Mersin’deki Newroz gösterilerinde iki veledin Türk bayrağını yakmaya kalkması... olayın medyada birkaç gün mayalandırılması... (Hürriyet’te Ertuğrul Özkök, Çarşamba günü, başlangıçta büyütmeye gerek görmediklerini yazdı!) ardından tepkiler: Pazartesi Erzurum’da, Salı günü Mersin’de kitlesel ‘bayrağa saygı’ yürüyüşleri... Mersin’deki yürüyüşün ‘kabına sığmaması’: ‘lâf atıldı’ diye bir liseye, yoldan geçen uzun saçlı delikanlıya, Kürt simitçiye dönük -şükür vahim sonuçlara yol açmayan- saldırılar... Genelkurmay’ın ve ‘herkesin’ sert açıklamaları... bayrak asma kampanyası...
Birikim okurlarına, geçtiğimiz haftanın bu provokatif tırmanışının dinamiğini izah etmeye hâcet var mı? Memleketin solcuları ve âkil insanları, ‘biz bu filmi daha önce görmüştük’ duygusuyla izlemiyor mu olup bitenleri? Ünlü Fransızca tabirle, ‘dèjá vu’ (daha önce görmüşlük) duygusuyla - bıkkınlık verici! Türkiye’nin sınanmış yerli ve millî kriz idaresi yöntemi, bu. Her kuşağın hayatına birkaç çevrimi sığıyor bu filmin. Kollektif hafızanın balıksı karakteri ama asıl önemlisi bu hafızanın politik bir tesir kazanamaması sayesinde, iş görmeye de devam ediyor.
Zira, yönetenler ve siyaset edenler bakımından kriz idaresi yöntemi; ‘vatandaş’ bakımından da, içinde bulunduğu darlık, çaresizlik, yalnızlık, perspektifsizlik hali içinde nümayişli, kollektif bir ‘angajman’. Bayrak sadece düşman üstüne sallanmıyor, her bir şeyin üzerini örtüyor.
Tabiî, filmin Kürtçesi de var! Kürtçe olarak da ‘oynuyor’, bir ferasetsizlik, inisyatifsizlik, öğrenmeme, politikasızlık hikâyesi!
Evet, zaten söyleniyordu, bekleniyordu. ‘Zamanı gelmişti’. 1990’ların ortalarındakine benzer bir ‘milliyetçiliğin kara baharı’ ile karşı karşıya olduğumuzu görebiliyoruz. (Kemal Can’la birlikte yazdığımız Devlet ve Kuzgun kitabında, bu uğursuz dönemi incelemiştik.) Evet, Birikim okurlarına izah edecek fazla bir şey yok ; olsa olsa bu sefer mevsim normallerinin nasıl seyredeceğine dair bazı noktalara işaret edilebilir.
Daha önce de olduğu gibi, ‘ortam’, ülkücülerin sahne almasına, meşrûlaşmasına ve ‘yayılmasına’ imkân sağlıyor. Bir fark: Hep yazıyoruz, ülkücüler bu sefer açık bir ırkçı tutumla hareket ediyorlar, bir anti-Kürt hınçla davranıyorlar. Ve yine hep gözlüyoruz, bu hıncın popüler bir karşılığı da var.
Yine daha önce olduğu gibi; yönetenler, ülkücülerin ‘millî refleksi’ temsilen istihdamına açıklar, ve yine her zamanki gibi, bir yandan da bu sokak kuvvetinin kontrol altında tutulmasını istiyorlar. Her şeyden önce, AB’ye ‘koz vermemek’ kaygısıyla! ‘Büyük basın’da, milliyetçi komplo teorisyenlerinden ılımlı sosyaldemokratik yazarlara kadar hemen herkesin, ‘iyi bir MHP’yi özlemesi bundan. Mehmet Ağar’ın ‘ben her şeyi kontrol ederim’ iddiasıyla poz vermesi, bundan. Mesele şu ki, ülkücü tabanda bir kontrol sorunu var; dahası, iktidar deneyiminin hayal kırıklığıyla, ‘kontrole direnme’ istidâdı var.
Bir önceki noktaya dönelim: Bu seferki çevrimde en vahim olan, gündelik hayata nüfuz eden bir hınçlaşma potansiyelinin varlığıdır. Asıl önemlisi bu.
Birgün, 25.3.2005'te yayımlanmıştır.