Yunanistan’ın önde gelen gazetecilerinden olan Stelyo Kuloğlu’nun geçtiğimiz günlerde Kanat Kitap tarafından yayımlanan romanı Postaneye Asla Yalnız Gitme, birkaç farklı düzlemde okunabilecek bir roman. Öncelikle sürükleyici bir casus romanı. Bu türün başarılı örneklerinde gördüğümüz çeşitli olgular bu romanda da mevcut: Entrikalar, gizli servislerin çevirdiği dolaplar, bu servislere karşı mücadele eden roman kahramanının roman ilerledikçe bir şeyleri anlamaya başlaması, bununla birlikte artık bildiğini sandıklarının “büyük resmin” tamamı olup olmadığı konusunda duyduğu ikircimin bir türlü sona ermemesi...
Postaneye Asla Yalnız Gitme’de birbirleriyle mücadele eden ve rekabet halinde olan gizli servislerin Doğu Almanya’nın gizli servisi Stasi ile KGB olduğunu da vurgulamak gerekir. İlk bakışta aynı tarafta olması gerektiği düşünülebilecek bu iki servisin rekabeti, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından önceki Doğu Blokunun belki de gerçek anlamda bir “blok” olmadığı / olamadığı, ulusallığın (ve ulusalcılığın) bu blok içerisinde de bir sorun olduğu, hatta “ağabey” “kardeş” arasındaki rekabetin kimi zaman öldürücü olabildiği gerçeğinin de bir görünümü. Bununla birlikte, gizli servisler arasındaki rekabete bu servislerle arasında karanlık ilişkiler bulunan mafyanın da dahil olması, roman boyunca çözülmesi beklenen gizemi daha da karmaşıklaştırıyor.
Postaneye Asla Yalnız Gitme’nin arka planını oluşturan dönem de hayli ilgi çekici: SSCB’de Perestroika döneminde yaşanan değişim ve bu değişimin yarattığı kargaşa var romanın fonunda. Bu döneme ilişkin ayrıntılar, romanda, gizli servisler, casuslar ya da SSCB’nin yönetici elitlerinin yapıp ettikleri bağlamında değil, daha çok Moskova’daki gündelik hayat üzerinden anlatılıyor. Perestroika öncesiyle Perestroika dönemi arasındaki farklılar, sıradan insanların tüketim alışkanlıklarında ve kadın erkek ilişkilerinde yaşanan değişimin farklı ayrıntılarında ortaya çıkıyor. Kuloğlu, romanında Sovyet Rusya’da yaşayan kadınların gündelik hayatlarına ve aşklarına ayrı bir önem veriyor. “İkinci cins”in sosyalist olduğu iddia edilen bir rejimde de ikinci cins olarak algılandığını, romanın kadın kahramanlarının gündelik hayatlarındaki ve duygu dünyalarındaki ayrıntılarda açıkça görüyoruz.
Romanda Sovyet devriminin nasıl yozlaştığı da didaktizme kaçmadan, yine somut insanların başlarına gelenler üzerinden anlatılıyor. Uzun uzadıya olmasa da, roman kahramanlarının bazısının anlattığı önceki dönemlere ait olaylarsa toplumsal fona tarihsel bir derinlik de katıyor.
Postaneye Asla Yalnız Gitme’nin en başarılı yanlarında biri de, toplumsal-siyasal yapıdaki baskının bireylerin psikolojisinde yarattığı tahribat ve yarılmaların, romanın akışı içerisinde, romanın akışını duraklatmadan çizilmiş olması. Bir alt metin olarak, bireylerin korkuya yaslanan bu toplumsal yapıya zaman içerisinde uyum sağlayan psikolojilerinin toplumsal denetim mekanizmalarını nasıl yeniden ürettiğini okumak da mümkün bu romanda. Öyle ki, insanlar korkuyla baskı altında tutuldukları zaman herkes bir başkasını korkulacak biri olarak görmeye başlıyor. Bu da rejimin kendini ayakta tutması ve sürdürmesi için önemli bir imkân yaratıyor. Bireyler sürekli olarak bir teyakkuz halindeler; bunun sonucunda da tehdit olarak algıladıkları başkalarını, kendilerini korumak adına rahatlıkla ihbar edebiliyorlar. Böylece kendilerini koruduklarını sanırken korkuya dayanan baskı rejimini de korumakta, yeniden ve yeniden üretmekteler aslında.
Romanda çizilen korku dolu, karanlık atmosfere karşın Kuloğlu, ironiyi de elden bırakmıyor. Romanın ironisi Batı toplumuyla Sovyet toplumunun; Perestroika öncesiyle Perestroika sonrası arasındaki karşıtlıkların ifade edildiği satırların arasında gizli. Tabii, kapalı toplumların tamamında gördüğümüz simgelere verilen aşırı önem ve bu simgelerin gerçeklikle arasındaki bağın kopma noktasına varmış olmasında da ironik bir yan var. Satır aralarında bunlarla -bazen inceden bazen de oldukça açık biçimde- dalga geçiyor Kuloğlu.
Bütün bunların yanında Postaneye Asla Yalnız Gitme, buruk bir aşk romanı aynı zamanda. Aşk konusunu romanın felsefi bağlamıyla da ilişkilendirmek mümkün. Aşk için sadece “seven biri” ile “sevilenin biri”nin var olmasının yetip yetmediğini, bunları önceleyen bir de özgürlük sorunu bulunup bulunmadığını tartışıyor Kuloğlu romanında. “Sosyalizmde aşk mümkün mü?” sorusunu bu nedenle romanın anlatıcı-kahramanı Kevin Danagher sürekli olarak sorguluyor. Rejimin kendisini ayakta tutabilmek için insanların özel hayatına ve yatak odasına da müdahale etmesinin sonucunda insanlar arasındaki en dolaysız ve yakın ilişki bile bir korku ve nefret ilişkisine dönüşüyor. Bunun sonucunda da Batı toplumlarındaki insanı insanlıktan çıkaran rekabetin yerini alması gerektiği düşünülen dayanışma duygusu da gelişemiyor, hatta aksine başka bir tür rekabet halini alıyor. Topluma hâkim olan korku atmosferi bireylerin bir başkasını sevebilmelerinin ve başkalarıyla dayanışabilmelerinin önünde büyük bir engel oluşturuyor. Aşk ve cinsellik de bundan muaf kalamıyor sonuçta.
Postaneye Asla Yalnız Gitme’de hikâyeleri anlatılan ya da hikâyelerine bir biçimde değinilen pek çok karaktere hâkim olan bu haletiruhiye, aşk ile özgürlük arasındaki ilişkinin tekil örneklerini gözler önüne seriyor. Şu da eklenebilir: Kuloğlu’nun roman örgüsü içerisinde kalarak başarıyla çizdiği bütünsel panoramada aşk-özgürlük ilişkisi farklı boyutlarıyla görünürlük kazanıyor. Bir yandan korku atmosferi nedeniyle yaşanan ihanetlere tanık olurken, öte yandan özgürlüğü en azından kendi iç dünyasında koruyabilmiş olanların aşk, sevgi, dayanışma gibi insani duyguları da korumayı sürdürebildiklerini görüyoruz. Stelyo Kuloğlu’nun Postaneye Asla Yalnız Gitme’deki en büyük başarısı, sanırım, bir casus romanının sürükleyici olay örgüsü içerisinde hem siyasi hem de felsefi göndermeleri bulunan böylesine önemli bir konuyu sorgulayabilmesinde.
Stelyo Kuloğlu’nun özgürlüğü ele alışı da bazı haklara sahip olup olmamak bağlamıyla sınırlı değil. Homo Sovyetikus’un özgürlükle ilişkisinin çift yönlülüğü de tartışılıyor romanda. Korkuya dayalı rejimlerde insanların “özgürlüğün belirsizliği” yerine “özgürlüksüzlüğün verdiği güvenliği” yeğleyebildiklerini farklı roman kahramanlarının seçimleri aracılığıyla görüyoruz. Postaneye Asla Yalnız Gitme’de özellikle vurgulanan belki de şu: Baskı rejimleri tahakkümlerini insanların ruhsallıklarını sakatlayarak muhkemleştiriyor; insanların ruhsallıkları da gündelik hayattaki, özellikle yakın ilişkiler içerisinde sakatlanıyor daha çok – siyasal hakların, özgürlüklerin olup olmasının ötesinde, daha derinlerdeki dinamikleri sorguluyor roman. Bu nedenle Batı’daki tüketim toplumları da bu bağlamda paylarına düşeni alıyor romanda. Stelyo Kuloğlu Sovyet rejimini alabildiğine eleştirirken tüketememe ya da toplumsal rekabette geride kalma korkusunun da özünde bir başka tür korku rejimi olduğu gerçeğini pas geçmiyor. Korku rejiminin Batılı versiyonunda da insani duygular meta halini alıyor.
Lukacs, roman sanatının doğumunu burjuva toplumuyla ilişkilendirirken, roman kahramanının da her şeyin alınır satılır olduğu bu toplumsal yapı içerisinde otantik değerleri arayan sorunsal bireyler olduklarını belirtmişti. Postaneye Asla Yalnız Gitme’nin kahramanı Kevin Danagher’i de, her şeyin korku nesnesi olduğu -artık tarihe karışan- bürokratik-“sosyalist” toplumda otantik değerleri arayan sorunsal bireylerden biri olarak değerlendirmek mümkün.
Son olarak hayli sürükleyici, merak duygusunu sürekli kışkırtan ve ayakta tutan bir olay örgüsü olduğunu belirtmeliyim Postaneye Asla Yalnız Gitme’nin. İç içe geçmiş iki ayrı hikâye anlatılıyor romanda. Kevin Danagher’in yazmakta olduğu roman, Kevin’in başından geçenlerle paralel olarak akıyor. Bu noktada belki küçük bir ayrıntı ama Postaneye Asla Yalnız Gitme’yi okurken, edebiyatın bireylerin hayatlarındaki -giderek unutulan- kendini sağlam tutma, koruma, kendini ifade etme ve iletişim rollerini de bir kez daha fark ediyoruz.
Stelyo Kuloğlu, Postaneye Asla Yalnız Gitme, çev: Sona Özzakar, Kanat Kitap, 2007, 303 s.
Birgün Kitap