“Milli güvenlik” dendiğinde akan suların durduğunu belirten Prof. İnsel “Kullanışlı ve tılsımlı bir kelime bu, o yüzden bu gücü elinde tutanlar kaybetmek istemiyor” diyor. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Edütler Vakfı (TESEV)’nın Prof. Ümit Cizre editörlüğünde 2006 Mayıs’ta yayınladığı "Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim" Almanak’ı TSK’nın ağır eleştirisiyle karşılanmıştı. “TSK yıpratılmak isteniyor” şeklinde özetlenebilecek itiraza rağmen çalışma bir ilkti, çok önemli bir boşluğu dolduruyor ve Türkiye’deki güvenlik birimlerini, mekanizmanın işleyişini, hakim zihniyeti kamuoyunun bilgisine açılıyordu. Serinin ikinci çalışması, üç yılın mevzuat taramaları da dahil çeşitlenen ve derinleşen konu başlıklarıyla geçen hafta yayınlandı. Galatasaray Üniversitesi'nden Ahmet İnsel ile Kültür Üniversitesi'nden Ali Bayramoğlu’nun editörlüğünde çıkanhayli hacimliAlmanak, Türkiye’de özellikle tılsımlı bir güce sahip olan ‘milli güvenlik’ kavramını tartışıyor ve her birimizi ayrı ayrı ilgilendirmesine rağmen dokunulmazlık zırhına sarmalanmış olan alan üzerinde demokratik denetimin önemine vurgu yapıyor. Dünyanın her yerinde güvenlik hizmeti sunan birimlerin hesapsız kitapsız bir geniş yetki istediğini hatırlatan Prof. Ahmet İnsel gösterilen direnci hesap korkusuna bağlıyor ve ekliyor: “Hesap sorulamazlık çok büyük bir iktidar yetkisidir. O iktidar yetkisinin ellerinden gitmesinden korkuyorlar.”
Güvenlik Sektörünün Demokratik Denetimi Almanak-2’nin iki editöründen birisiniz. Türkiye’de bu alanda yaşanan sorun tam olarak ne?
Tüm dünyada güvenlik hizmetlerinde çalışan aktörler, sivil demokratik güçlerce denetlenmekten pek hoşlanmazlar. Bu, Türkiye’ye özgü değil tüm dünyada böyle ve demokratikleşme açısından önemli bir gerilim noktasıdır. Polis; milletvekilleri, avukatlar, insan hakları derneklerince, asker; kendisinin bütçesinin harcamalarının sivil güçlerce denetlenmesinden hoşlanmaz. O kadar ki, sivil güvenlik hizmeti sunan kuruluşlar bile denetim dışında kalmak ve olağanüstü yetki istemekte ısrarcıdırlar.
Neden böyledir?
Çünkü ‘konu, güvenlik olduğu için bu hizmeti verenlere takdir yetkisi verilmelidir yoksa güvenlik hizmetinde aksama olur ve telafisi mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkar’ diye bir genel yaklaşım vardır.
Yapıp ettiklerinin hikmetinden sual olunamaz olduğu düşüncesindeler yani!
Aynen öyle. Bu asker için de, polis için de, sivil güvenlik görevlileri için de geçerli. Güvenlik anlayışı, güvenlik sektöründe çalıştığınız andan itibaren otomatikman sizi böyle bir geniş takdir yetkisi tanınması talebine götürür. Ama demokratik toplumlarda bu yetki sınırlanır, denetlenir. Bu da, esas olarak parlamento ve onu tamamlayan denetim kuruluşlarının görevidir. Türkiye’de sorun, asker sivil çatışması olarak algılanıyor ama buna indirgenmemesi lazım.
TSK SİYASİ PARTİ GİBİ
Bu sorunun böyle algılanması Türkiye’ye mi özgü peki?
Latin Amerika’da bu sorunlar yaşandı. Darbe sonrası Arjantin’de darbeciler yargılandı. Bugün Latin Amerika’da, özellikle Brezilya gibi büyük ve güçlü ülkelerde askeri vesayet sorunu büyük ölçüde aşıldı. Ama bu sorun bütünüyle hiçbir yerde çözülmez. ABD’de de askerler kendilerine bir kapalı alan oluşturmaya çalışıyorlar ama güvenlik konusunda uzmanlaşmış, söz sahibi sivil güçler ve partiler alanı boş bırakmıyor. ABD’de ulusal güvenlik konseyi askerlerin egemen olduğu bir konsey değildir. Türkiye’de, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var olan ve askeri darbelerle zaman içinde pekişen bir askeri vesayet sorunumuz var. TSK mensupları siyasal iktidarda olmasalar da kendilerini ülkenin siyasal yönetiminden sorumlu bir zümre olarak görüyorlar. TSK bir siyasal parti görünümü arz ediyor.
3 hakiki, 1 post modern darbe ile bir adet e-muhtıranın etkisi katkısı ne oldu soruna?
Darbeler sorunu güçlendirmiştir ama siyasi geleneğimiz açısından da ciddi bir sorunumuz var. Biz ciddi bir otoriter siyaset geleneğinden geliyoruz. Siyasi partiler de bu geleneğin dışında değil. Kendi içlerinde demokratik denetim mekanizmalarının uygulanmasından hoşnut kalmıyorlar. Son belirgin örnek Erdoğan’ın, basın mensubuna ‘il kongremizi nasıl yapacağımızla niye ilgileniyorsunuz’ demesidir. Oysa bu da bir demokratik denetimdir, il başkanlığına bir kişinin tepeden mi atandığı, alttan mı seçildiği toplumu ilgilendirir. Buna karışamazsınız derseniz, demokratik denetim zihniyetinden kaçma çabasının bir örneğini göstermiş, askerin ‘kışlama giremezsiniz’ demesi gibi o da ‘benim partime giremezsiniz’ demiş olursunuz.
Sivillerin güvenlik alanında demokratik denetimin sağlanması için ne yapması gerek?
Demokratik meşruiyete haiz olan ve demokratik meşruiyetin kaynağını oluşturan kurum meclistir. Meclisin Türkiye’deki kurumlar hiyerarşisini demokratik teamüllere uygun hale gelmesinde talepkâr, sebatlı ve ısrarcı olması gerekmektedir. Bu, biraz itiş kakışla, biraz pozisyon savaşlarıyla, biraz konsensusla olacaktır. Şu anda itiş kakış hakim ama konsensusla gerçekleştiği de oldu. Askeri yargıyla ilgili son değişiklikte sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması değişikliği, Milli Savunma Bakanlığının (MSB) olumlu görüşüyle oldu. Asker kişilerin darbeye teşebbüs, Anayasayı ihlal gibi suçlar nedeniyle sivil mahkemede yargılanması değişikliğinde bir kavga var. Dolayısıyla çok fazla ak-kara gibi algılamamak lazım.
DENETİM İÇİN RIZA ŞART DEĞİL
Türkiye demokratikleşmek için mevzuatını, alışkanlıklarını ve yerleşik zihni yapıyı değiştirmeye çalışıyor. Ama görülüyor ki değişime direnen çok sert bir çekirdek var. Dolayısıyla demokratikleşme gibi bir konuda, buna direnenlerin rızasını gözetmek şart mıdır?
Şart değildir ama bazı değişimlerin o kurumlarla istişareyle, en azından ön bilgilendirme sonrası gerçekleşmesi daha doğrudur. Asker değil de mesela üniversiteler üzerinden konuşalım. Üniversitelerin görüşü alınmadan YÖK yasası hazırlanır, rıza gözetimi gerekmez dersiniz; bu bir irade beyanıdır. Belli durumlarda meşru olabilir ama aynı zamanda sizin otoriter bir iradeye de sahip olmanızın sonuçlarıyla da yaralı olabilir. Asker konusunda rızaya gerek yoktur derken başka konularda da rızaya gerek yoktur demenin kapısını açabileceğimizi görmemiz lazım. Rızadan daha önemli olan, bilgilendirme, istişaredir, karşı tarafı iknaya çalışmaktır. Tabi Meclistekilerin de örnek olması lazım. Yargı istisnasını bazı kesimler için kaldırırken kendilerini büyük bir dokunulmazlık zırhı içinde savunmaları çelişkili bir durum oluşturuyor.
Türkiye’de siyasi partiler kendi aralarındaki çekişmelerde askerin yanlarında olmasını istiyorlar. Benzeri askerler için de geçerli. Sırt sırta verip değişime direnmek gibi bir durum da yok mu?
Tabii. Biz gerçekten otoriter geleneklerin hakim olduğu bir toplumuz, bu geleneğin kırılması zaman alacaktır. Sivillerin askere dayanarak siyaset yapmasının geçmişte çok örneğini gördük. 12 Eylül darbesini sadece askerler yapmadı. Darbenin zihniyet dünyasını bir dizi sivil, siyaset ve işadamı çevresi hazırladı. 28 Şubat müdahalesinin ortamını da öyle. Unutmayalım ki 12 Eylül darbesinin ortamını hazırlayanlardan bir kısmı, darbe sonrasında bunun mağduru da olabildiler. Bir gerçeklik olarak bu ülkede otoriter zihniyete yatkınlık var. En azından bir kısım siyasi parti kendilerini, askeri kurumlara sırtını vererek siyaset yapmaktan kısmen kurtardılar. Türkiye’de 1960 sonrasında TSK’nın bir muhtırasına, 27 Nisan muhtırasına ilk defa görevdeki hükümet karşı çıktı, eleştirdi ve muhtıra sahiplerini suçlayan ifadeler kullandı. Bu, Türkiye’de demokrasinin normalleşmesi için çok önemli bir ilk adımdı.
HİKMETİNDEN SUAL OLUNAMAZ MI?
Askerin siviller ve siyasi alan üzerinde kendi alanını genişletmesine ve hiçbir şekilde denetime haşa müsait olmamasının nedeni “ulusal güvenlik kavramı”. Hikmetinden sual olunamaz bu kavram nasıl oluşuyor, asker-siviller istişaresiyle mi?
Yaygın teamüller çerçevesinde oluşuyor. Bu ulusal güvenliğe uygundur, diyorsunuz ve akan sular duruyor. Ulusal güvenlik kavramının arkasında, bunun çerçevesini çizen ve geçtiğimiz yıllarda varlığını öğrendiğimiz Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) var. Bu belge Genelkurmay karargâhı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğince hazırlanıp hükümete sunuluyor ve bakanların onayından geçtikten sonra gizli belge olarak devletin hükümetler üstü güvenlik politikasını belirliyor. Bakanlar kurulunda onaylanıyor ama milletvekillerinin hiçbir şekilde haberi yok ve dolayısıyla meclisi, ileride milletvekillerinin güvenoylarıyla oluşacak hükümetleri de bağlıyor!
Anayasanın da üstünde!
Güvenlik devletinin gizli anayasası. 2003 veya 2004’te yenilendi. Ekleriyle birlikte hayli hacimli olduğu iddia ediliyor. Ve biz bu belgeden Sauna çetesine düzenlenen bir baskınla haberdar olduk. Belgede Türkiye’ye veya milli güvenliğe tehdit oluşturan odakların en önemliden en önemsize doğru bir sıralanması var. Bölücülük, irticai faaliyetlerden başlayıp Pontusculuk gibi biraz folklorik tehlikelerden, misyonerlik faaliyetlerinden bahseden bir çerçeve. Almanakta da Meryem Erdal, milli güvenlik kavramının anayasada ve mevzuatta, kararnamelerle yönetmeliklerde nerelerde yer aldığını ortaya koyuyor ki gerçekten çok detaylı. RTÜK’ten YÖK’e, eğitim kurumlarından sermaye piyasası kurumlarına, bankacılık düzenleme ve denetleme kurulundan telekomünikasyona kadar çok geniş bir alan da bu milli güvenlik konsepti içinde yapılan sınırlamaların veya alınan önlemlerin izlerini görebiliyoruz milli güvenlik kaygısıyla alınan önlemlerin izlerini.
GÜVENLİKÇİLER BİRAZ PARANOYAKTIR
Ne zamandan beri var bu kaygılı belge?
İlk ne zaman hazırlandı bilmiyorum. 1961 Anayasasıyla kuruldu MGK. Ya ondan sonradır ya da 12 Eylül rejimi ile başlamıştır. MGSB gibi bir pratik 12 Eylül zihniyetiyle bütünlük içindedir. Ama daha önce de milli güvenlik gerekçeleriyle hükümetin bazı icraatlarının engellendiğini biliyoruz. Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’ın karşı çıkması nedeniyle Isparta’dan Antalya’ya tren yolunun yapılmadığı söylenir, İtalyan birlikleri çıkartma yaparsa Anadolu’nun içine girmeleri kolay olmasın diye. O günden beri de o tren yolu yapılmamıştır. Veyahut Karabük Demir Çelik fabrikasının deniz kenarına inşa edilmemesinin nedeni de yine güvenlik kaygısıdır, Genelkurmay böyle karar vermiştir. Yerleşim yeri rantabl olmadığı için fabrika yanlış yatırım durumundadır. Veyahut Celal Bayar’ın anılarında buluruz, Güneydoğuya sanayi yatırımlarının Genelkurmayca engellendiğini. Aynı şekilde Erzurum’dan Kars’a normal tren değil dekovil denilen o küçük madenci hattı yapılmıştır, sırf Rus orduları Kars’tan girerse trenle ilerleyemesin diye. O zamanın milli güvenlik algılamaları böyleymiş. Gerçi milli güvenlik algılaması içinde 1961’de kurulan ve varlığını bizim 2000’de fark ettiğimiz Azınlıklar Tali Komisyonu da var. O komisyonunun fonksiyonu da, Türkiye’deki azınlıkların ulusal güvenliğe karşı hareketlerini izleyip karşı önlemlerini almak.
Fena halde paranoyakça değil mi bütün bunlar?
E öyledir, ama güvenlikçiler biraz paranoyak olurlar. Her yerde öyledir. Türkiye’de biraz daha abartılmış halini görüyoruz çünkü ulusal güvenlik temasından hareketle, Türkiye’nin özel şartları dendiğinde akan sular duruyor ve bu bir iktidar aracı olarak kullanımınıza açılıyor. O yüzden biraz paranoya biraz da edinilmiş, oynanan, araçsallaştırılmış bir paranoya. Toplumun da bu paranoyaya dahil olması güvenlikçilerin işini kolaylaştırır çünkü o zaman hem aynı dilden konuşmuş olursunuz hem de toplum onları bağrına basar ve çok daha rahat ayrıcalıklar tanır.
ŞARTLI REFLEKS EĞİTİMİ
Sivillerde de bir askerinki gibi milli güvenlik algısının oluşmasını, paranoyanın topluma da sirayet etmesi nasıl sağlanıyor?
Bu bir eğitim. MEB müfredatına baktığımızda -hem Tarih Vakfının hem İnsan Hakları Derneği kitapları taradı- çok ciddi biçimde bir militarist zihniyetin eğitimde ders kitaplarında var olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan Türkiye’nin sürekli tehdit altında olduğu fikrinin çocuklara ta ilkokulun ilk senelerinden itibaren aşılandığın görüyoruz. Bir de, dünyadaki istisnai örneklerinden biri olarak Türkiye’de, zorunlu milli güvenlik dersi diye bir şey var. Öğretmenin genellikle subay olduğu, kız erkek herkesin almak zorunda olduğu bir ders var. Bütün bunlarla o genç dimağların bir tür şartlı refleksle donanması amacı güdülüyor. Tabiî ki bu şartlı refleks, o refleksi oluşturmak isteyenlerin istediği biçim ve oranda gerçekleşmez. İnsan mekanik bir yaratık değil ve o eğitim sisteminin etkisinden bir kısım insan kurtulabiliyor ama bilinçaltımızda böyle bir bilgi var. Toplumun önemli bir kesiminde bir hazırola gelme hali, bir tür refleks olarak bu şekilde verilebiliyor.
POLİSE ŞAHİN ASKERE GÜVERCİN
Güvenlik güçleri içinde bu konuda askerin özel bir konumu var yani?
Bu askerle ilgili olduğu kadar diğerleriyle ilgili de olabilir. Medyada bunun izini açık biçimde görebiliyoruz. Tek tek nerelerde hak ihlalleri olduğunu medya takibiyle öğreniriz. Alper Görmüş’ün makalesi açık biçimde gösteriyor ki Türkiye’de güvenlikle ilgili hak ihlallerinde medya polise karşı şahin, askere karşı güvercin. Medyanın böyle olmasında medya patronlarının, çalışanlarının ve kamuoyunun o şartlı refleks eğitiminden geçmiş olmasının payı yüksek. Bunda özel kasıt aramaktan ziyade onların da Türkiye cumhuriyetinin ortalama yurttaşı olarak bu refleksi taşıdıklarını söyleyebiliriz.
Güvenlik sektörü içinde askerle polis arasında dışarıya da yansıyan bir çekişme hali var ve bu çekişme sivillerin ikisinden birine taraf olması ve kendi aralarındaki çekişmeye bir de bu tarafgirliği eklemesi gibi bir durum daha yaratıyor. Askerin polisin ve jandarmanın görev tanımları, alanları olmasına rağmen neden böyle oluyor? Yani bunlar birbirinin muadili midir?
Asker-polis gerginliği hatırlayalım Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde de ayyuka çıkmıştı. Bu vesileyle Türkiye'de iktidarın hangi alanda yoğunlaştığını çok açık biçimde görüyoruz. Güvenlik devleti rejiminde iktidar güvenlik güçleri merkezli olur. Dolayısıyla iktidar mücadelesi bu güçler üzerinden, onların aracılığıyla sürdürülür. Bugünkü çatışma da kısmen bu nedenle benzer biçimde devam ediyor. Güvenlik devleti rejiminden çıkabilirsek bir gün, o zaman bu güçlerin iktidarın merkezinde yer almalarına da son verileceği için, iktidar mücadelesi siyasal-demokratik alanda verilmeye başlanacaktır. Bu sorun sadece askerde, sadece polis ya da jandarmada değil, rejimin güvenlik devleti merkezli kurulmuş olmasındadır. Bunun yanında elbette bir askeri vesayet sisteminden çıkmanın sıkıntıları buna ilave oluyor.
HİNDİSTAN’LA MI SAVAŞACAĞIZ?
En temelde asker, polis, jandarma, korucular toplumun yani bizlerin güvenliğimizi sağlamaları amacıyla silahlandırdığımız kişiler. Bu görev ve yetkiyi biz veriyoruz onlara ama pratikte görev tanımlarının farklılaşmasında, verdiğimiz silahın zaman zaman bize de çevrilmesinde ya da en azından bizi korkutup evham sahibi yapmalarında sivillerin kusuru olsa da askerin de bir yetki aşımı yok mu?
Bakın bu kusuru ABD’de Irak saldırısı öncesinde yaşadık. Güvenlikten sorumlu siviller Amerikan halkını Irak’a saldırı konusunda ikna etmek için açıkça yalan söylediler. Kabul de ettiler sonra. Yani bunu asker yapar sivil yapmaz demeyelim. Güvenlik konusunda yalan söyleyerek halkı korkutarak güvenlik ile ilgili kararların alınmasını sağlamak bize özgü bir durum değil. Demokratik Türkiye için, güvenlik konusunda güvenlikçi olmayan uzmanlara, dolayısıyla askerin verdiği bilgileri denetleyecek, bu kurumları denetlemekle görevli kurumları milletvekillerini bilgilendirecek halkı alternatif bilgilerle donatacak yapılara ihtiyacımız var. TESEV’in Almanağı esas olarak bunun için var.
Ayrıca yarattığı sorunlar da artmaya başlayan özel güvenlikçilerle, geçici ve gönüllü köy korucularının, polisin, istihbarat teşkilatlarının, dinlemenin, güvenlik bilgi toplama GBT dediğimiz sistemin nasıl hukuk ihlali olduğunu anlatan makaleler var Almanak’ta. Bu bilgi olmazsa istediğiniz kadar denetim deyin neyi denetleyeceksiniz? Polis kalkmış diyor ki, şu kadar Kanas silahına ihtiyacım var. Nereden bileceksiniz Kanas ne işe yarar. Ama Kanas’ın suikast silahı olduğunu bilirseniz, suikast mı yapacaksınız Kanas’la diye sorabilirsiniz. Bunu soran bir sivil yetkili, milletvekili, gazeteci, siyasi parti lideri olabilir, ama bunun sorulması lazım. Atilla Kıyat’ın bir sözü vardır, askerlere sormazsanız onlar uçak gemisi de alırlar, der. Ama sizin sormanız lazım yahu biz uçak gemisini ne yapacağız, Hindistan’la savaş mı yapacağız diye der. Ama bunu sormanız için bilgili ve kendinizi bu konuda yetkili görmeniz lazım.
ORDUMUZ BÖYLE TAKDİR ETMİŞ
Sivil toplum kuruluşlarının bu konuda ki çekimserliği de dikkat çekici…
Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının çevre, azınlıklar, kadın hakları konusunda çok ciddi bir çabası var ama güvenlik sektörünün denetimi konusunda STK’lar kendilerini yetkili görmüyor. Aynı mantalitenin bir uzantısı. Veyahut milletvekilleri. Türkiye’de milletvekilleri bütün bakanlıkların bütçelerini komisyonlarda ve meclis genel kurulunda uzun uzun tartıştıktan sonra onaylar. Ama hiçbir bakanlık bütçesi için olmadığı kadar hemen hemen oy birliğiyle ve tartışmasız oylanan bakanlık Milli Savunma Bakanlığıdır. Bir keresinde 13 dakikada onaylanmış. Üzerinde tartışılmaz soru sorulmaz. Herkes bunu ordumuz böyle takdir etmiş böyle yapalım der.
Emniyet için de böyle midir?
Çok farklı değildir, biraz daha tartışılır. Toplum polis konusunda biraz daha hassastır çünkü.. Bir güvenlik ideolojisinin hakim olduğu bir devlet yapılanması içindeyiz. Buna milli güvenlik devleti diyebiliriz. Bu 1990 sonrasında aşırı bir noktaya varmıştı şimdi biraz geriledi ama ortadan kalkmadı. Milli egemenlik algısıyla yoğrulmuş en kılcal damarlarına kadar bu algının yerleştiği bir devlet yapısı içinde o milli güvenlik kelimesinin tılsımlı bir etkisi var. Söylediğiniz andan itibaren karşı taraftakiler susuyor, boynunu eğip ne denirse kabul ediyor. Bunun için de o tılsımlı kelimeyi elinde tutanlar onu kaybetmek istemeyeceklerdir. Bu öyle gönüllü bir şekilde gerçekleşmez.
Güvenlik kurumları arasında denge nasıl sağlanacak?
Bu meclisin görevidir. Türkiye’de rejim demokratik sosyal hukuk devletidir. Bu rejimin meşruiyetini aldığı yer ne TSK’dır, ne polistir, ne partilerdir ne odur ne budur. Bu rejimin güvencesi TBMM’dir. O da serbest ve adil seçimlerle gelmişse o güvenceye haizdir. Askerin yerine polisi koymanız, rejimin eline silah verilmiş kuvvetlerin güvencesinde olmasına ihtiyacımız yok. Tersine eline silah verilen kuvvetlerin güvencesi olduğu rejimler ya askeri diktatörlüktür ya polis devletidir.
HESAP VERMEKTEN KORKUYORLAR
Güvenlikten bahsediyoruz ama ellerine silah verip bizi korumakla görevlendirdiğimiz memurların sivillere karşı güvensizliği de söz konusu.
Başka türlü olmaz zaten. Güvenlik hizmeti bir güvensizlik hissine cevaptır. Eğer toplumda güvensizlik hissi yoksa güvenlik hizmetleri artmaz. Toplumda bir güvensizlik hissi olacak ki o güvensizliği ortadan kaldırmak için güvenlik hizmeti sunacaksınız. Dolayısıyla güvenlik güçleri her an bir güvensizlik fikri üzerine kendilerini var ederler.
Askerin varlık nedeni o devletin dış bir tehlikeyle karşı karşıya gelmesi halinde onu koruması. Ama kendi toplumuna karşı güvensizlik hissiyle bu kadar dopdolu olmasının nedeni ne?
Bu şaşırtıcı. Kamuoyu yoklamalarında Türkiye’de en fazla güven duyulan kurum olarak yüzde 80 oranında TSK çıkıyor. Ya millet külliyen yalan söylüyor ve TSK bunun farkında ya da TSK başka nedenlerden dolayı bu toplumdan bir korkusu var. O zaman şu aklımıza geliyor. Acaba TSK Türkiye toplumunun geçmişte yaşadığı travmalardan darbelerden dolayı kendisinden hesap sorulmasından mı korkuyor? Demokratikleşme çerçevesinde kendisinden daha fazla hesap sorulacağı korkusudur bu. Taraf gazetesi Dağlıca baskınıyla ilgili kendisinden hesap sormaya kalktı. Siz bunu beceremediniz, burada bir sorun var dedi. Nasıl büyük bir tepkiyle karşılandı. Aslında bu sorulması gereken bir soruydu. Eğer bir kurum beklendiği şekilde görevini yerine getirmiyorsa bu sorulur. Madende göçük ya da patlama olduğunda o maden şirketini de sorguluyoruz, güvenlik önlemlerini yeterince aldınız mı diye. Bunda da sorulması gerekir siviller tarafından. Onlar istiyorlar ki biz kendi içimizde konuşup tartışalım. Rahatsız olmak, korkmak böyle bir şey anladığım kadarıyla. Hesap sorulamazlık çok büyük bir iktidar yetkisidir. O iktidar yetkisinin ellerinden gitmesinden korkuyorlar.
ASKERİN YALITILMIŞ BİR HAYATI VAR
Özden Örnek’in günlüğünde de bir iç eleştiri vardı: Askerin lojmanlarda yaşayıp askeri mekanlarda zaman geçirmesi ve toplumdan yalıtılmış bir hayat sürmesinin, kendi toplumunu tanımamasında, güvensiz olmasında ne kadar etkili?
Bu son 20 yılda arttı. Türkiye’deki kamu kuruluşlarının lojmanlarıyla ilgili Almanak’ta bir çalışma var. MSB’nın ve jandarma’nın 66 bin lojmanı var. Subay ve astsubay sayısı da 60 bin civarında . Bu yüksek bir lojman oranı. Diğer tarafından Emniyet’in 214 bin personeli, 46 bin lojmanı, MEB’in 852 bin personeli, 44 bin lojmanı var. Görüldüğü gibi lojmanda yaşayan subay astsubay sayısı orantısal olarak çok yüksek. . Bu lojmanların çoğu küçüktür, konforu sınırlıdır ve bir ölçüde güvenlik nedeniyle bu lojmanlarda oturulur. Ama lojmanda yaşamak, bunun yanında sosyalleşme mekânının ordu evleri olması, subay ve astsubay çocuklarının lojmanların yakınındaki aynı okullarda okuması bu yalıtılmışlığı arttırıyor. Yani topluma dokunma alanları akrabalık ilişkileriyle sınırlı. Bu durum kendi içine kapalı bir dünyada yaşamalarına yol açıyor. Terörle mücadele nedeniyle subayların daha korunaklı lojmanlarda yaşaması gerekliliği bir neden, diğeri kendini kurumsal olarak yeniden üretim mekanizmasının çok önemli bir ayağı olması.
GENELKURMAY MİLLİ SAVUNMA BAKANINA BAĞLANSIN
Siyaseten özerk olan TSK’nın, genelkurmayın ismi olup cismi ve yetkisi olmayan MSB’ye bağlanması da demokratikleşme açısından bir gereklilik midir?
Eskiden bağlıydı zaten. Genelkurmay başkanlığının MSB’ye bağlanması işin normalleşmesi için çok önemli ve gereklidir. Her sorunu çözmez ama Türkiye’deki idari hiyerarşisinin demokratik bir toplumda olması gerektiği yere dönüşmesini sağlar. Başbakana karşı sorumlu bir sivil yetkilinin olmasını da sağlayacaktır. Şu anda askeri konularda Başbakanlığa karşı sorumlu bir sivil yetkili yok çünkü Milli Savunma Bakanı yetkili değil, Genelkurmay başkanı yetkili. Arada ihtilaf olduğunda iş Başbakan seviyesine varmadan çözebilecek bir aracı güç olması da çok önemli. Yoksa Genelkurmay başkanı ile Başbakanın anlaşamaması durumunda –ki bu her toplumda olabilir- mevcut mekanizmalar ağır gerginlik üretebilecek mekanizmalar haline gelebiliyor. Ya Başbakan Genelkurmay Başkanını görevden alacak Cumhurbaşkanına yazarak, ya da Genelkurmay Başkanı istifa edecek. Ya da muhtıra verecek. Olmazsa darbe yapacak. Her seferinde anlaşmazlıkları bu noktaya geldikten sonra çözmek iyi değil elbette.
CHP, ASKERİN DEMOKRATİK DENETİMİNE Mİ KARŞI?
Baykal, asker kişilerin darbe teşebbüs suçlarında sivil mahkemede yargılanması değişikliği için Başbakana ‘TSK’nın üzerinden elini çek’ diyerek tepki verdi. Ana muhalefetin bu tavrına ne diyorsunuz?
Muhtemelen değişikliği AYM’ye götürecek, AYM sadece şeklen değerlendirirse Anayasanın 145. maddesine aykırı olduğu okumasını yapması güçlü bir ihtimal. Bunu AYM’ye CHP’nin taşıması, CHP’nin her seferinde askerin olağanüstü durumunu koruyan bir parti damgasıyla damgalanmasına yol açacak. CHP tam tersini yapabilir, bir teklifle Anayasanın 145. maddesinin değişikliğini teklif edebilirdi. O zaman CHP’nin gerçekten güçlü bir demokrasi tınısı olduğuna kani olurduk. Sonuçta bizim istediğimiz Anayasanın değişmemesi değil Türkiye’nin demokratikleşmesi.
ŞER GÜÇLER ALMANAK’I OKUMAZ
Üniversitelerde askeri alan üzerine uzmanlaşmama ya da asker sosyolojisi çalışmama gibi bir sorunumuz da var galiba…
Doğru ama artıyor da. Çok önemli çalışmalar yayınlandı, yeni yapılan doktoralar var. Belki yeteri kadar değil ama eskisi gibi ilgisiz de değil akademi dünyası.
İlk almanak pek çok kişi tarafından yurt içinde ve dışında referans gösterildi. Kimi asker ve siviller bunu eleştiri konusu yaptı, “milli güvenlik konularımız deşifre ediliyor” diye! Bu Almanak da hayli kapsamlı… Bu elbette sizi bağlamaz ama böylesi bir geri dönüş olursa cevabınız ne olur?
Buradaki bilgilerin hepsi açık bilgi. Biliyorsunuz, TSK ile ilgili en detaylı bilgileri NATO kaynaklarından elde ediyoruz. Dünyadaki askeri harcamalarla ilgili bilgiler içeren Sipri ve Jane’s Defence Weekly dergisi de var. Türkiye’deki askeri harcamalarla yatırımlarla ilgili bilgiler de yayınlar buralarda. Onun için “kötü niyetli dış güçler” Almanakı okuyarak yeni bir şey öğrenmeyeceklerdir.
Fadime özkan, Star gazetesi, 13.7.2009