Meta fetişizminin doruklarında dolaşıyor ömrümüz; ihtiyaçlarımızı bu doruktan doyurmaya çalışıp, her doyurduğumuzu sandığımız ihtiyacın yeniden ve daha derinden ürettiği arzuyla kıvranıp duruyoruz ve yeni bir pik noktasını arıyoruz o arzuyu doyurmak için. Çıktığımız her doruk, ulaştığımız her pik noktası aslında düştüğümüz bir çukur oluyor. Biz yükseklerde doyum aradığımızı sanırken arzularımıza, en temel ihtiyaçlarımız bir çukurda kendi kendini boğuyor, kendini öldürüyor, öldürdüğü cesediyle besleniyor. Ve biz, kopuyoruz kendimizden, ihtiyacımız olandan, arzularımızdan…
Bu kopuşun hem nedeni hem (yeniden üretimi bağlamında) sonucu olan günlük ilişkilerimiz, bu kopuş üzerinden anlamlandırılmaya çalışılıyor. Bu çerçeveden, her şey piyasalaşıyor. İnsana ait olan her şey; değer, ahlak, din, ideoloji, ilişkiler… piyasada alınır satılır hale geliyor. Neye elimizi atsak; ihtiyacımıza uygunluğu üzerinden değil, bize yararlılığı üzerinden elimizi attıklarımız kıymete biniyor, değer görüyor. Kıymet verdiklerimiz görünürde değişse bile özde aynı: “Her şey işime yaradığı kadarıyla kıymetli”.
Her şey bu kadarla sınırlı olsa, gene gam değil. Her işimize yaradığını sandığımız şey kısacık bir süre sonra işe yaramazlığını sokuyor gözümüze. Ve evlerimiz, işyerlerimiz, hayatımız… işimize yaramayan şeylerle dolup taşıveriyor. “Demode oldu” diyor ve kıyabilirsek atıyoruz, kıyamazsak biriktiriyor, bir köşede saklıyoruz. Kaç saklımız vardır her birimizin bir yerlerinde kim bilir? Kim bilir, kaç işe yaramaz alet-edevat, kaç işe yaramaz kap-kacak, kaç işe yaramaz telefon numarası… gün gelip tozlanmış dünyalarından kurtarılmayı ve işe yarar olmayı bekleyerek atıldıkları bi köşede öyle kıvranıp duruyor.
Sarı Gelin’de atıldığı bi köşede öyle bekledi durdu. Beklediği yerden gün yüzüne çıkmak, gün gelip işe yarar olmak için ne kadar kıvrandı bilinmez. Derler ki, bir Ermeni gelinine söylenilen ağıttı O, beklediği yerde beklerken ve henüz gün yüzüne çıkmamışken. Ama son yüzyılda o kadar fazla ağıt yüklendi ki Ermenilerin diline, “Sari Gelin”in acısı bir türlü tozlanmış dünyasından inmedi. O türküdeki acı, Ermenilerin tozlu belleklerde saklanıp durdu, diğer acıları aşarak bir türlü gün yüzüne çıkamadı; gün yüzü görmedi, göremedi, “Sari Gelin”, Derler ki, Sarı Gelin değil, “Sari Gyalin”di türkünün adı. Yani, Ermenicedeki dağ kavramından-Sar’dan- geliyordu türkünün Sarılığı. Ve “Dağlı Gelin” demekti aslında. Türkü’nün aslı gerçekten “Sari Gyalin”miydi? Bilmiyorum.
Benim kulaklarıma türkü, Yavuz Bingöl’ün hoş sesiyle ulaşmıştı Türkçede. Yılını hatırlamıyorum, aylardan nisandı. O kadar duygusallaşmıştım ki, o yüzden hatırlıyorum aylardan nisan olduğunu, göz bebeklerimde nisan yağmurları gibi yaşlar vardı; boşaldı boşalacaktı. Salkım Hanım’ın Taneleri filminin fragmanlarından önce de dinlemiştim türküyü Bingöl’ün içli sesinden. Ama filmde, tam yerli yerine oturmuş olmalıydı ki türkü, daha bi içliydi ve daha bi kendi olmuştu.
12 Kasım 1942'deçıkarılan varlık vergisi yasasını mağdurlarından Levon, Aşkale’ye sürgüne gönderilmişti filmde –sanırım bende sürgündeydim filmin izleyicisi olsam da, elim cebimdeki mendilimde… Ablasının ödeyemediği vergi borcu yüzünden Levon Aşkale’de demir yolları yapımında işçilik yapmaya mahkûm edilmişti.
Aşkale, karlar buzlar içerisindeydi. Şartlar korkunç zorlayıcıydı, Almanya’da Austwich kamplarının izinde, benim gözlerimse Levon’un gözlerinde… Ve Aşkale’de, vatani görevinde bir erdi Bingöl, olanları izliyordu kendi halinde. Bingöl, olanların izleyicisiydi, ama içliydi. Bingöl içli zamanlarının birinde, sürgündekilerin koğuşunun dibinde, vakit karanlığa dönerken yakmıştı cıgarasını ve atmıştı elini kulağına: “Erzurum çarşı pazar, leylim aman…”
Türkü saklandığı belleklerden ilk böylemi çıkıp gelmişti bilemem, ama benim belleğimde ilk böyle iz bırakmıştı.
Sonra, Kardeş Türkülerden dinlemiştim türküyü. Ayrı bi tadı vardı. Ses çoğullaşmış, türkü daha bi ete kemiğe bürünmüştü. Ve derken melodisini bildiğim ama sözlerini anlayamadığım biri girmişti devreye; aynı türküyü, “bilmediğim bir dilden” söylemişti, “bilinmeyen dil ve lehçelerde televizyon yayınına izin” veren yasa koyuculara inat, başka bi dilden söylenmeye başlamıştı Nilüfer Akbal: “Ambela para para, neynim aman, neynim aman, sari gyalin…yes im siradzin çara ah, merıt merni, sari gyalin sari gyalin, sari gyalin dardod yarim…” Ses ne kadar yalın, türkü ne kadar canlıydı –siz bilmezsiniz-…Ve son zamanlara kadar da böyleydi benim belleğimin tozlu raflarındaki “Sarı Gelin Öyküsü”
Sarı Gelin, yıllar öncesinde bir Ermeni dağlı geline söylenen “Sari Gyalin” ağıdımıdır yoksa Erzurum’da çarşı pazarda dolaşan güzel bir “sarı gelin”e yakılan platonik bir sevda türküsü müdür? Ya da rivayet edildiği üzre, Çoruh ırmağı boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak beyinin kızına aşık olan Erzurumlu bir delikanlının “kavuşmasız aşkına” istinaden yüreğinden gelenlerin yıllar sonra sembolleşmiş hali midir? Bilinmez. Herkes baktığı yerden bi şeyler söyler durur Sarı Gelinle ya da “Sari Gyalin”le ilgili. Ama belli ki Pazar payı büyük Sarı Gelinin. Ve gene belli ki, bu büyük pazarın büyük oyuncuları bir kez daha o büyük sembolden yararlanmak için devreye girmişler. Ne de olsa büyük sembollerin yaratıcıları başkadır, pazarlayıcıları başka; bu lanetli metafetişist zamanlarda.
Sarı Gelin, geçen günlerde, bu kez kulaklarımdan değil gözlerimden geçerek bir kez daha belleğime nüfuz etti. Tam olarak nerede okuduğumu hatırlamadığım bir yazı üzerinden. ‘Sarı Gelin-Ermeni Sorununun İç Yüzü’ diye bir belgeselin okullarda öğrencilere izlettirildiğini okudum bir yerlerden ve okuduklarımı okuduğum anda unuttum; ne de olsa metafetişist zamanlarından geçiyorduk hayatın ve ben akademik bir yazı yazmanın derdindeydim; bu haberin benim yazacaklarıma faydası yoktu yani.
Sonra bir haber daha okudum konuyla ilgili. Doktor Serdar Kaya, okulda gösterilen Sarı Gelin belgeselinin, çocuğunun psikolojisini bozduğu gerekçesiyle, Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu (Hürriyet Gazetesi, 20 Şubat 2009). Hem şaşırdım hem sevindim. Şaşırdım, çünkü bu ülkede biri –sadece bir kişide olsa- çocuğunun psikolojisinin resmi kurumlar tarafından bozulmasına itiraz etmeye başlamıştı, bu iyiydi… Ve bu ülkede tek bir kişinin bile bunu yapmasına sevindim. Çünkü tek bir çiçek bile yazın gelişini müjdeleyebilirdi.
Derken tepkiler kurumsal olarak ta geldi. Tarih Vakfı,17.02.2009 tarihinde, “Tarih Vakfı olarak, aşağıda belirtilen tebligatın Türkiye genelinde ilköğretim okullarına gönderildiğini üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz” diye başlamıştı yazısına. Ve devam etmişti; “Genel Kurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan ve 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddialarını konu alan "Sarı Gelin - Ermeni Sorununun İç Yüzü Belgeseli" DVD'leri okullarınıza dağıtılmış, söz konusu gönderilen DVD'lerin okulunuz öğrencilerine uygun görülen saatlerde izlettirilmesini, sonuç raporlarının 27 Şubat 2009 Cuma mesai bitimine kadar Müdürlüğümüz Kültür Bölümüne gönderilmesi rica edil”miştir.[2] diliyle kin ve nefret tohumları saçmaktadır. Bu açıdan belgesel her şeyden önce temel insan hakları ilkelerini ihlal etmektedir” gerekçesiyle karşı olduğunu da açıklamıştı. Tarih Vakfı, filmin künyesine ilişkin açıklama yaptıktan sonra, filmin okullarda gösterilmesine, “İlköğretim öğrencilerinin izlemesinin şart koşulduğu Sarı Gelin belgeseli tüm bilimsellik iddialarına rağmen bilimsel değildir. Aksine, bir propaganda filmi olarak değerlendirilmesi gereken bu belgesel toplumda zaten var alan Ermeni düşmanlığını ve ayrımcılığı körükleyen
Ve başka kurumsal tepkilerde yükseldi filmin ilköğretim okullarında gösterimine ilişkin. Örneğin, Barış Girişimi, Ermeni Vakıf Okulları temsilcileri, Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd), Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV), Tarih Vakfı, Uluslararası Hrant Dink Vakfı ve Milletvekili Ufuk Uras ortak bir açıklamayla “Güzelim türküye tecavüz eden Sarı Gelin filmi, bir belgesel değildir. Alenen ırkçıdır. Düpedüz, Türkleri Ermenilere düşman etmek için imal edilmiştir”" [3] dediler ve yetinmediler. Bu kurum ve kişiler "Sarı Gelin: Ermeni Sorununun İçyüzü" filminin ilköğretim okullarında çocuklara zorla gösterilmesini isteyen Milli Eğitim yetkililerin açığa çıkarılmasını ve cezalandırılmasını da istediler.
Açıklamaya Türkiye Barış Meclisi ve Dur De girişimi de destek verdi. Derken Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) tepkisini, Genel Başkanı Zübeyde Kılıç’ın sesinden verdi. Milli Eğitim Bakanlığınca ilköğretim okullarında izletilmesi için dağıtılan, 1915 olaylarını anlatan "Sarı Gelin" adlı belgeselin öğrenciler üzerinde olumsuz etki yarattığını iddia eden Kılıç, "Sarı Gelin” belgeselinin kan, gözyaşı ve ceset görüntüleri içerdiğini, izleyen çocuklar üzerinde olumsuz etki yarattığını savundu. [4] Belgeselin künyesi belliydi artık: Film Genel Kurmay Başkanlığı tarafından hazırlanmış ve okullarda gösterilmesi bir anlamda Milli Eğitim İşkoluna görev olarak tevdi edilmişti. Niyeti ise ortadaydı. Ama ben niyet okuyucu olmayıp filmin künyesini biraz daha açayım.[5]
Filmin yönetmeni, İsmail Umaç, uzun bir süre TRT’de çalışmış. Sonra Net Prodüksiyonu kurarak Sarı Gelin filminin yönetmenliğini üstlenmiş. Filmin yapımcısı Ahmet Çelenk ve senaristi ya da kurgucusu Güray Değerli hakkında fazla bilgiye internette rastlanmıyor. Filmin danışmanlarından biri Prof. Dr. Mim Kemal Öke. Öke tarihçi, yazar. Diğer danışmanı Prof. Nejat Göyünç. Prof. Göyünç’ün tevellüdü epey eski 1925 doğumlu. O da tarihçi.2001 yılında vefat etmiş. İki danışmanda anlı şanlı profesör yani[6].
Film,Videotek Prodüksiyon tarafından çekilmiş. Bu şirketin patronu, filmin yapımcısı da olan Ahmet Çelenk. Filmin sitesinde[7], “Sarı Gelin için yurtiçi ve dışında 160 kişiyle röportaj gerçekleştirilmiştir. Sarı Gelin filmi için, Ermeni Meselesi'yle ilgili 13 ülkede dolaşılmıştır. Toplam 45 kişiden oluşan bir ekibin ürünü olan Sarı Gelin için 10 bine yakın yazılı arşiv taranmış ve görsellenmiştir. Belgeselin çekim ve kurgu çalışmaları, Videotek Prodüksiyon'un teknik donanımı ile gerçekleştirilmiştir. 1999 yılında başlayan ve 4 yıl süren bir çalışmanın ürünü olan belgesel için üç yıl araştırma, 8 ay çekim ve 4 ay kurgu çalışmaları sürmüştür” denilmektedir.
Sarı Gelin 40'ar dakikalık 6 bölümden oluşuyor. .DVD1’in 1.Bölümünde: Yüzyılın Kan Davası; 2.Bölümünde, Suikastlarla Kazanılan Kimlik; 3.Bölümünde, Sessiz Tanık: Arşivler, yer alıyor… DVD 2 dördüncü bölümle başlıyor. 4.Bölüm: Katliama Çıkarılan Vize’yi ele alıyor. 5.Bölüm; Kader Birliği; 6.Bölüm ise Dostluğu Yeniden Hatırlatmak başlığını taşıyor.
Yetmiyor filme ilişkin yukarda sıralanan künye. Bu filmin bi de çok dilli versiyonu var. Şöyle deniliyor filmin sitesinde “Sarı Gelin Belgeseli’nin çok dilli versiyonu 1 DVD’de ve 70 dakikalık özet bölüm halinde hazırlandı. Bu çalışma Türkçe ile birlikte Rusça, İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Lehçe ve Arapça olmak üzere 8 ayrı dilde seslendirildi. Araştırma çalışmaları yaklaşık 3 yılda tamamlanan projenin çekim ve kurgu aşamaları ise 1 yıl sürdü”.
Çok güçlü bi çaba, zaman ve emek harcanmış “Sarı Gelin” filmi için anlaşılan. Bu kadar güçlü çaba, zaman ve emekten sonra ne kadar para harcandığından bahsetmek bile abes (!). O kadar ülkeye, o kadar insana, o kadar zamana paramı dayanır. Bu kadar şey karşısında parayı hesap etmenin anlamı ne? O yüzden olsa gerek, zaten filmin sitesinde bir tek bütçeye ilişkin kayıt yok. Kim bilir hangi gizli ödenekle karşılanmıştır. Ve gizliyse zaten ödenenler, nasıl aşıkar kılınabilir ki?... Ama gene de sormak gerekmez mi?: Bu kadar çaba, emek, zaman, (hadi parayı sormayalım) ne için? Bu nefret neden ekilir körpecik beyinlere? Öyle ya körpecik beyinlere ekilmeli ki maya tutsun. Henüz gideceği yeri yönü belli olmayan, çoğu kez günlük hayatlarının küçük korkularıyla bile destek almadan baş edemeyecek kadar masum ve bir o kadar şaşkın ve biçare olan henüz 8-10 yaşındaki çocuklara izlettireceksin ki filmi, bu coğrafya da kimlerden korkmaları gerektiğini ve kime itaat etmeleri gerektiğini erken bellesinler. Erken bellesinler ki, bir daha unutmasınlar ve “düşmanla çevrili vatanlarını” içerden soyup soğana çevirenleri sorgulamasınlar. Hatta onlara yüz yıl öncesinden gelen bir minnettarlıkla hep biat edebilsinler. Bu filmi 12-15 yaşındaki erginlere seyrettireceksin ki, onların içinde bulundukları dönem gereği isyan yüklü duygularının ve toplumsal adaletsizliklere başkaldırma hayallerinin yerini ve yönünü belirleyebilesin. O erginlere seyrettireceksin ki, isyancı erginlerin isyan duygularını kontrol altında tutabilecek “kum torbaları” ya da “günah keçileri” sonsuza kadar onların belleklerinde “günah keçisi” olarak kalabilsin. Sonrası kolay nasıl olsa, bir gün içlerinden seçip ve taltif ettiğine inandırdığın birinin eline tutuşturursun silahı ve “Haddini bildir vatan hainine” der işaretlersin birini. “Bu vatan senin hizmetine muhtaç” dersin ve büyük ve vazgeçilemez adam duygusu yaratarak, küçük adamı dilediğin gibi kullanabilirsin.
Sonrası nefret toplumu ve kendi nefretinden beslenen ucube yaratıklar topluluğu… Yol ettiklerinin mezarlarında biten ota bile düşman olacak kadar kör nefretin dibine çekilmiş kumkumalar ülkesi.
Milli Eğitim Bakanı Çelik açıklama yapıyor[8] ve bu filmle ilgili tartışmalar başlamadan önce filmin gösterimi okullarda kaldırıldı diyor. Doğru ya da yanlış bu açıklama, ama neyi değiştirir ki. Diyelim ki, Sayın Bakan, tam da bu filmin çocuklara gösterilmesinin çocuklar üzerinde ki olumsuz psikolojik sonuçlarını, filmi eleştirenlerden erken fark etti. Ya da onlardan daha erken konuya vakıf oldu. Ve diyelim ki durumun vahametine, bu vahameti eleştirenlerden erken aydı. Bu neyi değiştirir sahi? Anoloji kuralım bir anlığına: Birilerine tecavüz girişimde bulunan birilerini başka birileri henüz görmedi diyelim. Bu tecavüzün bir tek ‘tecavüzü engellemekten sorumlu’ olan birilerinin bilgisine sunulduğunu düşünelim. ‘Tecavüzü engellemekten sorumlu’ birilerinin tecavüze uğrayanı önce seyretmesi, hatta tecavüzcünün emellerine çanak tutması ve ardından birilerinin tecavüze uğradığını daha kimse dillendirmeden fark ederek bu işten vazgeçmesi masumiyetin kanıtı olabilir mi? Velev ki, Bakanın açıkladığı üzere, filme yönelik tepkiler başlamadan sekiz ay önce bu filmin okullarda gösterilmesi durdurulmuş olsa dahi, masumiyet kirlenmemiş midir? Ama metafetişist çağda kirlenmeyen ne kaldı ki, biz masumiyet kirlenmesinden bahsedebilelim…
Birilerimiz “bebekten katiller böyle yaratılıyor bu ülkede”[9] diyebiliriz. Diğerlerimiz bu söze alkış tutabiliriz, bir doğruyu saptaması üzerinden. Başkalarımız, tüm bu olanlara ve olacak olanlara sessiz kalabilir; sırça köşklerinde ya da başını sokacağı bir dam bulamadığı koca evrende sessiz sedasız yaşayıp gidebilir. Ya da, kimilerimiz, bu metafetişist çağda tüm olup bitenlerden ve olacak bitecek olanlardan hiçbir şey anlamadığı ve artık anlayamayacağı için önüne çıkan her tür değeri; iyiden ve güzelden yana olan her şeyi talan edebilir. Ama çağ bu, metafetişistik çağ. Böyle kurgulandı son üç yüzyıldır: Egemenler böyle ektiler tohumları ve marabalar böyle sürmeye devam ediyorlar. Kimin haklılığının bi önemi yok. Önemli olan, kimin kaybettiğini anlamakta.
Şimdilik yeniden raflarda Sarı Gelin.
Saklayanlar ne zaman yeniden gösterime sokar ve ne için sürdürürler bu lanetli senaryoları, bilinmez. Ama bilinen o ki, Sarı Gelin ya da “Sari Gyalin” sahipsiz öyle ortada kalıvermiş biçimde dolaşıp duruyor ülkemde. Zaman zaman tozlanmış yerinden çekilip alınarak ve parlatılıp cilalanarak, hem sevginin hem nefretin nesnesi haline getirilebiliyor hala… Kiminin dilinde ağıt, kiminin elinde kılıç oluyor Sarı Gelin/Sari Gyalin… Benim kulaklarımda ise kültür düşmanlığına inat her dilde farklı duygular yaşatan bir mit olarak kalmaya devam ediyor…
Bir yanım ses veriyor; elinde kılıç kesecek kelle arayanlara, elinde silah sıkacak kafa kollayanlara… Sokakta öfkeyle dolaşan birilerine ölüme inat bağırıp duruyor bir yanım… Bağırıyor, bilmediğim bir dilden; Ermenilerin gömütmüş gibi derinden gelen seslerinden çıkıp gelerek-tarih öncesinden koparıp kendini bu çağa dünmüş derin bir acının içinden bağırıyor: “Ambela para para, neynim aman, neynim aman, sari gyalin…yes im siradzin çara ah, merıt merni, sari gyalin sari gyalin, sari gyalin dardod yarim…” Öte yanım bildiğim bir dilden yayılmaya çalışılan tüm nefret tohumlarına inat bağırıyor ve bildiğim dilden yanık bir ezgiyle en derin duygularla yüreğimden çığırıyor :“Erzurum çarşı Pazar, leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin… içinde bir kız gezer, nenen ölsün sarı gelin aman, sarı gelin aman suna yarim”…
[1] Dr. Canani Kaygusuz . 19 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi.
[2] Tarih vakfının açıklamasının tamamı için bkz: http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=9&ArsivAnaID=50448&ArsivSayfaNo=1
[3] Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.bianet.org/bianet/kategori/egitim/112722/sari-gelin-ayibini-yaratan-yetkililerin-bulunup-cezalandirilsin
[4] Ayrıntılı açıklama için bkz: http://egitim.milliyet.com.tr/Egitim/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=ilkogretim&KategoriID=118&Article
[5]Burada belgeselin künyesiyle ilgili aktarılan tüm bilgilerin ayrıntıları için bkz: http://www.sarigelinbelgeseli.com/
[6] Bu tarihçilerin künyelerine ilişkin bilgilere http://www.sarigelinbelgeseli.com/ yada isimleri girilerek farklı sitelerden ulaşılabilir.
[7] Bkz: http://www.sarigelinbelgeseli.com/
[8] Sayın Bakan, Çelik’in konuya ilişkin açıklamalarının ayrıntısı için bkz. http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=817109&title=bakan-celikten-sari-gelin-belgeseli-aciklamasi ve http://haber.mynet.com/detay/bilim-egitim/MEB-Sari-Gelin-in-dagitimi-8-ay-once-durduruldu/19Subat2009/N207100
[9] Hrant Dink’in katlinden sonra eşi Rakel Dink’in cenazede duygu yüklü konuşmasına atfen