Yer Malatya, tarih 17 Nisan 2007...
‘Misyonerlik yapıyorlar’ diye damgalanan, tehdit edilen ve hedef gösterilen Zirve Yayınevi’nin üç çalışanı öldürüldü.
Polis ‘kapı açılmıyor, içeridekilerden bilgi alınamıyor’ ihbarı üzerine gittiği işyerinde; biri Almanya uyruklu, üç kişinin tüyler ürperten işkencelere maruz kalmış cesetleriyle karşılaştı.
Uzmanlar cesetlerin resmen ‘doğrandığını’ açıkladı ve hastanede hayatını kaybeden kurbanla ilgili şu bilgileri verdi: “Sayamadığımız kadar bıçak darbesi vardı, işkence amaçlı olduğu çok açıktı. Kalçası, testisleri, anüsü ve sırtı onlarca bıçak darbesiyle doğranmış; parmakları uzunlamasına ve kemiğe kadar defalarca kesilmişti. Boğazında boydan boya çok uzun ve açık bir yara vardı. 51 ünite kan verildi ancak kurtaramadık...”
Olayla ilgili dört kişi gözaltına alındı; hepsinin üzerinden de aynı mektup çıktı: “Beşimiz kardeşiz, ölüme gidiyoruz, hakkınızı helal edin...”
Emniyet kaynakları zanlıları muhafazakarlığı ağır basan, milliyetçi bir grup olarak tanımladı ve herkes benzer şekilde yorumladı ‘hunharca’ saldırıyı:
“Trabzon’daki Rahip Santoro ve gazeteci Hrant Dink cinayetlerinin devamı...” Daha şiddetlisi, daha vahşisi, en inanılmazı belki de...
Nasıl oldu da, 19-20 yaşlarındaki insanlar bu kadar vahşileşebildi, adam doğradı ve cinnet getirdi; şiddet nasıl bu kadar boyut değiştirdi? Aklımızı kurcalayan bu soruyu İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Direktörü, Psikoterapist Dr. Murat Paker’le konuştuk.
Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle geri planda kalsa da önümüzde tüyler ürperten bir Malatya fotoğrafı var. İlk bakışta ne görüyorsunuz bu fotoğrafta?
Çok kısaca baktığımızda üniversite hazırlık kursuna giden beş genç insan var. Biri, basından izlediğim kadarıyla daha ön planda, abi gibi davranıyor. Bastıkları yer Hıristiyanlıkla ilgili yayınlar yapan, daha önce tehditler nedeniyle ismini değiştirmek zorunda kalmış bir yayınevi. Oradaki üç kişiyi boğazlarını keserek öldürüyorlar. Öldürülenler Hıristiyan ve toplumun geniş kesimleri tarafından misyoner diye kabul edilen insanlar. Öldürenler, ‘din ve vatan için yaptık’ diyor. Türkiye’nin son 5-10 yıldır içinden geçmekte olduğu sosyo-psiko-politik süreçle çok yakından alakası var olanların; o sürecin ürünleri bu çocuklar. Sırf bunlar değil; Hrant Dink’i öldüren de, Rahip Santoro’yu öldüren de hep aynı sürecin mamulleri! Bu çocuklar bir şekilde şunu düşünüyor; ‘bu misyonerler Müslüman yurduna gelmiş, burada Hıristiyanlık propagandası yapıp insanları, kardeşlerimizi, dindaşlarımızı yoldan çıkartmaya çalışıyorlar..’
‘Müslüman mahallesinde salyangoz satılıyor’ duygusu mu?
Evet. Bu duygu sırf bu çocuklarda değil, dediğim gibi çocuklar bu sürecin mamulü...
Tarif eder misiniz bu süreci?
Türkiye’nin dışa açılması, bir miktar demokratikleşme süreci, diğer adıyla AB’ye katılım, reformlar yapma süreci. Bu süreç başladığından beri giderek artan homurdanmalar, tepkiler var Kürt meselesi, demokratikleşme, Ermeni meselesi ve misyonerler konusunda... En son Tandoğan mitingindeki bazı konuşmacılara kadar, ki cinayetten 3-4 gün önce olmuş bir miting bu, misyonerlerin tehlikeli insanlar olduklarına dair propaganda yapıldı. Yani aynı Hrant Dink’in hedef gösterilmesi gibi bu misyonerler hedef gösterildi.
Yani bu gençler kışkırtıldı mı?
Bu gençler tabii ki kışkırtıldı! Ama kışkırtmayı geniş anlamda kullanıyorum. İlla birileri gidip, ‘bunları öldürün’ dememiş olabilir ama bunlar tamamen cahil değil, lise mezunu, interneti kullanan, gazeteye bakan, genel iklimden etkilenen gençler..
Her kışkırtılan bu kadar vahşileşebilir mi? 19, 20 yaşındaki gençlerden bahsediyoruz; bu kadar insanlık dışı davranmalarına neden olan dürtü nedir?
Bir kere toplumda şiddete eğilim artıyor. Bu durum yoksullaşma, işsizlik, geleceğe dair umutların azalması, insanların gelecek tasavvurlarının kısıtlanması gibi şeylerle alakalı. Buna ek olarak, demin anlattığım gibi demokratikleşme sürecinin güçlenmeye başlaması ile kendilerini çok daha fazla tehdit altında hissediyorlar. Yani ayaklarını uzun yıllardır bastıkları zemin sarsılıyor. Nedir sarsılma? Mesela yakın zamana kadar ‘Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür’ diye düşünürken, bugün herkes biliyor ki Kürtler vardır, Kürtçe diye bir şey vardır. Bu, bir sürü insana çok alerjik geliyor. Sadece Kürt meselesi değil, başka bir çok konuda uzun yıllardır bu toplumun inandırılmaya çalışıldığı bazı bilgilerin pek de bize öğretildiği gibi olmayabileceğini keşfetme sürecindeyiz aslında. Buna acayip tepki duyuyorlar ve artık reddedilemez bir gerçek olduğu için, altlarından kayan zemini tekrar elde edebilmek için çeşitli baş etme mekanizmaları geliştiriyorlar. Bunlardan biri de yok etme, saldırganlaşma. Umarsız bir çaba ama bu değişim sürecinin, Türkiye’nin çok yetersiz de olsa kör topal devam eden demokratikleşme sürecinin yan etkileri... Bazı gençler de, ‘madem ki bu zemin kayıyor, madem ki bu reformlar yüzünden devlet eskiden yapabildiği bazı şeyleri yapamaz hale geliyor, o zaman durumdan vazife çıkaralım’ ruh haline girebiliyor.
Cinayetlerin ayrıntılarını okumuşsunuzdur; insanların boğazlarını kesiyorlar, anüsten, kalçadan bıçaklıyorlar, parmaklarını uzunlamasına yarıyorlar. Toplumsal ve sosyal süreç ne olursa olsun, insanı asıl ürküten bir insanın bunu yapabilmesi! Bu, klinik bir durum mudur? Bunu yapan normal, sağlıklı bir insan mıdır?
Bunu normal kabul etmemiz tabii ki mümkün değil. Bu işkenceleri yapanları psikopatoloji açısından konuşabiliriz. Ama mesela Türkiye’de öteden beri çok ciddi işkence problemi var...
Olanlar bu kültürün yansıması mı?
Yani düşman saydığı, ‘mutlak öteki’ diye gördüğü kişinin insanlık dışı olarak kodlanması... Yani Malatya’da işkence yapanlar da, Nazi kamplarında Musevileri itlaf edenler de, Irak’taki cezaevinde, Türkiye’de ya da başka yerlerde işkence yapanlar da; itlaf ettiklerini, acı verdiklerini kendilerine eşdeğer bir insan canlısı diye görmüyorlar! Yani bu tür hunharca şiddet eylemlerini işleyenler mağdur ettikleri insanları, insan olarak görmüyorlar bir kere...
Bu yüzden mi böyle vahşileşiyorlar?
Çünkü insan olarak gördüğün birine, tamam vurabilirsin, şiddet uygulayabilirsin ama bu derece hunharlık yapman çok zor. İşkenceci ise ‘temizlenmesi gereken bir şey’ diye bakıyor. Burada bu durumdan görev çıkartan birilerinin varolması gerekiyor.
İşte merak ettiğim de bu; o durumdan görev çıkaranların kafa yapısı nasıl çalışıyor?
Toplumun büyük çoğunluğunda ‘vatanımız bölünüyor, tehlike altındayız’ ya da ‘din elden gidiyor’ vs. gibi bir hezeyan var; ‘dış düşmanlar’ var, ‘iç düşmanlar’ var, birilerinin bir şeyler yapması lazım. ‘Bir şeyler yapmalı’ noktasına gelindiğinde, birilerinin aklına darbe yapmak, birilerinin aklına bilmem ne partisini desteklemek, birilerinin aklına gösteri yürüyüşü yapmak, birilerinin de aklına, kendi kişilik yapıları yüzünden şiddete başvurmak geliyor. Bu kadar hunharca şiddete başvuranların kişisel psikolojik yapıları muhtemelen oldukça antisosyal ve narsistik diyebileceğimiz bir yapıdır...
Psikolojik olarak ‘hasta’ diyebilir miyiz bunlara?
Hepimizin belli kişilik eğilimleri, yatkınlıkları var. Bunların çoğu bozukluk derecesinde yatkınlıklar değil. Bu çocukları kişisel olarak tanımıyorum, o anlamda psikiyatrik bir tanı koymak ve burada tanı açıklamak etik olmaz ama vurgulamaya çalıştığım şey şu; bu tür düşmanlaştırma, ‘vatan elden gidiyor’ hezeyanları içinde bazı bireyler ya da gruplar, grupçuklar, işi ele almak gerektiğini düşünebilirler. Bu kişiler de büyük olasılıkla bu tür antisosyal narsistik eğilimleri güçlü olan bireylerdir. Çünkü onlar daha itkisel, dürtüsel davranabilen, müzakereye, demokratik mekanizmalara yatkın olmayan, karşılarına bir engel, tehlike çıktığında bunu öfke ve şiddetle çözmeye yatkın kişilerdir.
Bir canavara dönüşmeleri bir cinnet getirme hali midir peki?
Bu öyle çok anlık değil ama daha geniş bir zaman diliminde gösterilen bir cinnet hali. Bir kere Türkiye toplumunun çoğunluğu bir tür cinnet halinde, hezeyan halinde. Mesela dikkat ediyorum; böyle bir olay oluyor ya da biri karısını doğruyor, psikiyatristlere, psikologlara soruyorlar, yalnızca psikolojik bir analiz yapılıyor. ‘Hitler nasıl bir adamdı?’ diye soruyorlar, psikiyatrik analiz yapılıyor. İşkenceciler için ‘patolojik insanlardır’ deniyor. Bir ‘ak-kara mekanizması’nı kullanıyoruz. ‘Bizle hiçbir alakası yok, onlar sapık ya da anormal ya da patolojik; dolayısıyla biz temiziz, biz sıyırdık bu işten’ demiş oluyoruz. Bu çok tehlikeli. Çünkü hepimizin katkısı var ve onlarla bir ortaklığımız var.
Nasıl bir ortaklıktan bahsediyorsunuz?
Bir şekilde kışkırtmışlığımız var, göz yummuşluğumuz var, ciddiye almamışlığımız var! Ben şöyle bir soru sormak taraftarıyım; 5-10 yıldır bu kadar hezeyanlı bir politik kültür devam ederken, niye bu kadar az cinayet işlendi? Asıl soru bu! Çok daha fazlası beklenebilir, olabilir de hala...
Toplumun çıldırma halini, cinayetlerin sayısını az mı buluyorsunuz yani?
Hala demek ki bir yerlerde, toplumun önemlice bir kesiminde, bir sürü hezeyanlı hale rağmen aklıselimin ağır bastığı yerler var demek ki! O cinnet hali, hezeyan hali söylem düzeyinde hükümranlığını sürdürse bile eylem düzeyinde o kadar da zıvanadan çıkmış değiliz. Ama biraz daha önlem alınmazsa çok yaygın Türk-Kürt çatışmaları görülebilir, Ermenilere yönelik daha yaygın şiddet eylemleri görülebilir. Mesela son 2-2.5 yıldır Türkiye’de 20 tane linç girişimi yaşandı. Hrant Dink cinayeti bunların sonunda oldu. Yani gelişi bir anlamda belliydi. Bu linç girişimleri olduğu zaman ne oldu? Valiler, belediye başkanları, emniyet müdürleri çıkıp, ‘Vatandaşın tepkisi, vatandaşın siniri bozulmuş’ falan dediler.
Kahramanlaşma duygusu da cinayet işlemeye teşvik ediyor mu? ‘Kurtlar Vadisi’nde olduğu gibi, kahraman yaratma sevdamız da sebep olabilir mi?
Kuşkusuz öyle bir boyutu da var. Kurtlar Vadisi bu işi çok popülerleştirdi tabii ama sırf o da değil; mesela Susurluk, ‘Bu millet için kurşun atan da bizimdir’ diyen Tansu Çiller! Yani mesele şuna geliyor: Türkiye’de katile katil denemiyor bir süredir! Yani bizim işimize yarayabilecek tarzda katiller kahraman kabul ediliyorlar katil oldukları halde! Bunların içinde Abdullah Çatlı da var, Mehmet Ali Ağca da var. Cezaevinden çıktığında nasıl karşılandığını hatırlayın. Kurtlar Vadisi’nin nasıl sonuçlandığını hatırlayın; yüzlerce insanı katletmiş katiller, devlet toplum kahramanı diye mahkemeden salıveriliyor. Susurluk’u bir anlamda beraat ettiren bir dizidir bu.
Şimdi bu katillere özenme durumu da olabilir mi?
Tabii! Yani ciddi yaptırımı olan bir şey değil bu tür katillik Türkiye’de. Kahramanlık ve katillik bir arada gidebiliyor! ‘Hiç kimse’ olarak düşünüyorsanız kendinizi, herhangi bir gelecek umudunuz yoksa, iş umudunuz yoksa nasıl göstereceksiniz kendinizi? Böyle binlerce genç olabilir Türkiye’de; kendini göstermek, ispat etmek, bazı çevrelerce iyi anılmak için bir imkan! Çünkü lanetlenmiyor. Toplumun yüzde 90’ı bu tür eylemleri net bir şekilde lanetleyebilse, bu kadar cinayet olmazdı.
Böyle işkence yaparken ne hisseder bu insanlar? Hiç tiksinmeden, acı duymadan, gözlerini kapatmadan, annesini-babasını düşünmeden, geleceğini hesaba katmadan mı yaparlar işkenceyi?
Pişmanlık duyacaklarını sanmıyorum. Antisosyal kişilik yapısının en önemli özelliklerinden biri pişmanlık duyamamaktır! Pişmanlığı neden duyarız? Bir vicdanımız varsa, o vicdan sızlarsa, kendi içimizde bazı şeylere iyi, bazı şeylere kötü diyebiliyorsak, ahlaki normlar, kurallar silsilemiz varsa ve o silsileye göre yanlış bir şey yapmışsak ‘yanlış yaptım’ diyebiliriz. Bize bunu dedirten vicdandır. Antisosyal kişilik yapılarında pişmanlık duyacak bir vicdan yoktur. Fütursuz, sınırsız, içten gelen çok yoğun öfkenin, hiçbir işlemden geçmeden, hiçbir sınırlandırmadan geçmeden doğrudan boşalmasını görüyoruz.
Olaydan sonra bıçakları yıkadıkları ortaya çıktı. Şayet kaçabilselerdi, yakalanmasalardı, normal hayatlarına devam edebilecekler miydi?
Tabii. Türkiye’de böyle bir sürü katil dolaşıyor! Hep işkence örneği veriyorum, çünkü bilimsel araştırma düzeyinde de çok çalıştığım bir şey; işkenceci işe gider! İştir onun için; gider işkencesini yapar, acayip ızdıraplar çektirir, akşam marketten alışverişini yapar, eve gider, çoluğunu çocuğunu sever! Bu tür bir şey bu. Bu kadar hunharlık derecesine varmış insanlar, eğer hayatlarına dışarıda devam etselerdi, mesela evlendiğinde en ufak bir şeye itiraz eden karısını da dövebilirdi, trafikte kavga edip birilerini de bıçaklayabilirdi. Ama sonuç olarak Türkiye gibi bir yerde bu tür anti-sosyal davranışlar için ‘norm-dışı’ deme imkanlarımız kısıtlı, çünkü epey yaygınlar.
Bir internet sitesi cinayet haberini yorumlarken, ‘yağlı saçlı postmodern faşistler’ diye bir tanımlama yapmış. Böyle bir kavram var mı?
Bunun belli bir hakikate oturduğunu düşünüyorum. Mesela MHP gibi, BBP gibi daha örgütlü, geleneksel, faşizan, milliyetçi partilerin üyeleri bu tür eylemlere girişmesin diye yoğun çaba harcadıklarını biliyoruz, 80 öncesinden farklı olarak. Politik hissediş olarak o tür geleneksel partilere yakın dursa da bu tür gençler, parti disiplini dışında, daha yerel, daha serseri mayın tarzı, daha spontan hareket edebilen odaklar halinde olmaları da çok muhtemel. O anlamda postmodern belki. Bu durum tabii bu tür odakları manipule edilmeye de çok açık hale getiriyor.
Amerika’da da 23 yaşında bir öğrenci 33 kişiyi öldürdü. Onun da kişilik bozukluklarından dolayı cinayet işlediği söylendi. Malatya’daki gençler neden işkence yapmayı tercih etti?
Olayın spesifik özelliklerine bakarsak, Hıristiyanlık propagandası yapan birilerinin cezalandırılması eğilimi var, yok ederek, acı çektirerek, ibret olsun diye! ABD’deki olayla Malatya’daki arasında faillerin kişilik özellikleri açısından benzerlikler bulsak bile bu özellikleri harekete geçiren sosyo-politik iklimler oldukça farklı.
Hrant Dink cinayeti de özendirici olmuş mudur bu gençler için?
Bak yapılabiliyormuş duygusu yaratmıştır elbette. Yapıldıktan sonra ‘bak binlerce kişi Ogün Samast’ız diye bağırabiliyormuş, insanlar beyaz bere takıp dolaşabiliyormuş, birilerinin gözünde kahraman olabiliyormuş’ diye düşünülmüştür mutlaka. Soruşturma süreci de o kadar çapraşık bir şekilde gidiyor ki, belki de bir şey olmayacak, 3-5 yılla kurtulabilecekler. Net sınırlarımız yok çünkü. Oysa örneğin ‘ırkçılık yasaktır, cezalandırılır’ yasaları hayata geçirilebilse, katile ‘katil’ denebilse, yani net sınırlar çizilebilse bu tür cinayetler azalabilirdi. Hükümete, devlet kurumlarına ve medyaya öncelikli ve acil olarak büyük sorumluluk düşüyor.
(*) Söyleşinin kısaltılmış bir versiyonu, 29 Nisan 2007’de Sabah gazetesi Pazar ekinde yayımlanmıştır.