Anayasa kavramının çeşitli açılardan yapılmış pek çok tanımı vardır. Modern anayasa, genel olarak, siyasal ve toplumsal yapıya ilişkin temel tercihlerin açık kurallar halinde yer aldığı üstün hukuksal belge olarak tanımlanabilir. Bu nedenle, “anayasa”, siyasal hukuk olarak da adlandırılır.
TARİHSEL VE ONTOLOJİK AÇIDAN ANAYASA
“Modern anayasa”, Batıda 18. yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşıp, bütün 19. yüzyıla damgasını vuran anayasacılık hareketlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu arka plana bakarak, tarihsel ve ontolojik açıdan anayasanın varlık sebebinin, egemenliği kurallarla sarmalayıp sınırlamak ve yönetilenlerin temel hak ve özgürlüklerini güvenceye almak olduğu söylenebilir. Böylece anayasa, meşru olan ve olmayan egemenlik iddiaları ve işlemleri arasında ayrım yapmayı mümkün kılar ve meşru olmayan egemenlik kullanımına uygulanacak yaptırımları düzenler. Dolayısıyla anayasa, egemenliğin keyfî bir biçimde icrasını engellemeyi ve yönetilenlerin güvence içinde yaşamalarını sağlamayı hedefler. Bu açıdan anayasa, çok değerli bir “uygarlık kazanımı” sayılır.
REEL ANAYASA-NORMATİF ANAYASA
Bir devletin biçimi ve yapısı hakkında bilgi sahibi olmanın en kestirme yolu o devletin anayasasına bakmaktır. Çünkü siyasal sistemi bir bütün olarak yöneten temel normları tespit etmek, anayasaların aslî işlevidir. Genellikle anayasaların ilk maddelerinde yer alan bu tespitler, devletin temeline yerleşip ona biçim verdikleri için, “yapısal ilkeler” olarak adlandırılırlar. Devletin kendisi hakkındaki tasavvurunu dile getiren bu ilkeler, bir yanıyla devletin “nasıl olduğu”na ilişkin (tasvirî) beyanlar; bir yanıyla da “nasıl olması gerektiği”ne ilişkin (normatif) taahhütler niteliği taşırlar. Yapısal ilkeler, devletin kendisi için öngördüğü meşruluk ölçütleridir aynı zamanda. Devletin somut biçimlenişinin meşruiyeti, bu ilkelere bakılarak tespit edilir.
Bir siyasal sistemin meşruluk iddiasıyla yürürlükteki (pozitif) hukuk düzeni arasında bir çatışma olmaması beklenir. Çünkü normal olan, yürürlükteki hukukun, sistemin meşruluk dayanaklarını kendine özgü formüller ve araçlarla somutlaştırmasıdır. “Anayasa” adı verilen temel belge, böyle bir somutlaştırmanın aslî zeminini oluşturur; ya da öyle olması, anayasa kavramına içkin mantığın gereğidir. Oysa gerçekte normatif düzen ile fiili durum, yani “normatiflik” ile “normallik” her zaman bir örtüşmezler, bu ikisi arasında, yoğunluğu ülkeden ülkeye değişen bir çatışma ya da en azından bir gerilim yaşanır.
Bu nedenle anayasa teorisinde, “reel (gerçek) anayasa” ile “normatif anayasa” kavramları arasında ayrım yapılır, fark gözetilir. Buna göre, “reel anayasa”, bir devlet yapısının fiilî/gerçek durumunu, siyasal varoluşunun biçimini, egemenlik yetkilerinin etkili düzenini, yaygın kabul gören meşruluk modellerini ifade eder. Buna karşılık, ”normatif anayasa”, devlet yapısının hukuksal temellerini tasvir eder. Bu nedenle, “olan”dan önce ve öte, olması arzu veya taahhüt edileni yansıtır. Normatif anayasa, siyasal şartların ve ilişkilerin basit bir kopyası değil; yol göstericisi, meşruluk ölçüsü, bir tür kutup yıldızı olarak görülebilir.
Normatif anayasa ile reel anayasa arasında belli bir mesafenin bulunması bir bakıma kaçınılmazdır. Bu nedenle, ikisinin tam olarak örtüşmemesi, büyük bir sorun olarak görülmez. Ancak bu mesafenin “olağan” ölçüleri aşması durumunda ciddi siyasal ve toplumsal sorunlar yaşanması da aynı şekilde kaçınılmazdır.
İki anayasa düzlemi arasındaki mesafenin büyüklüğü, esas itibariyle iki durumdan kaynaklanabilir. Bir defa, fiilî egemenlik yapıları ve meşruluk telakkilerinin normatif anayasayı hesaba katmayacak denli güçlü olmaları, aradaki mesafenin, normatif anayasayı etkisiz hale getirecek denli açılmasına sebep olur ki, bu durum, “hukukun gücü”nün değil, “gücün hukuku”nun hakim olmasına yol açar. İkinci olarak, normatif anayasanın, mevcut siyasal şartları ve toplumsal ihtiyaçları hesaba katmaması da, onu gerçekliğe yabancılaştırır, dolayısıyla reel anayasayla arasındaki mesafeyi derinleştirir ki, bu durum, normatif anayasanın etkisiz hale gelmesi sonucunu doğurur.
Normatif anayasa toplumdaki siyasal gerçekliğe damgasını vurduğu ölçüde, bu iki kavram birbirlerine yaklaşırlar. Ancak bu yakınlaşmanın mümkün olması için, normatif anayasanın fiilî siyasal şartlara yabancı olmaması, toplumsal ihtiyaçlara bigane kalmaması gerekir. Ferdinand Lasalle, 1862’de kaleme aldığı bir yazıda, toplumsal gerçeklik ve ihtiyaçlar ile anayasa arasında keskin bir çelişki bulunması halinde, anayasayı hiçbir şeyin kurtaramayacağını, ona Tanrı’nın bile yardım edemeyeceğini belirtir.
TOPLUMSAL SÖZLEŞME VE TOPLUMSAL BÜTÜNLEŞME
Anayasanın, bir “toplumsal sözleşme” olarak nitelenmesi, sadece Amerikan anayasacılık geleneğini idealleştirmeye yönelik boş bir slogan veya temelsiz bir “mitos” olarak görülmemelidir. Bunun derindeki anlamı, Althusser’e dayanarak söyleyecek olursak, insanların kendi kaderlerini Tanrı’nın ve/veya geleneğin tekelinden kurtarıp ellerine alma isteklerinin ifadesi olmasında yatar. Anayasaya, toplumsal bütünleşmeyi sağlama gibi bir işlevin atfedilmesi de buraya bağlanabilir. Bunun ön şartı ise, anayasanın yapımı sürecine tüm toplumsal güçlerin mümkün olan en geniş ölçüde katılabilmeleridir.
Bütünleşme, siyasal görüş ve hedef farklılıklarını, toplumsal çoğulculuğu yok saymayı veya yok etmeyi değil, siyasal mücadelelerin barışçı bir şekilde cereyan etmesini sağlayacak mekanizmaları ve farklılıkların bir arada yaşamasını mümkün kılacak güvenceleri gerektirir. Anayasayı toplumsal bütünleşmenin kaynağı veya vasıtası olarak gören eğiliminin, radikal ve aynı ölçüde iyimser ifadesini “anayasal vatandaşlık” yaklaşımı oluşturur. Burada anayasanın, hukuksal işlevlerinin ötesinde, “toplumsal kimliğin” başlıca referansı olacak şekilde yapılandırılmasına dönük bir beklenti söz konusudur.
YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Tarihsel olarak anayasa, “eskiden kopma ve yeni bir başlangıç yapma” niyet ve ihtiyacının en açık simgesi olarak anlaşılmıştır. Bu durum, ilk anayasalardan sonraki “anayasayı yenileme” çabaları için de geçerlidir. Şayet niyet, “yeni bir başlangıç” yapmak değilse, mevcut anayasayı kısmen düzeltme ve değiştirme gibi yollara başvurulması çok daha makûl ve işlevseldir. Şu halde, bir anayasanın “yeni” olup olmadığı, “eski”den kopma ölçüsüne göre değerlendirilebilir. Bu bağlamda, “yeni” anayasanın taşıyıcısı olma misyonuna soyunan siyasal gücün, zihniyet ve icraat açılarından “eski”nin devamı olup olmadığına da bakmak gerekir. Kuşkusuz, “yeni” anayasanın niteliği, tek başına bu “güç” tarafından belirlenmez; daha doğrusu, bu gücün hesaplarının hayata geçme ölçüsü, başka siyasal ve toplumsal güçlerin müdahale yeteneğine de bağlıdır. Bu nedenle, anayasa yapım sürecinin, bu gücün niyetine rağmen, “yeni bir başlangıç” iradesinin etki alanına çekilmesi her zaman mümkündür.
TÜRKİYE’DEKİ ANAYASA TARTIŞMALARI
Türkiye’deki anayasa tartışmalarına bu oldukça genel çerçeveden baktığımızda kısaca şu tespitleri yapabiliriz:
- AKP’nin isteği üzerine hazırlanan taslak ve AKP’nin bugüne kadarki tutumu, Türkiye’de egemen siyaset ve devlet zihniyetinden bir “kopuş”un değil, oldukça sınırlı bir “rötuş”un hedeflendiğini gösteriyor. Üstelik bu “rötuş”, özellikle ekonomik ve sosyal haklar alanında, “tarihsel kazanımlar”ın budanması gibi bir “gerileme”yi de içeriyor.
- Öte yandan, bütün “sivillik” iddialarına rağmen, anayasa sürecinin yurttaşların geniş, etkili ve anlamlı katılımına açılması yerine, biçimsel ve çoğu zaman etkisiz katılım formlarını dayatma manevrası her geçen gün daha açık hale geliyor. Esasen, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan hukuksal ve fiilî şartlarda değişiklik yapılmadan, gerçek anlamda bir katılım da mümkün değildir. AKP’nin ise, böyle bir derdi olmadığı anlaşılıyor.
- AKP, bugüne kadarki icraatlarıyla “eski”nin siyaset ve yönetim zihniyetinin pek çok arazını bünyesinde taşıdığını göstermiştir. Özellikle insan haklarını pervasızca ihlal eden devlet görevlilerinin ve – göstermelik birkaç polisiye operasyon dışında - devletin içinden destek alan odakların “dokunulmazlık” zırhını kaldırma yönünde herhangi bir adım atmaya niyetli olmaması, tam tersine bu zırhı besleyen PVSK gibi hukuksal tahkimatlar yapmakta hiçbir beis görmemesi, AKP’nin “demokratik hukuk devleti” ilkelerine kayıtsızlığının açık işaretleridir. Unutmayalım ki, anayasanın yapıldığı şartlar, anayasanın ruhuna siner.
- Bütün bunlara rağmen veya esasen bu nedenlerle, anayasa yapım sürecinin “yeni bir başlangıç”, ama özgürlükçü, eşitlikçi, çoğulcu ve barışçı bir başlangıç yönünde işlemesi, ancak varoluşlarını bu değerlere dayandıran ve bunlarla açıklayan, dolayısıyla bu değerlerin gerçek taşıyıcısı ve güvencesi olma potansiyeline sahip olan toplumsal ve siyasal güçlerin etkili mücadeleleriyle mümkün olabilir.
Birgün Kitap, sayı 46