Bilindiği üzere Türkiye'de devletin ve toplumun değişimine ilişkin en önemli tartışma eksenlerinden biri, söz konusu değişimin 'iç' mi yoksa 'dış dinamikler'den mi beslendiğidir. Ve temel dinamiğin dışarıdan geldiği -ithal edildiği- konusunda oldukça yaygın bir görüş vardır. Yani 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyıl başında Osmanlı'da başlayıp Cumhuriyet Türkiye'sinde sürdürülen reform hareketlerinin kaynağı Batı'dır. 'Batılılaşma-çağdaşlaşma' olarak yaşanan süreçte yurttaşlık kavramı, tarih, ırk ve milliyetçilik anlayışı, Latin alfabesi, Medeni Kanun, Ceza Kanunu, ordunun organizasyonu, askeri marşlar, 'çağdaş yaşam tarzı' gibi birçok kurum, uygulama ve pratik ithal edilip yeni bir toplum, yeni bir ulus ve yeni bir insan -adeta bir mühendislik hesabıyla- inşa edilmeye çalışıldı. Aslında Batı'daki modernite modelinin ışığı o kadar güçlüydü ki, 'devleti kurtarmaya' çalışan Türk modernleşmeci elitinin bu ışık karşısında gözlerinin kamaşmaması ve bu ışık tarafından cezbolmaması mümkün olmadı.
Yani özellikle Batı karşısında yenilgiye uğramış, imparatorluğu koruyamamış ve ağırlıkla asker kökenli bu seçkin zümrenin Batı'ya öykünmesi bir bakıma 'düşmanının' kılığına girip, onu taklit etmesi, onun silahlarıyla savaşması sonucunu doğurdu. Dışarıya karşı dışarıyı taklit ederek savaş vermeye çalışan seçkin zümre, içeriye yani topluma karşı da aynı tarzda bir savaş verdi.
Daha sonraki yıllarda da 'dışarısı' ya da 'dış dinamikler' gündemden hiç düşmedi. İçerideki toplumun bu mühendislik faaliyetlerine rağmen ya da bu mühendislik faaliyetleri altında sürdürmeye çalıştığı kendi hikayesi ise dışarısı karşısında 'tarih dışılık', 'gericilik', 'bölücülük' gibi sıfatlara layık görüldü. Dolayısıyla, bu zümrenin sahip olduğu askeri güç ve ideolojik tahakküm araçları sayesinde, 'içeri' bakmaya, içerideki dinamiklere önem vermeye çalışanlar önleri kesilerek kısa sürede devre dışı bırakıldı.
Sesini yükseltmeye ve alternatif bir güzergah sürdürmeye çalışan bu kesimler de kendi hikayelerini yaşamaya çalışsalar bile, sonunda kendi hikayeleri üzerine düşünemez oldular. Kendi hikayelerini, başarılarını ve başarısızlıklarını da 'dışarısı' vasıtasıyla anlamlandırır oldular. Avrupa hayranlığı ve Avrupa nefreti, aşağılık ve üstünlük kompleksi toplumun adeta genel ruh haline damgasını vurdu. Futbol tribünlerine yansıyan “Avrupa Avrupa duy sesimizi” sloganlarından dünyada 'başarılı Türk' listelemelerine; “kahpe Avrupalı” tanımlamalarından Avrupalı kadınların Türk erkeklerine duyduğu hayranlıklara; 'Avrupa'dan alınmış mal' ya da 'diploma'nın kıymetinden “yabancılara ayıp oluyor beyler” ya da “yabancılara rezil olduk” şablonlarına; “bütün dünyanın şapka çıkarttığı -ya da parmak ısırdığı- askeri başarılarımızdan” “Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur” veciz tespitlerine uzanan bir yelpazede beğenilme arzusu ve beğenilmeme korkusu, ortalama Türk ruh halinin işaretleri haline geldi.
Siyasal ve ideolojik tercihler de bu ruh hali üzerinde kuruldu. Örneğin Avrupa Birliği'ne girmek ya da girmemek üzerine yapılan tartışmalar bu kompleks ruh halini yansıttı. Avrupa ya düşmanımız oldu ya da bütün sorunlarımızı çözecek ve de vazgeçilmeyecek kutsal bir idealimiz oldu.
Mühendislik projelerini bozan, kontrol dışına çıkan iç dinamiklere tahammül edemeyen generaller her darbe öncesi ABD'den destek ve onay aldılar. Yeni bir siyasal girişimde bulunmak isteyenler ABD'nin ne diyeceğine hep kulak kabarttılar. Atlantik'i aşıp ikna turlarına çıktılar. Bizimkiler oralara gidip sadaka dilenirken, Atlantik ötesinden gelen her türlü Gladio, kontrgerilla ve de Ergenekon benzeri gayriresmi terör örgütleri de memlekette “millicilik” oyunu oynadı.
Futbol kültürü, sahaya altı tane 'yabancı' futbolcunun sürülüp, maçlara başlamadan önce 'milli' güveni tazelemek üzere 'milli marş'ın çalındığı bir gösteriye dönüştü.
Milli futbol maçları sloganlarla uluslararası savaş ilişkisine dönüşürken, uluslararası ilişkiler bol tezahüratlı futbol maçlarına döndü.
'Dış dinamik' bugünlerde yeni bir tezahür altında kendini gösteriyor. İçerideki sorunu yıllardır çözmek bir yana, tersine azdıran ve Kuzey Irak'ta 'gol' ve 'skor' isteyen bir savaş diline sıkışmış olan anlatı, 'iç dinamikleri' gene eziyor; 'içerideki' memleketin insanlarının, gencecik insanlarının sadece ölüsünü kutsuyor...
Dışarıda kaleler fethetmeye bakıyor sadece... “Düşmanın” gücüyle karşılaştırılamayacak devasa boyuttaki bir güçle zafer kazanmaktan gurur duyuyor; “Zap düşmek üzere” diye anons ediyor. “Yaralı PKK'lılara Irak'tan yardım eli” diyerek, 'dışarıdaki' zaferin skorunu düşürecek “dış güçler”den şikayet ediyor...
Toplumsal hayatı bir mühendislik operasyonunun sahası olarak gören bu savaş ve skor dili gene 'dışarıya' gidiyor. Dışarıda savaş yaparken, 'dışarıda' beğenilip beğenilmediğine, 'yabancıların ne dediğine' dikkat kesiliyor. Şimdiye kadar hep olduğu gibi, 'dışarıdan' alacağı, 'dışarıda' sağlayacağı meşruiyet eşliğinde iç dinamikleri bir kere daha ezmek ve yeni 28 Şubatları dayatabilmek için güç topluyor... Gayet 'ulusalcı' görünümünün altında, Amerikan izni ve istihbaratıyla savaş yapıyor...
Düne kadar AK Parti'yi 'Amerikan uşağı' olarak görenler, Büyük Ortadoğu Projesi uğruna 'vatanı satanlara' karşı Orduyu darbe yapmaya çağıranlar, Ortadoğu'daki bütün halkları ve Türkiye dahil olmak üzere bütün ülkeleri bu proje içinde basit bir piyon olarak gören Amerikan planı karşısında susuyorlar... Sadece susuyorlar...
Ve işin trajik tarafı 'iç dinamikler'in siyasal temsilcileri kendi dinamiklerinin bir kere daha dumura uğramasına neden olacak bu oyuna esir düşüyorlar, 'dışarı'dan başka referansı olmayanların işbirlikçiliğini yapıyorlar.
Bölünmeye karşı amansızca, bitmez tükenmez bir mücadele verdiğini iddia eden bu dilin sahipleri ve ortakları -dışarıdan geçerek- içerideki dinamiklere karşı açtıkları savaşla birlikte bu toplumdaki yaraları ve bölünmeyi daha da derinleştiriyorlar...
Taraf, 28.2.2008