Mine G. Kırıkkanat Radikal’deki köşesinde Mersin’deki Newroz gösterilerinde iki çocuğun Türk bayrağını yakmaya kalkması vesilesiyle vuku bulan olaylara, giderek ciddi bir tehlike olarak gördüğünü söylediği Kürt ve Türk ırkçılığına dair üç yazısı ile eşlik etti. Her ne kadar ilk bakışta ırkçılık karşıtı bir tavır alıyor görüntüsü yaratmaya çalışsa da, açıkça Kürtlere anlaşılmaz bir öfke ve nefret ile kaleme aldığı görüşleri, şu sıralar basının da içine düştüğü histerik, ırkçı anti-Kürt öfkeye örnek teşkil ettiğinden Mine G. Kırıkkanat’ın ırkçı olduğunu düşündüğüm görüşlerinin eleştirel bir yorumunu yapacağım. Tabii ki Mine G. Kırıkkanat istisna değil, sadece Türkiye’deki çelimsiz ‘orta sınıfa’ bir örnek. Her gün benzer içerikli yüzlerce yazı gazete sayfalarını kaplıyor. Mine G. Kırıkkanat, bu üç yazıda söylemeye çalıştığı fikirlerini alıntılayarak özetleyelim: “Demek istediğim o ki, barışçıl bir halkın siyasal anlamda meşru bir kimlik arayışında Kürtler, ne yazık ki 'kültürel'den önce 'kriminal' bir varlık gösteriyorlar.” Devamla Kürtler, “ortaçağ zihniyetini yıkamayan bir topluluk, ne kendilerinin, ne de ülkenin doyuracağı sayıda doğurup doğurtarak, 'fedai nüfus' üstünlüğüyle Türkiye'yi yıkmak peşinde; aç çocuk orduları terörü, mafyayı, kapkaç çetelerini besliyor yıllardır” ve “Türkiye, AB'nin kriterlerine uyduktan sonra bile, yine bir ölçüde Kürtler yüzünden alınmıyor.”
Irkçılığın ne olduğuna, nasıl tanımlanması gerektiğine dair toplumbilimciler arasında her ne kadar ortak bir kanı yoksa da, bu konuya dair uzun tartışmaları okuyucuya aktarmak yerine, ırkçılık konusunda yaptığı araştırmalarla tanınan İngiliz Sosyolog Robert Miles’in ırkçılık tanımını vermekle başlayalım. Robert Miles’e göre ırkçılıktan bahsedebilmek için, iki önkoşulun yerine getirilmiş olması gerekir: Öncelikle, bir ırkın kurgulanması gerekir: Irkçılıkta gerçek veya sözde bedensel özellikler (ten rengi gibi) veya kültürel özellikler (dil, giyim kuşam veye eğitim durumu gibi) insanların veya insan gruplarının karakter özelikleriyle bağlamlandırılıp, bunlar sanki onların kökenlerinden kaynaklanan doğal özelliklermiş gibi sunulur. Bu, toplumsal olarak oluşmuş hegemonik ilişkilerin doğallaştırılması demektir. İkinci olarak, ırkçılıktan bahsedebilmek için homojen olarak görülen grubun, ‚aşağılık’ olarak tanımlaması gerekir ve/veya ‘bütün kötülüklerin’ sorumlusu ve ‘kendi grubu’ için bir tehdit olarak algılanması gerekir.
Yukarıda Mine G. Kırıkkanat’tan aktarılan düşüncelerin, ırkçılığın bu tanımına bire bir uyduğuna dair uzun uzun yazmaya lüzum yok. Ben, daha çok Mine G. Kırıkkanat’la örneklediğim bu ırkçı düşünce tezahürlerinin olası sebeplerini konu etmek istiyorum. Buna Kırıkkanat’ın ilk cümlesi ile verilmeye çalışılan mesajı ve oluşturulmaya çalışılan kanıyı, metni analiz etme amacıyla ayrıştırarak başlayalım: Kürtler ortaçağ zihniyeti taşıyan bir topluluktur, bu topluluk paraziter bir şekilde çoğalmakta ve bu yolla Türkiye'yi yıkmak istemektedir. Şiddet, mafya ve çeteleşme gibi toplumsal sorunların kaynağı, Kürtlerin paraziter bir şekilde çoğalmasıdır. Klasik ırkçılığın açık tezahürlerinde en sık rastlanan fantazmalardan biri, yayılması önlenemeyen, çığ gibi büyüyüp çoğalan parazit fantasmasıdır. Mine Kırıkkanat burada her ne kadar parazit kelimesini kullanmasa da, yaptığı betimlemeyle paraziter bir şekilde çoğalan Kürtlerin Türkiye'yi yıkacağı korkusunu ifade ediyor. Fakat bu korku kendisinin şahsi hal-î pür melâline delalet olmaktan ziyade, Türkiye’de baskın olan toplumsal bir halet-i ruhiye durumuna tekkabül ediyor: Bizi yıkacaklar! Bizi bölecekler! Bizi parçalayacakalar! Türkiye'yi yıkıma sürükleyenler var. Reel toplumsal temelleri olan bu korkuyu herkes hissediyor. Fakat akla gelen soru şu: Bunlar gerçekten de Kürt mafyası ve Kürt olduğu düşünülen kapkaç çeteleri mi? Malûmunuz, Kürt milliyetçiliğine meyilli mafyanın Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından ayakları yerden kesileli yıllar oldu. Şu anda, Kürt mafyası olarak tabir edilen çetelerin ezici çoğunluğu korucu ve itirafçı. Yani bu devletin bir nevi kolluk kuvvetleri. Onlar, kendi devletini yıkmaz. Kapkaç çetelerine gelince, onların yıkacağı yıkabileceği bir devleti kurtarmaya çalışmak her halükârde beyhude bir çaba olur. Mine G. Kırıkkanat da bunları pekala biliyor. Hal böyle iken, Kürtler niye o zaman günah keçisi yapılıyor? Kuşkusuz, sosyal adaletsizliğin ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin tavana vurduğu, suçluların egemen olduğu, devlet erkini oluşturması gereken kurumları çetevari beli güç merkezleri arasında süregiden kavgalarda hiç bir zaman işlevselleşmemiş, sonuç olarak hiç bir zaman kelimenin gerçek anlamında modern bir hukuk devleti olamamış Türkiye’yi yıkıma sürükleyenler var. Sakın Kürtler bu çetelerin günah keçisi olmasın ve bu çetelere alttan alta beslenen öfke, bölücü Kürt imgesi kullanılıp Türk ırkçılığı olarak, ‘Anti-Kürtçü öfke’ olarak kanalize ediliyor olmasın? Vallahi olur olur, niye olmasın! Ne demiş ozan: bu dünyanın direği yok, merhameti yüreği yok. Postkolonyal dönemin en önemli teorisyenlerinden Stuart Hall’e göre, ırkçılıklar sürekli değişen toplumsal pratiklerdir. Lakin, ırkçılığın tarihsel olarak oluşmuş sayısız biçimleri vardır ve ırkçılığı tek bir olguya ve formata indirgemek mümkün ve de makul değildir, fakat bütün ırkçı pratikler hemen her zaman aynı amaca hizmet erer: Bunlar aracılığıyla değişik toplumsal gruplar birbirlerine ve temel toplumsal kurumlara karşı konumlandırılırak hegemonyal güç ilişkilerinin meşrûiyeti sağlanır. Şu anda yapılan da bu. Bu tabii ki ilk ihtimal.
Bir ihtimal daha var: Nora Raethzel ırkçılığı isyankar bir teslimiyetçilik olarak tanımlar. Kölesi olduğu toplumsal ilişkilere karşı mücadele hissini günah keçileri bularak edinir ırkçılar, der. Sadece Mine G. Kırıkkanat değil isyan eden, tek sinyale kaleme sarılan köşe yazarlarının eşliğinde milyonlar isyan ediyor. Kime: Kürtlere, yani toplumun zayıflarının en zayıfına, barakalarda yaşayan, evsiz, barksız, okulsuz ve hastanesiz milyonlara! Ne var ki, Kürt siyasal hareketi Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olma bâbında muhalif karakterini çoktan kaybetti. DEHAP, ‘savaşın’ yarattığı muazzam dezentegrasyonun ortaya çıkardığı toplumsal krizin üstesinden gelmeye çalışan bir örgütlenme haline gelmiş durumda. Yani DEHAP, Kürtleri yeniden bu devlete entegre etmeye çalışıyor. DEHAP’ı azbuçuk tanıyan herkes şunu biliyor: Bütün Türkiye elbirliğiyle bu ülkeyi, siyaseten DEHAP’ın temsil ettiği Kürtlere böldürmeye çalışsa da, Kürtler bu ülkeyi bölemez. Kürtlerin buna ne isteği, ne takatı, ne de böyle bir potansiyeli var. İşte bu yüzden hayır! Bu isyan Kürtlere değil! Bırakın genel anlamda Kürtleri, bu isyan kendini PKK hareketiyle özdeşleştiren Kürtlere bile değil. İsyan Batı’ya. Yukarıda, ırkçılığın ortaya çıkmasına sebebiyet veren en temel olgulardan biri korku olduğuna değinmiştim. Vatanın bölünmesi korkusu, giderek küçülen, daha önce hükmü altındaki topraklar parça parça koparılıp elinden alınan Osmanlı’nın devamı Türkiye’de, bu ülke fertlerinin iliğine işlemiş. Vatan parçaları bir bir bedenimizden koparılmış, her seferinde ‘Şimdi neresi sırada?’ korkusu içimize işlemiş. Bunu yapan, bizi bölen parçalayan Batı. Osmanlı’nın maalesef önlenemeyen çöküşü ve bütün çabalara rağmen yavaş yavaş parçalanması, kendilerini Osmanlı’yla özdeşleştiren elit tabakanın ruhsal dünyasında yol açtığı tahribat, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra milli kimliğin inşa sürecinde en başat özellik olarak örselenmiş kollektif narsisizmin ve korkunun belirleyici olmasına neden olmuştur. Bu korku parçalanan ülkenin evlatlarının kendi geçmişlerine nefret ve husumetle yaklaşmalarını ve düşman bildikleri Batı ile kendilerini özdeşleştirmelerini (kendini saldırganla özdeşleştirmek psikanalistler tarafından etraflıca incelenmiş bireyin en temel psişik savunma mekanizmalarından biridir) doğurmuş, ve onların psişik realitelerinin asli unsuru haline gelmiştir. Fakat Türk milli kimliği inşasının ilk evresinde, batı düşmanlığı her ne kadar geçmişe kaydırılmış ve Osmanlı ‘ötekileştirilmişse’ de, varlığını altan alta sürdürmüş, her zaman var olmuştur. Bir yandan Batı’ya büyük bir sevdayla bağlanmışız, öbür yandan bizi bölüp parçalayacağından korktuğumuz için -ki bu tecrübeyle sabittir- ondan nefret etmişiz. Bu durum, hala devam ediyor. Yani Kürtler bahane ve ‘Anti-Kürt öfke’ sadece cila. Bu öfkenin asıl adresi ise Batı!
Şimdi denebilik ki, nüfusunun ezici çoğunluğu AB’ye üye olmak isteyen Türkiye, Türk medyasının en Satı yanlısı köşe yazarlarından Mine G. Kırıkanat Batı düşmanı olamaz, bu çelişkili mantıksız bir durum. Evet, birbiriyle çelişkili ruh halleri ırkçılığın en temel özelliğidir diyerek yazımı noktalamak istemiyorum. Çünkü son bir daha ihtimal var. O da şu: Bu öfke, bu nefret ne mevcut iktidara, ne Kürtlere, ne de Batı’ya duyulan bir öfke. Bunlardan ziyade aşağılık duygusu, geç kalmışlık kompeksi duygu dünyasının derinliklerine işlemiş bir toplumun kendine olan nefreti ve hıncı. Adorno, yabancı olan, aslında alışık olandır, der. Lakin ötekine duyulan hınç ve nefret, aslında her zaman kendi kendine duyulan nefretin dışavurumudur. Bu yüzden Mine G. Kırıkkanat, ‘Türkiye, AB'nin kriterlerine uyduktan sonra bile, yine bir ölçüde Kürtler yüzünden alınmıyor’ derken, dahil olmak istediği Batı’nın ‘haklı olarak’ buna hiçbir zaman izin vermeyeceğini içten içe hisseden, kolu kanadı kırık bir toplumun kendine olan nefret ve husumet duygularını dile getiriyor. Fakat, Mine G. Kırıkanat bu yazılarındaki Kürt kelimesini Türk veya Müslüman kelimesiyle değistirip İngilizceye, Almancaya veya Fransızcaya çevirse, Avrupa’nın yerleşik medyasında açık ırkçılık yaptığı için pek rağbet görmese de, neofaşistlerden hayli ilgi görür.