Memlekette bayağı tuhaf bir ortam oluştu. Şemdinli davasının gidişatı bu olanları en iyi özetleyen süreç denebilir. Önceki günkü tahliye kararıyla birlikte, süreç, şahikasına erişmiş oldu. Durumu öylesine iyi özetliyor ki, işin içine 'yorum' anlamına gelecek tek bir kelime katmadan, en renksiz ve nötr haber diliyle olguları arka arkaya dizip anlatın, ortaya olağanüstü bir hikâye çıkıyor. Kitapçıda bomba, ölen adam, bagajdaki malzeme, sokaktaki halkın gerçekleştirdiği 'cürm-ü meşhut', Kara Kuvvetleri Komutanı'nın yakalanan astsubay hakkındaki sözleri, Van savcısının iddianamesi, savcıya işten el çektirilmesi, bombalı astsubaylara mahkemenin biçtiği 39 yıllık cezanın Yargıtay'da bozulması ve davanın askeri mahkemeye havale edilmesi, ilk duruşmada tahliye...
Burada öyle makyaj, kamuflaj, ambalaj gibi şeylere gerek duyulmadan, harbi bir gidiş yaşandı, yaşanıyor. Ama başka davalarda o '-aj'la bitenler, 'sabotaj' da eklenerek, bolca gözlemleniyor. Trabzon'da Santoro olayı iyice küllendirildi, şimdiye kadar; zaten ilk olduğu için üstünün örtülmesi de görece kolay olmuştu. Ama Hrant cinayeti ve Malatya cinayeti davaları devam ediyor ve devam ettikçe 'hukuk-güvenlik cinayeti'ne dönüşüyor. Malatya'da video kayıtlarının silinmesi gibi akıl almaz durumlarla karşılaşıyoruz, 'Bu nasıl olmuş?' derken sildiren kişinin zaten azmettiren kişi olması ihtimali ortaya çıkıyor. Bütün bu 'silintiler'e rağmen, baş sanığın 'Adamları ekmek bıçağıyla hatır hutur kestim' dediğinin kaydı ortaya çıkıyor. Dink davasında da, Malatya davasında da, bizzat devlet görevlilerinin 'delil karartma' çabaları belli oluyor. Ortada 'kamuflaj' olduğu belli. Ama bu olduğu için, onun arkasında gizli kalanın ne olduğunu çok iyi anlayamıyoruz. Böylece bunların da iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz tetikçilerle sınırlı kalacağı, 'buzdağı'nın su altındaki kısmının ilelebet su altında kalacağı anlaşılıyor. 1 Mayıs gibi, Ecevit'e suikast girişimleri ve girişim istihbaratları gibi, yüzlerce 'faili meçhul' cinayet gibi.
'Mahkeme' denince, söylenecek çok şey var. Türkiye'de bazı olaylar için 'Bu iş karakolda biter' diye bir deyim kullanırız. Bu çok doğru değildir. Arada bir, Nijeryalı Festus gibi, 'karakolda' bitirmeyi başardığımız olaylar vardır, ama karakola düşen olayların birçoğu oradan da mahkemeye 'intikal' eder. Bu gene böyle ve yukarıda anlattıklarımın yanı sıra, örneğin Agos'u ve yazıişleri sorumlusunu 301'den mahkûm eden mahkeme kararı gibi, insana 'Bu ülkede mahkemelerde ne oluyor' sorusunu çok ciddi bir şekilde sorduracak uygulamalarla karşılaşıyoruz.
Temmuz seçimlerinden önce olmuş bazı şeylerin, şimdi, seçim sonrasında girdiğimiz (ve ne menem bir şey olduğunu pek açık seçik göremediğimiz) yeni dönemde derlenip toparlanması gibi görünüyor bana, bu değindiğim olaylar. Seçim öncesinde bu iktidarı bir şekilde defleyip bu toplumu kendi tarihi içinde hapsetme yolunda, gün geçtikçe gözünü karartan bir gayriresmi seferberlik vardı. Bu uğurda çok cüretkâr işlere girişildi, ama istenen, beklenen şey de gerçekleşmedi.
Şimdi, o paldır küldür girişilmiş ve bir sürü beceriksizlikle, kafa göz yara yara yürütülmüş işlerin örtülmesi, kapatılması, başka yerlere kıvılcım sıçratabilecek korların söndürülmesi gerekiyor.
Bunlar da, 'mahkemede bitecek işler' kategorisine giriyor. Türk hukukunun geleneksel 'devleti koruma' içgüdüsü, bu koşullarda, bu noktalara geldi.
Radikal, 16.12.2007