Farzedelim ki basın, Fransız sosyolojisindeki hakim yaklaşımın, yani Pierre Bourdieu ve meslektaşlarının düşüncesinin, solun yeniden inşasına dair ilgisini değerlendirmek için kamuya açık bir tartışma ortaya atmış olsun. Çorbada benim de tuzun bulunsun, ama önce bilimler ve siyaset ilişkisiyle uzun bir süredir ilgilenmekten başka bir niteliğim olmadığını söyleyerek lafa başlayayım. Bana öyle görünüyor ki sol ve Bourdieu ilişkisi meselesi şu ana kadar iki nokta etrafında döndü: Bilimsel araştırmaları, Bourdieu’yü politik tavırlar almaya yetkili kılıyor mu? Tahakküm sosyolojisine yaslanarak sosyal-demokrasiden daha güçlü bir sol geliştirebilir miyiz? Ne kadar ilgi çekici olsalar da, bu iki tartışma da Bourdieu sosyolojisinin bilimsel olduğunu ve solda yer aldığını varsayıyor. Oysa, bu önkabullerin ikisi de bana yeteri kadar isabetli görünmüyor.
Solcu olmak için ezilenlerden bahsetmek yetmez. Esas mesele iktidarın sonuçlarını ezilenlerin nasıl izah ettiklerinin anlaşılmasında gizlidir. Bourdieu’nün sosyolojisinde, ilginç bir betimleme anından sonra, terimlerin ve durumların çeşitliliğinin yerini, az sayıda, sürekli tekrarlanan ve onlara çaktırmadan aktörleri manipüle eden görünmez güçler alıyor. Oysa, insanların kendileri tarafından bu görünmez güçleri tanımlamak için buldukları terimlerle, sosyolog tarafından ifşa edilen «görünmezler» arasında temel bir fark var: Birinciler aktörler tarafından geliştirilmiştir. Dolayısıyla aktör dediğimiz insanlar kendi kavramlarıyla «inceleyebilir». İkinciler ise, sadece sosyolog tarafından bilinir ve insanların gözünden kaçar. Hakim tahakküm söylemi geçtikten sonra, sıradan insanlar daha da güçsüz kılınmıyorlar mı? Adlarına konuşulduğu iddia edilen insanların söz, icat ve direniş kapasitelerinin bu şekilde indirgenmesi işine «solculuk» denebilir mi?
Bourdieu’nün elbette ki aktörleri manipüle eden görünmez güçleri, aktörler adına tanımlamak için mükemmel bir sebebi var: O bir bilim eseri yaratıyor. Aynen biyoloğun hastaların haberi olmadan bir virüsçe manipüle edildiğini göstermeye hakkı olması gibi, sosyoloğun da olayın saklı etkinliğini, aktörler bunun hiç bilincinde olmasa da, ifşa etmeye hakkı var. Biyologtan beklediğimiz şeyi sosyologtan da beklemeye hazır mıyız? Eğer biyoloğun bedenimizde görmediğimiz şeyler keşfetmesine izin veriyorsak, ondan bu görünmezleri -mesela teşhis veya hatta aşı şeklinde- değiştirilmiş ve denetim altına alınmış bir hale getirmesini talep ediyoruz demektir. Oysa, Bourdieu’den, laboratuarında otuzbeş senedir bütün bu elimizi kolumuzu bağlayan görünmez güçlerle ne yapmakta olduğunu göstermesini istemek acımasızlık olurdu. «Alanlar» daha mı geçirgen oldu? «Sembolik sermayel» daha mı akıcı? «Yeniden üretim» daha mı az tekrarlayıcı?
Bilim rüyasından Bourdieu ustalık/hakimiyet arzusunu muhafaza etti, ama ne sosyal dünyayı aktörlerin terimleriyle tanımlama gereğini, ne de, tahakkümlerinin etkisini kısıtlamak amacıyla, görünmez güçleri değişime uğratma zorunluluğunu korudu. Bilim eseri yaratmak için nesneye hakim olmakla yetinmek değil, nesnenin sizin hakimiyetinizden kaçtığı ve bu yolla sizi ona kendi sorularını sormaya zorladığı ender halleri bulmak gerekir. Sert bilimler çoğunlukla bu halleri yapay olarak üretmeye muktedirlerdir: «Esnek» bilimlerin niteliği, sorularını ve açıklamalarını, özneler ve mekanlar doğrultusunda değiştirebilme becerilerine göre ölçülür. Sosyal dünyanın kanunlarının sonu gelmez tekrarlanışı, görünen o ki, Bourdieu’yü sosyolog bir bilge yapmaya yetmiyor.
Bourdieu’nün durduğu yer bu kadar dayanıksızsa, nasıl oluyor da solun, uzun zamandır söz hakkından mahrum olanları nihayet dillendirecek bir bilimsel teorisi olarak görülebiliyor? Şöyle bir varsayımda bulunuyorum: Bilimin, Fransa’nın ve solun, Bourdieu’nün çalışması etrafındaki asimilasyonuna olan bu ani ilginin bir avantajı var: Bu, sosyal ve politik hayatı oluşturan unsurların az sayıda tanıdık ögeyle sınırlanmasını sağlıyor. Bourdieucü sentez sayesinde, tarihin temel bileşenlerini tanıyoruz: Bir sürpriz gerçekleşmeyecek. Her halde, sosyolojik anketle, siyasal hayatla, piyasanın keşfiyle, bilimsel deneyle, Fransızların ne istedikleri, ne oldukları ve ne yapabilecekleri yeni baştan yavaş yavaş oluşturulamaz. Siyasal hayata kısa devre yaptırabilir, iktidarlara ahlak dersi verebilir ve cesaretten yoksunluklarını ucuza kapatarak öfkelenebiliriz. Biliriz ki, «Bilmiyorlar.»
Tarihin kanunlarını gösteren ve solun solunda konumlanmaya izin veren bir bilime sahip olunduğu için kamusal hayata kısa devre yaptırma hakkına sahip olunabileceği düşüncesinin bir önceli var: Marksizm. Bourdieu’de elbette ki bir Lenin’den hiçbir şey yok. Ama onun şahsında kurtuluş ümidi için en yüksek merciyi gören Fransızlara, bilim, Fransa, sol, modernizasyon, toplum ve ekonomi arasındaki ilişkiler hakkındaki vazgeçilmez düşünme sürecini erteleme hakkı veriyor. Sanki sosyal dünyayı basitleştirebilirmiş ve onun bileşenlerini, sözü sıradan aktörlere vermek ve kendi dünyalarını açıp göstermelerini sağlamak için kullanılan karmaşık ve pahalıya patlayan yöntemleri kullanmaksızın tanıyabilirmişiz gibi.
Eğer solu yenilemek düşünülüyorsa, bu, tarihin bir bilimi olduğu hayalinin ardından, bu sefer toplumun bir bilimi olabileceği hayalini kurarak değil, siyasal hayatı görünüşte içinden kesen üç güncel formu eşit derecede etkili olduklarını varsayarak incelemeye karar vererek yapılacak: İlk hareket, piyasa organizasyonlarının karmaşıklığını kötü asimile edilmiş Amerikan ekonomisinin birkaç sarsılmaz yasasına indirgemek isteyen Fransız tarzı liberalizm. İkincisi, eşit derecede yıkıcı olarak, Fransa’yı neofaşistlerin, neoliberallerin ekonomiyi anladığı kadar kötü anladığı bir Darvinizm adına, «kökten» Fransızlara indirgiyor. Bourdieu’nün ilham verdiği sentezin ani baskını da aynı tepkisel özelliklere sahip: Basitleştirilmiş bir bilim, sosyal dünyanın bileşenlerinin indirgenmesi.
Son kertede bu üçüncü hareket, Doğu ülkelerinde dünyanın yeni gereklilikleri ölçüsünde güven verici ve rahatlatıcı olarak ortaya çıkan komünistlerin eski çekiciliklerini tesis etmelerinden daha beklenmedik değil. «Uğursuzlar belki, ama onlarla, en azından nerede durduğumuzu biliyoruz ve aynı anda hem liberalizmden hem de faşizmden sakınmış oluyoruz.» Bourdieucülüğün benzediği iki harekete nazaran, hafife alınmasını engelleyen bir avantajı var. İlkinden daha az bilimsellikle bezeli olarak ve ikincisinden daha az şiddet içererek solculuk iddiasında bulunuyor.
Bourdieucülüğü eleştirmenin liberalizmi kucaklamakla aynı anlama geleceğine inandırma amacını güden tuzağa düşmeyelim. Hâlâ solcu olmak istiyorsak, karşısında durmamız gereken şey, kamusal hayatın gerekliliklerinin horgörülüşü ve bunun doğa bilimlerinin erdemlerine öykünmeden, gücüne öykünen birtakım bilimlerin adına yapılışıdır: ekonomi, öjenizm, sosyoloji. Sonuçta bu iddiaların arkasında hangi tartışılmaz bilimin durduğu, o tartışılmaz hale geldiği andan itibaren pek az önemlidir: Hem solcu olup hem de herhangi bir bilimin bizi politik görevlerimizden kurtaracağına inanamayız. Nihayet bilimsel bir politikanın işlediği suçlar böyle bir yetersizliğe geri dönmemiz için henüz çok taze; ve sosyoloji onu böylesi bir basitleştirme iktidarıyla yetkilendirmek için çok dayanıksız.