Türk Usulü Ütopya

Bu sömestre lisansüstü programında ‘Türk Edebiyatında Ütopya’ diye bir konuyu inceliyoruz. Bunu yapmak için ‘iyi edebiyat/kötü edebiyat’ diye bir ölçü uygulamıyoruz. Bu niyette yazılmış ne varsa tarayıp, estetik ötesi ortak noktaları bulmaya çalışıyoruz.

Edebiyat açısından bakınca, ortaya çok doyurucu bir eser çıkmıyor. Ama ‘ütopya’ açısından bakınca da durum pek farklı değil. ‘Ütopya’=’kalkınma’ gibi bir formül çıkıyor karşımıza sık sık. ‘Takma Ayak’ bir çavuşun veya ‘Tek Çarık’ (nedense savaş gazisi ve sakat oluyorlar) bir yüzbaşının bir köyü kalkındırıp kurtarması üstüne oturan tamamen propagandist kitaplar okuyoruz; ama Yakup Kadri’nin ‘Ankara’sı da bunların çok ötesine geçemiyor. O da kötü bir kitap ve ‘ütopya’sı ütopya değil.

Sanırım ütopya insanlarda nesnelerin ilişkilerinden çok, insanların insanlarla ilişkilerinde ‘devrimci’ değinebilir değişimler tasavvur etmeye bağlı bir şeydir. Bizim ütopyalarda bu pek yok.“Sınıf farkları korunarak kalkınma” diye özetlenebilecek bir süreç düşünüyorlar; bu da ‘ütopya’ olmuyor.

Ahmet Ağaoğlu erken Cumhuriyet tarihinin ilginç bir aydınıdır. Rusya’dan (Azerbaycan’dan) gelen Türk aydınlarının büyük çoğunluğu gibi milliyetçidir; ama aynı zamanda liberalizme inanır. İyi okumuş bir adamdır. Tartıştığı konuları incelemiş, üzerinde kafa yormuştur.1930’da ‘Serbest İnsanlar Ülkesinde’ adında bir kitap (ütopya) yayımlar. Bunu daha önce Cumhuriyet’te tefrika etmiş, talep üstüne kitap haline getirmiştir.

HAKİKATE TAHAMMÜL

Ağaoğlu’nun ‘edebiyatçı olmak’ gibi bir kaygısı yok. Bu kitabında da o tür bir özene rastlamıyoruz. Birtakım fikirleri anlatmak için oldukça kaba saba bir anlatı ekseni kurulmuş, her şey bu ‘fikir söylemek’ çabasının egemenliği altında. “Ben” diye konuşan anlatıcı bir yol ayrımına gelip, “Sol tarafa giden yol hürriyet yoludur/Sağ tarafa giden yol kölelik yoludur” diye levha görüyor. Sol tarafa yürüyor ve Serbest İnsanlar Ülkesi’ne geliyor. Ona, buranın yolunu yordamını öğrenmek ve sonra kalma veya gitme kararını vermek üzere süre tanıyorlar.‘Pirler’ denilen yaşlı insanlar da bu süre içinde ona eğitim veriyorlar. Anlatıcı, bu sıkıcı anlatının sonunda, ülkenin değerlerini anlıyor ve benimsiyor.

Benimsemesi gereken değerlerden birinin ‘hakikate tahammül’ olması ilginç. Şöyle anlatılıyor: “Doğruyu seven hakikate de tahammül eder. Fakat doğruyu sevmek ve hakikate tahammül etmek göründüğü kadar kolay değildir. İnsanlar umumiyetle doğruyu sevdiklerini ve hakikate hürmet ettiklerini söylerler. Fakat hakikatte birçoğu bundan hoşlanmaz.”

Ahmet Ağaoğlu ‘Şark’a özgü ‘yaltaklanma’ya şiddetle karşı.“Şark kasidehanları, bilmeyerek ve farkına varmayarak milletlerine en çok fenalık yapmış insanlardır” diyor. “Ne gariptir ki bu kasideler hür olmak isteyen aynı cemaatlerin mekteplerinde hâlâ da edebi numune olmak üzere okutturulmaktadır! İngiliz kanunu da daha 15’inci asırdan beri kralın methedilmesini, zemmolunması kadar menetmiştir. İşte hür olmak isteyen bir milletin hareketi!” diye devam ediyor. Bundan sonra ‘jurnalcilik’ de nefretle anılıyor. Demek ki ‘sayın muhbir vatandaş’ olmak da iyi bir şey değilmiş.

ASLAN BAKIŞLI DAHİ

Ağaoğlu, kitabının ‘Mukaddeme’sinde, “Türk milleti Dahi rehberinin sevki ile Cumhuriyet gibi mütekâmil bir idare şeklini tahakkuk ettirmiştir” diyor. Ama bu rejimin ancak nitelikli insanlarla başarıya ulaşacağını söylüyor. Sonra gene Dâhi’ye dönüyor: Anlattığı ülkenin ‘Pirleri’, “Türk Cumhuriyeti’ni kuran Dâhi’nin emel ve arzularının tahakkuku için çalışmaktadırlar”. Burası biraz karışık: Madem burada âlâsı var, niye başka ülkeye gidiyor?

Ağaoğlu milliyetçiliği şurada gösteriyor: “Yurdum evvelce Orta Asya’nın yüksek yaylası idi. Sonra taşkın bir kanın hamleleri ile cetlerim Şarka, Garba, Şimale ve Cenuba doğru yayılmışlar, memleketler başlamışlar, devletler kurmuşlar, medeniyetler çıkarmışlardır… Fakat sonraları kanımız karıştı… Efendi milletim köle oldu.” Ama işler gene düzeliyor: “Aramızdan sarı saçlı, mert yüzlü, aslan bakışlı birisi çıktı. Meğerki elini sakınan, yurdunu esirgeyen Tanrının resulü imiş! Sözler söyledi ki donmuş kalplere sıcaklık, ölmüş damarlara can verdi. İşler yaptı ki bütün dünya hayret etti. Yâd elleri yurttan kovdu, hakanı aşağı etti ve bugün milletini hürriyet etrafında toplamakla meşguldür.”

Anlatıcı bu sırada zincirini kırmış, ama nedense, “Tanrı resulünün sesini” işittiği halde buraya gelmiş. Pirler kimden söz edildiğini hemen anlıyorlar:

“Evet! Evet! Biz de o kahramanı tanırız ve onun aşkıyız. Burada onun ideali namına hareket ederiz.”

O zaman gene karışıyor, gerçeklik ve ütopya...

‘Büyük adamlar’ konusu belli ki Ağaoğlu’nun zihnini hep kurcalıyor: “Büyüklere nasıl hürmet edilir?” başlığını taşıyan bölümde gene ‘tabasbus’a, kişilik kültü yaratılmasına değiniyor. Önder yüceltmenin başka insanlar alçaltmak anlamına geleceğini anlatıyor: “Evladım bu kadar küçülmesine razı olan bir memleket felâh bulur mu?”

“Şimdi böyle bir üslubun hâkim olduğu bir muhitte doğruluktan, samimiyetten, hakiki muhabbetten, mecburiyetten, hulâsa içtimai yaşayışın temellerini kuran alakalardan eser kalır mı?”

Bunlar doğru ama ‘Resul’ derken Ağaoğlu kendisi de aynı şeyi yapmıyor mu?‘Kasidehan’ diyerek eleştirdiği kimseler arasında Behçet Kemal de olamaz mı? Anlatılanlar ile Ahmet Ağaoğlu’nun hayatının ilginç bir karışımı olmalı.‘Serbest İnsanlar Ülkesinde’ ile Serbest Fıkra’nın zamanları çakışıyor. Önce tefrika edildiğine ve 1930’da basıldığına göre, 1929’da ütopyayı yazıyordu herhalde.1930’un sonuna doğru Serbest Fıkra, Fethi Bey’in vermek zorunda olduğu kararla kendi kendini feshetti. Bütün ömrü dört ay kadar bir şeydir. Ağustosta kuruldu, kasımda kapandı. Ekimdeki yerel seçimde başkanlık kazanan Samsun Belediye Başkanı istifa etmek zorunda kaldı. Bundan üç yıl önce, 1933’te, Darülfünun kapatılıp üniversite kurulurken, Ahmet Ağaoğlu da kadro dışı kaldı. Ütopya kaldı başka bahara.

Tempo, sayı: 2008/49