm yok” dediği “günlüğü” yayımlandı. İçinde bir komutanın kod adı “ayışığı” olan darbe planlarından ve, evet ne hikmetse tam da bugünlerde, bir kuvvet komutanının diğer bir kuvvet komutanını zehirlemek için planlar yaptığından dem vuruluyor. Site sahibinin “bir izleyicimiz bize sundu ve biz de bunu kamuoyu ile paylaşmak istedik” diyerek savuşturmaya çalıştığı bu olmayan günlüğün varlığına, bu olmayan günlükte yer alan bilgilerin doğruluğuna günümüz Türkiye toplumunun yüzde kaçı inanmıyordur dersiniz?
Yılda bir iki değil, neredeyse her hafta birkaç benzer “büyük komplonun”, “büyük oyunun” deşifre edildiği, bunların medya aracılığıyla halkın beynine boca edildiği bir yerde, toplumsal aklın yitirilmesi, insanların aklı selimleriyle değil, salt duygu ve refleksleriyle düşünür ve davranır olmalarından daha doğal ne olabilir?
Vahim olan nokta tam da budur. Toplumun bu tür dezenformasyon girişimlerine son derece açık olduğunu bilen bazı odakların bu yolla uygulayacakları tehlikeli manipülasyonlara, provokasyonlara bu toplum açıktır demektir. Böyle bir toplumsal ruh halinde, en olmayacak iddia en inanılır iddia olacaktır. Şayianın yalanlanmasının bu iddianın doğruluğunu işaret etmekten başka bir sonucu olmayacaktır. Çünkü bu ruh hali, “yalanlanıyorsa, doğrudur” türünden bir düşünme tarzına şartlanmıştır.
Türkiye’de Türkler, Kürtler, herkes aynı atmosferi soluyor. Abdullah Öcalan’ın İmralı cezaevinde zehirlendiği iddialarını örgütlü ve sistemli biçimde yayanların yakından bildiği bir atmosferdir bu. Bugün Öcalan’ın bazı avukatları Türkiye’de ve yurtdışında yaptıkları girişimlerde, “müvekkillerine yönelik zehirleme girişimini” bir kesinlik ifadesiyle dile getirmekten geri kalmıyorlar. Almanya’da yayımlanan 5 Mart 2007 tarihli Yeni Özgür Politika gazetesindeki başyazının birinci cümlesindeki türden ifadelere 1 Mart’tan beri neredeyse her gün rastlıyoruz: “KKK Önderi Abdullah Öcalan’ın devlet eliyle zehirlenmesinin ortaya çıkmasının ardından, bütün Kürt kurum, kuruluş, siyasetçi ve aydınları Öcalan’ın sağlığının bağımsız bir heyet tarafından kontrol edilmesini isteyerek aksi takdirde yaşanabilecek tehlikeye dikkat çekti. Kürtler arasında derin bir infial yaratan bu duruma şimdiden birçok yerde tepkiler verilmeye başlandı.” Zehirlenmenin ortaya çıktığının mutlak bir kesinlikle ifade edildiği bu tür sözlerin yanında, aynı gün ve saatlerde Türkiye’nin çeşitli yerlerinde, Avrupa’nın birçok kentinde birbirinin kopyası eylemler düzenlendi, demeçler verildi. Bütün bunlar “zehirlenme serhildanının” bir parçasıdır.
Fırat Haber Ajansı 13 mart günü saat 10’da, KKK’nın “Abdullah Öcalan’dan alınan örneklerde zehirlenme bulgusuna rastlanmadığına dair Adli Tıp açıklamasının gerçeği yansıtmadığını belirttiğini” bildiren bir basın bültenini dağıtıma koydu. Bildiride “dünyanın gözü önünde tehlikeli bir cinayet işlendiğini” ve KKK’nın “Öcalan’ın sistematik biçimde zehirlendiğine dair ellerinde somut bilgiler olduğunu” belirtiliyordu. Bundan bir buçuk saat sonra, FHA; bu kez DTP’nin bildirisini yayımladı. Haber ajansının bülteninde, DTP’nin “Öcalan’ın zehirlendiği yönündeki iddialar üzerine hükümetin İmralı Adası’na gönderdiği sağlık heyetinin açıkladığı sonuçları inandırıcı bulmadığı” belirtildikten sonra, “DTP’nin adaya bağımsız bir uzman heyetinin gönderilmesini istediği” söyleniyordu.
FHA’nın 9 Mart tarihli haber bültenlerinden birinde ise, “krom ve stronsiyumla zehirlendiği ortaya çıkan” Öcalan’ın iki avukatının Avrupa Parlamentosu’ndaki beş milletvekili nezdindeki girişimleri veya başka bir bültende Atina’daki basın toplantıları benzer kesinlik ifadeleriyle yer aldı.
DTP Genel Başkan yardımcısı Aysel Tuğluk, “planlı bir cinayetin işleniyor olabileceğine dikkat çekerek” Mart ayının ilk günlerinde bu orkestrada yerini almıştı. Bunu sivil toplum kuruluşlarının, bazı siyasal partilerin temsilcilerinin, ya inanarak ya da kerhen “Öcalan zehirlenmiş de olabilir, bunun bağımsız bir heyet tarafından aydınlatılması gerekir” açıklamaları izledi.
PKK Meclisi adını taşıyan oluşumun, “Kürt gençleri ve kadınları(nı), Öcalan’ın sağlığı, güvenliği ve özgürlüğünü sağlatacak serhildanlara öncülük etmeye çağıran” bildirisini Özgür Politika’da okuduk. Cemil Bayık’ın “fedailik ruhunun canlandırılmasına çağrı yapan” demeçleri bunu detaylandırdı.
Uluslararası bir uzman heyeti İmralı’ya gitse, tahlil sonuçlarının da yurtdışında bağımsız bir kuruluş yapma talebinin bunu izleyeceği açık biçimde ifade ediliyor. Bu talep de yerine getirilse, bu kez bundan sonra Öcalan’ın zehirlenmesinin mümkün olduğu gerekçesiyle, her hafta avukatlarının gözü önünde Öcalan’ın uluslararası bir heyet tarafından incelenmesi talebinin geleceğini kestirebiliyoruz. Çünkü amaç zehirlenme iddiası üzerinden siyaset yapmak, 8 Mart Kadınlar gününde, Newroz’da ve 2007’nin izleyen aylarındaki olası puslu havada örgütsel toparlanmanın yeni eksenini pekiştirmektir.
Elbette bugün Türkiye’de ve Türkiye dışında Öcalan’ın zehirlendiğine gerçekten inanan önemli bir kitle var. Nasıl Rahşan Ecevit’in sayıklamalarına, Türkiye’yi parçalamak için çalışan iç ve dış düşmanların yakın ve açık bir tehlike oluşturduğuna, olmayan madenlerimizin varlığına, deprem fay hattının düşmanlar tarafından yurdumuza sokulduğuna inanan önemli bir kitle varsa, “zehirlenmenin uluslararası komplonun bir parçası ve devamı olduğuna” benzer biçimde inananlar var. Türkiye’de Kürt sorununu bir noktaya, bir referansa ve bir iradeye hapsetmek isteyenlerin bu girişimleri son derece tehlikeli provokasyonlara, denetim dışı gelişmelere kapıları sonuna kadar açıyor. Bu endişeli inancın sakinleştirilmesi, bu endişeyi zehirlenme kod adıyla tetikleyen, örgütleyen ve sahneleyenlerin girişimleri dışında mümkün gözükmüyor.
Mart başından beri 100’den fazla DTP sorumlusu tutuklandı ve halen bunların tutuklulukları devam ediyor. Zehirlenme serhildanının neye hizmet etmek üzere Türkiye’de Kürtlere empoze edildiğini, bu senaryonun Kürt sorununu barışçıl yollardan çözme konusunda isteksiz bazı devlet güçlerinin eline nasıl inanılmaz bir oyun alanı açtığını görüyoruz. Kürt sorununu salt terörle mücadele sorunu olarak algılayan zihniyetle dağdaki silahlıların arasında sıkışarak siyasete alan açmaya çalışan belediye başkanlarının çabalarını izliyoruz. Barış sesi bir nebze olsun yükseldiğinde bu tekere çomak sokacak karşıt güçler anında yerlerini alıyorlar.
KKK Yürütme Konseyi Başkanlığı, 10 Mart tarihli açıklamasında, Öcalan’ın “sistematik olarak zehirlendiği bilgisini kamuoyuna taşımanın”, ne onu gündeme taşımak, ne de sağlık sorunu üzerinden politika yapmak için olduğunu” belirtti. Öcalan’ın böyle bir gündeme ihtiyacı olmadığını vurguladıktan sonra, “bir kişinin yaşamı üzerinden politika yapmak istemenin, ahlak dışı” olduğunu, hatta böyle bir şeyin Kürt halkı ve Türkiye’de demokrasinin kaderi ile bağlantısı dikkate alındığında, “gayri ahlaki olduğu kadar, halklar açısından da tehlikeli olduğunu” ifade etme gereğini duydu.
Evet, insanları şayialar üzerinden harekete geçirmenin münhasıran gayrı ahlakiliği ve halklar açısından tehlikeli olduğu için de, ayrıca halk düşmanı bir girişim olduğu konularında Türkiye’de bir mutabakata varabilirsek, gene de bir adım ileri gitmiş olacağız.
Radikal İki, 18.3.2007