Toplum dediğimiz şeyi oluşturan insanların çoğu aslında gündelik bilince gömülü yaşarlar. Böylesi bir yaşam biçiminin zaman algısı doğal ki şimdiki zaman ile sınırlıdır. Yaşamın rutinlerine bağlı yaşayanlar için o gün pişecek yemek, o gün elde edilen kazanç, o gün yaşanan sorunlar daha başattır.
İnsanların çoğu için hayat eğrisi doğmak, büyümek, evlenip çoluk çocuğa karışmak, sonra o çocukların çocukları ile mutlu olup. yaşamlarının son demlerinde iç huzuru ile ölmekten ibarettir.
Bir de kökleri uygarlık aşamasına dek giden entellektüeller vardır, bu insanlar soyutun içinde yaşarlar ve zaman algıları geçmişi, geleceği ve şimdiyi de içine alan süregen bir zaman olarak geniş zaman kipinde (geniş zaman malum olduğu üzere eylemin her zaman yapılabileceğini ifade eden açık uçlu bir zaman algısıdır) yaşarlar. Gündelik bilince gömülü değillerdir. Özellikle modern zamanların entellektüelleri görünen şeylerin her zaman göründüğü gibi olmayabileceği kuşkusunu içinde taşır ve önüne koyulan olguları bu anlamda sorgular.
Ancak entellektüelleri avlamak çoğu zaman sıradan yurttaşı kandırmaktan daha kolay olabilir. Çünkü entelektüel rasyonel düşünmeye alışmıştır, bu anlamda söylemek istediklerinizi rasyonel bir biçimde ifade ederseniz yani mantığına yatacak argümanlar öne sürüyorsanız entellektüelin şüpheciliği bir anda ortadan kalkabilir. Elbette kuşkuyu kolay kolay elden bırakmayan entellektüeller de vardır. Onları ikna etmeniz epeyi zordur kuşkucu sorular ile deşelerler, kolay ikna olmazlar ve hep madalyonun öteki yüzüne de dikkat kesilirler.
Fakat günümüzün bilinç endüstrisi içinde her iki grupta yani gündelik bilince gömülü yaşayan insanlar da, entelektüel denen insanlar da tehdit altındalar. Bu endüstri her iki tarafa da kolayca ikna olacağı argümanlar sunmayı biliyorlar.
Tüm bunları neden yazıyorum, şu sıralar türban tartışması geçtiğimiz yaz gündelik binicimiz içinde yer alan iklim değişimi tartışmalarından daha ön planda. İnsanların çoğu bir yandan gündelik yaşamlarındaki meseleler ile uğraşırken, diğer yandan da medyanın onların önüne koyduğu meseleler ile ilgileniyor doğal olarak. Hal böyle olunca da geçen yıl biraz gündem boşluğu, biraz da susuzluk meselesinin artık canlar yakacak bir noktaya gelmesi nedeni ile iklim değişimi olgusu gündem maddesiydi ve o sıralar yapılan kamuoyu araştırmalarında İklim Değişiminin insanlarca en önemli tehditlerden biri olarak algılandığı belirtiliyordu.
ILIK KIŞ DEĞİL, SOĞUK KIŞ NE DEĞİŞTİ?
Bu yıl haliyle kimse iklim değişimini sıcak bir gündem yapmıyor. Çünkü gündelik yaşama değen yönü şu anda ortadan kalmış bir halde gibi görünüyor.
Görünüyoru bilerek kullanıyorum. Çünkü evet bu yıl kuraklık yaşamıyoruz ama son yılların en sert kışlarından birini yaşıyoruz. Ancak bu sessizlik hali tam da iklim değişimi denen hadisenin Küresel Isınma olgusunda Isınma’dan ibaret bir algılama düzeyimiz olması.
İnsanların geneli gibi medya da gündelik bilince gömülü yaşıyor.
Oysa İklim değişikliği ile ilgili yayınlanan onca bilimsel rapor iklimde uç durumların yaşanmasından, denge durumunun ortadan kalkmasından söz eder.
Mesela Türkmenistan’daki Amu Derya nehri 39 yıldan beridir ilk defa bu yıl donmuş bir halde. Afganistan’da aşırı soğuklar nendi ile 654 kişi öldü. ABD aşırı soğuklar ile boğuşuyor. Çin son 1o yılların en sert kışını yaşıyor ciddi bir tarımsal ürün kaybı bekleniyor.
Bizde de doğu Anadolu’da eksi 37’ler hatta daha düşük sıcaklıklar ölçülebiliyor.
Kuşkunuz olmasın eğer doğuda yaşanan şartlar İstanbul’da da yaşansaydı son bilmem kaç yılın en soğuk kışı, İklim Değişimi en büyük sorumlu gibi manşetler atılıp, tartışma programlarında kış koşullarındaki bu değişim ya da uç durum nedeni ile İklim değişimi masaya yatırılmış olurdu.
Ama elbette doğu bizim taşramız orada kara altında ve sağlık altyapısının yetersizliği nedeni ile kızaklarla hasta taşınması, ya da kar araçları ile öğrenci taşınması bizi pek etkilemiyor. Ne de olsa “ateş düştüğü yeri yakıyor” ya da fazla bilinmeyen bir Anadolu deyimi ile “eldeki yara duvarda delik” hali.
Küresel ısınma üzerinden yaratılan panik havasına karşılık iklim değişimi, küresel ısınma gibi konuları kapsayan kitaplar fazla okunmuyor, TV programların ratingi ne onu bilmiyorum ama sorunun kaynağında da esas olarak tam da medyadan yansıyan panik havasının etkili olduğu söylenebilir.
Bilincimizin derinliği daha doğrusu bilinçaltımız doğal olarak yaşamaya programlı olduğundan ve ölüm karşısında unutma hali yaşandığından dünyanın 10 yılı kaldı, 5 yıl sonra büyük felaketler ile insan nesli yeryüzünden silinecek türü haberler küresel ısınma olgusunun beklenen büyük İstanbul depremi gibi tevekkül halinde beklemek duygusuna neden oluyor.
Bunun yanında ortada dolaşan çevreci söylem de sorunu algılama biçimimizi bilinç üstüne taşıyıp bir şeyler yapmamıza engel teşkil edecek konumda. Orada da hem felaket kumkumalığı yapılıyor, hem de bir sistem sorunu olan ekolojik sorunları başta da iklim değişiminin bireysel eylemlerimizle yani iyi birer tüketici olmamız halinde çözüleceği gibi yanlış bir kanaat oluşturuyorlar.
KAPİTALİZMİN DEĞİRMENİNE SU TAŞIMAK
Andre Gorz’un dilimize çevrilen Cennetin Yolları adlı kitapta bir bölüm vardı. Onların Açlığı Bizim Tabağımız başlığını taşıyor ve gıda konusundaki tüketim dengesizliğini konu ediniyordu. Bugünlerde de bizim felaketimiz onların kazancı başlığı ile benzer bir kitap hatta kitap bölümü yazılması mümkün hatta yazıldı bile. Noami Klein’nin son kitabı felaket kapitalizmi olgusunu ele alıyor. Irak’taki savaştan, Endonezydaki Tsunami felaketinden sonra ABD kökenli şirketlerin akın etmesini, Dünya Bankası ve benzeri kuruluşlarında kredilerinin felaketler sonrası yeniden inşa için özelleştirmeyi şart koşuyor.
“Kesin olan şu ki, yerkürenin yeniden inşaat faaliyeti altındaki bölgelerinin sayısı her geçen gün artıyor. Dünya; bildik, kâr amaçlı firmalardan, mühendislik şirketlerinden, dev sivil toplum örgütlerinden, hükümetlere ve BM’ye ait yardım kuruluşlarından ve uluslararası finans kurumlarından oluşan paralel bir yönetim tarafından yeniden inşa ediliyor. Irak’tan Açe’ye, Afganistan’dan Haiti’ye uzanan bu yeniden inşa alanlarında yaşayan insanlardan hep benzer bir şikâyet listesi işitilebilir: İşler çok yavaş ilerliyor, eğer ilerliyorsa o da. Yabancı danışmanlar `maliyet artı masraflar’ ve günlüğü binlerce dolarlık maaşlar alarak üst düzeyde bir hayat sürerken; yerli halk, en çok muhtaç olduğu şey olan işlerden, eğitimden ve karar alma süreçlerinden dışlanıyor.
Bugün Dünya Bankası’nın verdiği toplam borcun %20-25’i `çatışma sonrası’ ülkelere gidiyor. Bu oran 1998’de %16 idi. Bu %16 rakamı bile, Congressional Research Service araştırmasına göre, 1980’den bu yana gerçekleşen %800lük artışın sonucuydu. Savaşlara ve doğal afetlere hızlı müdahale, geleneksel olarak, acil yardım sağlama, geçici evler inşa etme vb. hizmetleri gören sivil toplum örgütleriyle ortak çalışan BM kuruluşlarının alanıydı. Fakat yeniden inşa bugün muazzam kârlar sağlayan bir endüstri oldu, yani artık BM’deki iyilikseverlere bırakılamayacak kadar önemli bir alan. Dolayısıyla, şimdi bu işleri -zaten kendisini kâr ederek yoksulluğu azaltmak ilkesine adanmış olan- Dünya Bankası yürütüyor”[1]
İklim Değişimi için de aynı olgu geçerli. Yapılan felaket çığırtkanlıkları bir yerde pazarı kızıştırmaya, etkili bir marka yönetim stratejisini andırıyor. Birileri felaketler sonucu hayatını kaybederken (Tayfunlar, Seller vb olgular İklim Değişikliği nedeni ile sıklığı ve şiddeti artış gösteren olgular olarak kabul ediliyor) birileri de karbon borsasında karbon alıp karbon satıyor. AB ülkelerinden üçüncü dünya ülkelerine “temiz teknoloji” ihraç ediliyor. Devletler şirketler adına pazarlıklar yürütüyor.
Gözümüzün önünde tüm bunlar dönerken TEMA, WWF Türkiye, Doğa Deneği vb STK’lar ve tabi bu pazarlamanın en önemli aktörlerinden olan Al Gore iklim felaketinin etkilerini azaltmak için bireysel düzlemde neler yapacaklarımızı sayıyor. Mesela mümkün olduğunca yürüyüp bisikletle işe gidip gelmek “karbon ayak izimizi” önemli ölçüde azaltıyor. Uçağa daha az binmemiz halinde, evimizde daha az enerji tüketen tasarruflu ampullerden kullanmamız halinde. Evde en çok kullanılan 5 ampulü en az enerji tüketen cinslerle değiştirmemiz halinde, 2.5 milyon evde yapılan bu uygulama ile 1 yılda 800.000 aracın atmosfere verdiği sera gazına eşdeğer tasarruf yapmış olabiliyormuşuz.
Evlerdeki 2. televizyonları teke indirmemiz gerektiği belirtiliyor. Klimaların filtrelerini 3 ayda bir değiştirmemiz halinde daha az enerji harcayakmışız. Kirlenen filtreler hava akışını yavaşlatacağından cihaz daha fazla enerji harcayacaktır diye de bilgi ekleniyor.
İşyerinize veya evinize alacağınız yeni ekipmanların mutlaka enerji tasarrufu fazla olanlarını tercih etmemiz karbon emisyonlarımızı azaltacakmış.
Oysa bir termik santraldan atmosfere bizim tasarruf ettiğimizden daha çok karbon salınıyor ya da doğal gaz çevrim santralından çıkan azot oksitler evdeki ampulden daha fazla kirletiyor ampulü. Mağazaların vitrin aydınlatmaları için kullandıkları elektrik miktarları, satın aldığımız ürünlerin üretiminde harcadıkları enerji miktarı, işyerlerindeki klimaların harcadığı elektrik oranı bizim tasarruflarımızdan çok daha fazla.
Eğer birileri bir tasarruf yapacaksa bu endüstriyalizm ve onun yaratıcısı kapitalizmden başkası değil.
Sözün özü iklim değişimi bireysel önlemlerle çözümlenecek bir olgu değil bun söyleyen çevre örgütleri aslında sistemin değirmenine su taşıyarak bilgi kirlenmesi yaratıyor ve vicdanları rahatlatarak insanları bir şeyler yapmaktan alıkoyuyor. Tüm bunları yapanlara 90 yaşında hayata gözlerini yuman Ekolojist Komünalist Bookchin “yeşil kolluklu amatörler” diyordu. Ekoloji hareketinin önünde duran ve insanları sistem sorununu görmekten alıkoyarak, sistemden elde ettiği kazançlarla efendiler hizmet veren tüm bu STK’ları süpürmek için Yeşil Kolluklu Amatörler olmaktan vazgeçmemiz gerekiyor.
[1] Naomi Klein: "'Felaket Kapitalizmi' Engel Tanımıyor!", http://www.8sutun.com/node/52 erişim tarihi 15-02-2008