Geçtiğimiz hafta DTP Milletvekili Aysel Tuğluk üç yıl önce partisinin Batman Kongresi'nde sarfettiği “Başbakan diyor ki PKK’yı terörist ilan edin, sizinle görüşelim. PKK’yı terörist ilan etsek de bu sorun çözülmez. Sizin terörist olarak nitelendirdiğiniz insanlar, kimine göre kahramandır. Abdullah Öcalan’a terörist dersek halkın karşısına çıkamayız.” sözleri yüzünden 1.5 yıl hapisle cezalandırıldı.
Tuğluk’a ceza PKK’nın amacı doğrultusunda hareket ettiği gerekçesiyle verildi. Mahkeme suçun işleniş biçimi, işlendiği zaman, meydana gelen zararın ağırlığı, failin kastındaki yoğunluk gibi gerekçeleri de ekleyip takdir hakkını ileride suçun yinelenmeyeceği konusunda olumlu kanaat oluşmaması ve Tuğluk'un pişmanlığının gözlenmemiş olması nedeniyle lehine hiçbir hüküm işletmeden karara bağladı. Mahkemenin PKK'nın amacı doğrultusunda hareketten ne anladığını bilmiyoruz, muhtemelen hiçbir zamanda bilemeyeceğiz. Ya da suçun işleniş biçiminin (ki burada bir konuşma söz konusu!) işlendiği zamanın (16 Mayıs 2006 ve civarının mahkeme için çok önemli olduğu anlaşılıyor ama niye önemli bu tarih temellendirme lüzumu görülmemiş!) meydana gelen zararın ağırlığı (nedir bu zarar ve niye bu kadar ağır diye de sormayın, bunların bir cevabı yok!) ve failin kastındaki yoğunluk (bu yoğunluğun nasıl ölçülmüş olabileceğini sanırım bir tek mahkeme biliyor!) gibi muallak ifadeler, herhangi bir rasyonelle bağı iptal olmuş keyfi yorumlar silsilesi ile karşı karşıyayız. Bir açıklıktan, neden sonuç ilişkisinden söz etmeye imkan tanımayan bu yorumun anlamı nedir ve bu bize ne adalet dağıtım vasatımız hakkında ne söylüyor tartışacağız ancak önce davanın geçmişine de bakalım.
Davanın geçmişi kısaca şöyle: Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi Tuğluk’un yargılanmasını milletvekili seçilince durdurmuştu. Ancak, Yargıtay bu kararı bozdu ve yeniden yargılanan Tuğluk Terörle Mücadele Kanunu uyarınca cezalandırıldı. Bu aşamadan sonra anlaşılan o ki Tuğluk’un avukatları kararı temyiz edecek ve Yargıtay kararı tasdik ederse Tuğluk itiraz hakkını kullanacak. Bu itiraz da reddedilirse karar kesinleşecek ve Tuğluk cezaevine konulacak. Bu durumda ilk kez bir milletvekili, dokunulmazlığı kaldırılmaksızın cezaevine gönderilmiş olacak. Anayasa’nın 83. maddesinde milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılmadan yargılanamayacağına dair açık hükme rağmen olacak bu. Aynı durumda kalmış bulunan Mehmet Ağar’ı yargılamayan adalet sistemimiz elbette saygın Ağar'a hak ettiği biçimde davranmıştı velakin Tuğluk saygın bir vekil değil... O tıpkı daha geçenlerde avukatları davaya giremeden 5 dakika içinde 10 yıla mahkum edilen Leyla Zana kadar kıymet sahibi bir vekil. Ya da 2002'de katılmadığı bir toplantıda bilmediği Kürtçe'yi konuştuğu için mahkum edilen şair Şükrü Erbaş kadar değerli. Kürtçe bilen ve seçim çalışmaları sırasında yanındakilerden bir bardak suyu anadilinde istediği için haklarında dava açılan diğer DTP milletvekilleri kadar değerli belki de...
Zaten DTP Başsavcı Abdurrahman Sarıkaya'nın iddianamesinde dile getirdiği gibi demokratik bir parti de değil! Ulusalcı sinizmin zirvesi sayılması gereken o iddianamede Hikmet Fidan'ın katlinin ve Adalet Ağaoğlu'nun İHD'den istifasının DTP'nin kapatılması için gerekçe teşkil etmesi de bu yüzden. Söz konusu Kürtler, Solcular ya da Kemalist milliyetçiliğe mesafeli birileri olunca müesses nizamımızın demokrasi aşığı kesilmesi bilmediğimiz bir sinizm değil gerçi. Fikir ve ifade özgürlüğünü sağlayamamış, berbat insan hakları siciliyle AİHM'de mahkum olmaktan başı dönmüş güzel yurdumuzda başka partilerin ne derece demokratik oldukları ortadayken DTP'yi demokratik bulmamak ve böyle gayr-i demokratik oluşumları darbecilerimizin yaptığı anayasa ve siyasi partiler kanunuyla kapatarak cezalandırmak normaldir. Aynı röportajı bastığı halde öz be öz “Türk” gazetelerine ceza vermeyip Hrant Dink'in oğlunu ve “Ermeni” gazetesi Agos'u cezalandırmak neyse işte odur Aysel Tuğluk'a kesilen cezanın mantığı... Bizim MHP'miz, güzel CHP'miz de demokrat değil ama DTP demokrat değilse gelsin ceza! BBP'mizin başkanı Hrant'ı katledenlerle tanışırmış, katliam sanığı Abdullah Çatlı'yı MHP'mizin dirayetli başkanı saklarmış ne gam! Duyan bilen var mı savcılarımızın lütfedip bir soruşturma başlattığını?
Eh o zaman adını da koyalım: Bu olan biten ırkçılık nitemini hak etmiyor mu? Şu haberi hatırlamak yeter:MHP ile DTP arasındaki ilk temas da kuliste gerçekleşti. DTP Muş Milletvekili Nuri Yaman, MHP Ankara Milletvekili Bekir Aksoy'u yanına giderek kutladı. Genel Kurul'da okunan İstiklal Marşı'na DTP'lilerin büyük bölümü katılmadı. Marş okunurken sadece Sakık, Akın Birdal, Sebahat Tuncel ve Sevahir Bayındır'ın dudaklarını kıpırdatmaları dikkati çekti.İstiklal Marşı okunurken dudaklarını kıpırdatmışlar! Milli eğitim sistemimizin değişmeyen o tuhaf görüntüsü geliyor akla: Şiir okumaya çıkan öğrenciler gibi “içten” ve “duyarak” yani canhıraş bir edayla günün mana ve ehemmiyetine uygun düşen “şiir”i havalandırmak. Herhalde beklenen buydu DTP'lilerden velakin bu insanlar tam kadro katılsalardı da marş okumaya, çok “duyarak”, “icten” söyleselerdi de milli marşı, hatta gözyaşlarına boğulup ağlasalardı da birşey değişmeyecekti: Takiye yapıyorlar! Söze besmeleyle başlar gibi “PKK terör örgütü” demeleri talep edilecekti. Bu olduktan sonra mesela “Ne Mutlu Türküm Diyene!” diyeceksin, Kürtlüğünle ilgili bir şey hatırlatmayacaksın, bol bol bölücülükten bahsedeceksin diye yeni bir reçete konulacaktı önlerine... Ne kadar devletimizin diline benzerse dilin, sana ezberlettiklerimizi tekrarlarsan o kadar güzelsin, bana benze bak sorun kalıyor mu? Ne demişti Roland Barthes: Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir!
DTP'nin içini, dışını nasıl işlediğini bilemedik, konuşmalarına izin vermedik! Devletluların direktifleri ve "Milli Hakikat Rejimi"mizin dayattıkları ve bunları içselleştirmiş halkımız sağolsun kimdir bu insanlar bilmemize fırsat vermediler ve nefret objesine çevirmekte potu hep yüksek tuttular. Düşünün ki Yaşar Büyükanıt Meclise girmiş, bu ülkenin yasalarına uymayı taahhüt eden bu partiye “Onların adını ağzıma almak istemiyorum!" diye mukabele edebildi ve bu kimse de garipsemedi! Pekiyi bu halden nasıl çıkarız? Mesela Kürtler hakkındaki oryantalizmimizi rafa kaldırarak başlayabiliriz. Yani bu kendi başlarına düşünmekten, duymaktan aciz, eğitmemiz, aydınlatmamız gereken, bizim gibi rasyonel olmayan, ancak töre gibi irrasyonel şeylerle işleyen, “ağa” kime oy ver derse ona oy veren, barbar, “kıro”, “ezilen kadınlar”, bitmez tükenmez bir yoksunluk ve yoksulluk diyarının, “töre yöresi”nin insanları tasavvurumuzdan kurtulmak! Bu insanları kendisi kadar insan, kendisi kadar duyan düşünen, kendisi gibi sevinçleri, tasaları, hataları olan bir insan gibi görmeye tenezzül etmeyen o bakıştan kurtulmamız ilk şart. Sonra bize hak olan şeylerin Kürtler'e de hak olabileceğini kavrayabiliriz belki. Akabinde onun bunun oyuncağı, emperyalistlerin maşası şeklinde kodlayıp zihinsel konforumuzu ve hazzımızı üretmemizi sağlayan o zihniyetten sıyrılabiliriz bir ihtimal...
“Milli Hakikat Rejimi”miz, Kürtler'e dair oryantalizmimiz orada durdukça, PKK'yı da yaratan o karanlık milliyetçi kültür değismedikçe barış olmayacak, Arat Dink de ceza alacak, Aysel Tuğluk da hapsi boylayacak. Yüzleşme zamanıdır artık ırkçılığımızla...