Sinemacı, Sadece Sinemacı mıdır?

Simon Kuper'in futbolla ilgili ünlü kitabının klişeye dönüşen Türkçe başlığını uyarlayarak söylersek: Sinema, sadece sinema değildir elbette… Tıpkı edebiyat, müzik ve diğerleri gibi. Peki sinemacı sadece sinemacı mıdır? Gözünün önünde cereyan eden olaylara isyan edip müdahale etmek, sözgelimi onlarca yıldır süren bir savaşın sona erdirilmesi özleminin sözcüsü olmak ya da her tür riski göze alarak, diyelim saldırıya maruz kalan bir yapıtın arkasında durmayı seçmek, sadece yazarlara has bir erdem midir? Sinemacı dediğimiz, ‘aydın’ olma sorumluluğundan muaf kaygısız sanatçılar kümesinin bir üyesi midir? Bizdeki örneklere bakılırsa, Yılmaz Güney’siz geçen son çeyrek asırdır, durum aşağı yukarı öyle görünüyor ne yazık ki. Ama biz Türkiye’deki manzarayı bir kenara bırakıp dünyadaki sinemacıların toplumsal duyarlılık karnesine bakalım. Son günlerde, sinemacının sinemacı olarak kalamayacağını gösteren anılmaya değer pek çok vaka yaşandı çünkü. Özellikle festivaller cephesinde.İTALYA SOLUNU SİLKELEYEN SİNEMACI Festivaller faslına geçmeden, daha eskilerden çarpıcı bir örnek: Nanni Moretti’nin bundan 7-8 yıl önce sergilediği çıkış, bir sinemacıdan beklenebilecek en radikal eylemlerden biriydi belki de. Yaptığı aslında, akabinde sol içi tartışmaları da alevlendirecek kısa bir konuşmadan ibaretti. İtalya’da sol birliğin iktidarı Berlusconi’ye kaptırdığı 2001 seçiminin yankıları henüz devam ederken, Şubat 2002’de Roma’nın Navona Meydanı’nda bir eylem düzenleniyor. Mitingde önce saygın bir profesör, ardından seçimden yenik çıkan Zeytinağacı Koalisyonu liderleri birer konuşma yapıyor. Son olarak göstericiler arasında yer alan Moretti de söz alıp kürsüye çıkıyor. Kamuoyunun yakından tanıdığı bu solcu yönetmeni kürsüde alkışlarla karşılıyorlar. Ve mealen şu cümlelerle başlıyor söze: “Az önce onları dinlediniz; aynı sözleri tekrar edip duruyorlar. Profesörü hiç dinlememişler gibi. Bu liderlerle biz bu oyunu asla kazanamayız!“ Yanıbaşında duran partililerin yüzünde tokat gibi patlayan bu sözlerle, muhalefet cephesinde haftalar boyu sürecek bir özeleştiri/tartışma dalgasının fitilini de ateşliyor Moretti. İtalyan sinemasının Bernardo Bertolucci gibi diğer isimleri, keza bu gafletler silsilesi karşısında sesini yükseltmekten çekinmiyor.

Berlusconi İtalya’sının, en ılımlı demokratları bile dizini dövecek noktaya getiren şu anki durumuna bakınca, Moretti’nin ve onun gibi düşünenlerin isyankârlığı daha iyi anlaşılır. Neyse ki, konumuz İtalya değil… Sinemacıların mesleki kaygıları dışında, yeri geldikçe toplumsal sorumluluk taşıma kabiliyetine dair yakın dönemden örneklere bakalım demiştik. Sözgelimi, bizim kendi çalkantılı gündemimize gömülüp çoktan unuttuğumuz Gazze katliamını (neylersin ki, ‘van minüt’luk bir ömrü varmış o cengâver çıkışın), üstünden ‘aylar’ geçtiği halde henüz unutmayan sinemacılar da var. Ken Loach gibi…

KEN LOACH DURUŞU

Mayıs ayında düzenlenen Edinburgh Film Festivali’nin irili ufaklı sponsorları arasında İsrail Elçiliği’nin de yer aldığını fark eden Loach, festivale çağrıda bulunarak Filistinli sivil toplum örgütlerinin İsrail’e karşı akademik-kültürel-ekonomik boykot çağrısını hatırlattı. İsrail devletinden aldıkları desteği iade etmelerini, bunu yapmazlarsa kendisi festivali boykot edeceğini söyledi ve diğer sinemacıları da aynı şeyi yapmaya davet etti. Sonunda festival yöneticilerine geri adım attırmayı başardı; programda yer alan bir İsrail filminin yönetmenini davet etmek üzere aldıkları 300 Pound’luk mini desteği elçiliğe iade ettiler. Tabi malum lobiler o banal anti-semitizm etiketini bohçalarından çıkarıp Loach’a ve festivale yapıştırıverdiler gecikmeden. Oysa festival yöneticileri yönetmenin yol parasını kendi bütçelerinden karşılamaya hazır olduklarını söylüyor, Loach da genç yönetmene yazdığı mektupta, “Bu tavrın filmin kendisini değil, İsrail devletini hedef aldığının” altını çiziyordu.

İzleyen günlerde, İsrail’in muhalif tarihçilerinden Ilan Pappe “Kültürel boykotun gerekliliği” başlıklı bir yazı yazarak boykota ve Loach’un eylemine destek verdi. (Yeri gelmişken vicdan ve izan sahibi pek çok Yahudi aydın gibi Naomi Klein’ın da boykotu sonuna kadar desteklediğini hatırlatalım.) Tarih profesörü Pappe’nin yazısından kısa bir bölüm: “Böyle bir tutum şu mesajı iletmeye yarayacaktır: Bu elçilik, İsrail’in sadece sinemacılarını değil, Gazze’deki insanları kıyımdan geçiren generallerini, zindandaki Filistinlilere eziyet eden işkencecilerini, yarısı çocuk olmak üzere 10 bin Filistinliyi yargısız biçimde hapishaneye tıkan yargıçlarını, Arapları şehirlerinden atmak isteyen ırkçı yöneticilerini, insanları kuşatmak üzere duvar ve tel örgüler inşa eden mimarlarını da temsil ediyor.” (http://electronicintifada.net/v2/article10614.shtml)

MELBOURNE, ÇİN, KUDÜS…

Ken Loach, aynı tutumu Melbourne Film Festivali’nde de sergiledi. Yapımcısı Rebecca O’Brien ile senaryo yazarı Paul Laverty’nin de imzaladığı, festivalin İsrail’den maddi destek alması halinde filmini geri çekeceğini bildiren mektubunda, İsrailli şair Aharon Shabtai’nin sözlerinden de alıntı yaptı: “Sivillerin haklarını günbegün çiğneyen işgalci bir devletin herhangi bir kültürel etkinliğe çağrılmayı hak ettiğini düşünmüyorum.” Melbourne FF yönetmeni Richard Moore çağrıyı ‘şantaj’ olarak nitelendirerek (daha ileri gidip “Nazi taktiği” diyen gazeteler bile çıktı!), bu talebi kabul edemeyeceklerini ilan edince Loach dediğini yaptı ve son filmi “Looking for Eric”i programdan çekiverdi. (Mektuplaşmayı okumak isteyenler için: http://australiansforpalestine.com/boycott-british-film-director-ken-loach-withdraws-from-melbourne-film-festival)

Moore’un Loach’a yazdığı cevabi mektubun final cümlesi (“Örneğin Çin’i ya da başka bir ülkeyi boykot etmeyi düşünmeyeceğimiz gibi, İsrail’le karşı bir boykota da katılmayacağız”), talihsiz bir öngörü gibiydi adeta. Daha bu olayın külleri soğumadan, cümlede sözü edilen ihtimal tersinden gerçekleşti ve bu kez Çin festivali boykot etti. Programında Uygurların sürgündeki lideri Rabia Kadir’le ilgili bir belgesele (Jeff Daniels’in çektiği“Sevginin 10 Şartı” adlı bir Avustralya yapımı) yer verdiği ve Kadir’i konuk olarak davet ettiği için Melbourne Film Festivali’ndeki üç Çin filmi, festivalin açılışından iki gün önce yapımcıları tarafından geri çekildi. Bu arada milliyetçi Çinlilerden de festivale tepki yağdığını ve festivalin web sitesinin hacker saldırısına uğradığını not düşelim. Özetle Melbourne, bu sene en sıcak festivalini geçirdi denebilir… (Gerekçesini çok net ortaya koyan Loach’ın boykotu ile hiç izlemedikleri bir belgeselin varlığından rahatsız olup kendi hükümetlerinin direktifiyle filmlerini çekenlerin boykotu arasında elbette hiçbir ortak taraf yok. Nitekim Tayvanlı bir yönetmenin filminin de sırf Hong Kong ortak yapımı olduğu için Çin’in baskısıyla festivalden çekilme girişimi, Avrupalı dağıtımcı firma Fortissimo’nun kendi içinde çalkantılara da yol açtı.)

İsrail’i boykot kampanyasına ilişkin, sinema cephesinden son bir haber geçen ay Kudüs’ten geldi. Bugüne kadar Berlin ve Sundance dahil pek çok festivalde ilgiyle karşılanan “The Yes Men Fix The World” adlı belgeselin ikisi de Yahudi kökenli olan yönetmenleri Andy Bichlbaum ve Mike Bonanno, filmlerini programına almak isteyen Kudüs Film Festivali’ne “Yes Men, bu sefer hayır diyor!” başlıklı bir mektup yollayarak gayet kibar bir dille, Filistinlilerin boykot çağrısına uymak durumunda olduklarını ve filmi geri çekeceklerini bildirdi. Bu kararı kolay almadıklarını, yönetmenlerden birinin daha önce bir yıl İsrail’de yaşadığını, ikisinin de büyükbabalarının Holocaust’a kurban gittiğini anlattıkları mektupta, boykota uyma gerekçelerini şöyle izah ettiler: “1980’lerde Güney Afrika halkı, sanatçılara ve herkese rejimi boykot etme çağrısı yapmış, apartheid rejiminin yıkılmasında bu boykotun da katkısı olmuştu. Bugün de, Filistin toplumundan açık bir boykot çağrısı var. Sinemacı ve aktivist olarak bu çağrıya uyarken amacımız, İsrail hükümeti üzerinde uluslararası kanunlara uymasını sağlayacak bir baskı oluşmasına katkıda bulunmaktan ibarettir.” (http://pacbi.org/etemplate.php?id=1031)

DANS ET BENİMLE, TEL AVİV’E KADAR!

Giden arkadaşlar anlata anlata bitiremiyor, gazeteler izlenimleri sayfalarına sığdıramıyor: Leonard Cohen’in Açıkhava konseri öyle böyle değilmiş, hakikaten çok etkileyiciymiş… Bundan hiç kuşku yok, belli ki gidenler çok iyi vakit geçirmiş. O muhteşem güzellikteki sözleriyle “The Partisan” şarkısını söyleyeceğinden emin olsam (yoksa söyledi mi acaba?), bir de biletleri bu kadar tuzlu olmasa ben de gidebilirdim pekâlâ. Sorun konsere gitmekte değil; boykotun hedefi de Cohen ya da başka bir sanatçı/yönetmen/müzisyen değil zaten; Cohen’in tüm tepkilere rağmen İsrail’de konser vermesi. Daha şaşırtıcı olanı ise, konsere çarşaf çarşaf yer ayıran medyanın, Filistinlilerin haftalardır yaptığı çağırıyı hiç duymamış gibi davranması.

Filistinli sivil toplum örgütleri ve onları destekleyenler, uzun süredir Cohen’e turnesini Tel Aviv’de noktalamasının İsrail’in süregiden politikalarına dolaylı destek anlamına geleceğini anlatmaya çalışıyor. Çağrı üstüne çağrı yapıyorlar, söyledikleri şeyler de hiç mantıksız değil. Şimdi bu turnenin İstanbul ayağına sayfalar ama sayfalar dolusu yer açan editörler, işin bu tarafına bu kadar mı sağır olur? İki satır dışında, hiç mi Türkiye’deki kamuoyunu ilgilendirecek bir haber değeri görmez?

Hayatının 51 yılını İsrail’de geçirmiş 77 yaşında bir Yahudi profesörün, Dorothy Naor’un 1 Ağustos’ta Cohen’e yazdığı açık mektubu birilerinin çevirip yayımlamasını umardım en azından. “Ben size İsrail’e gelin ya da gelmeyin demeyeceğim, sadece bazı bilgiler vermekle yetineceğim. Olgun bir insansınız, gerisine siz karar vereceksiniz” mealinde bir girişle başlayan Naor’un mektubundan kısa bir bölüm: “İsrail güçleri -iddia edildiği gibi- savunma güçleri değildir; tersine kendi hükümetlerinin Filistin topraklarındaki hırsızlığını, Filistinlere dönük taciz ve öldürme eylemlerini icra eden işgal güçleridir. Ayrıca, İsrail hükümetleri yayılma ve etnik temizlik politikalarına devasa paralar harcarken eylemlerini haklı göstermek için Holocaust’a sığınmaya devam ediyor, bu arada Holocaust’tan kurtulan yaşlıları yoksulluk sınırının altında sefalet içinde yaşamaya terk edebiliyor.” (Mektubun tamamı için: http://www.pacbi.org/etemplate.php?id=1067)

Her neyse… “Herkes biliyor, iyi insanların kaybettiğini / Herkes biliyor, dövüşün hileli olduğunu / fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir / hep böyle gider / herkes biliyor” diye mırıldanarak, biz yine sinemaya dönelim.

VİCDANİ KÖRLÜK YA DA RACHEL

Sinema-politika ikilemi bağlamındaki tartışmaların en çarpıcı olanı, kısa bir süre önce ABD’deki Yahudi çevreleri arasında “Rachel” adlı belgeselin gösterimi etrafında koptu. Bu süreçte yazılıp çizilen görüşleri okumak, vicdani körlüğün nerelere varabileceğini görmek açısından kendi adıma travmatik bir deneyim oldu diyebilirim.

Söz konusu filmi geçen Şubat ayında Berlin’de izlemiş, Rachel Corrie adlı 23 yaşındaki o cesur kızın öyküsü karşısında film boyunca sessizce ağlamıştım; takdir edersiniz ki, seyirci duygularının iyice yalama olduğu günümüzde pek az filmin/öykünün becerebileceği bir şeydir bu. Filmden çıktığımda eskiden tanıdığım Filistinli bir yönetmene rastlamış, onun da benzer bir duygu yoğunluğu içinde olmasını beklerken kötü bir sürprize toslamıştım: Filme verip veriştiriyor, kendi hikâyelerini ‘yabancıların’ anlatmasına gıcık olduğunu belli ediyordu. Filmin niteliğiyle pek ilgisi olmayan, ancak mesleki kıskançlıkla açıklanabilecek tuhaf bir tepkiydi doğrusu.

Simone Bitton’un belgeseli, evleri yıkılan Filistinli ailelere kalkan olurken bir İsrail buldozerinin altında can veren Uluslararası Dayanışma Hareketi (ISM) üyesi ABD’li aktivist Rachel Corrie’nin ölüm anını tanıklarla anlatıyor. En ufak bir ajitasyona yer vermeden son derece sakin bir tonda akan filmde, dava arkadaşları onun günlüklerinden pasajlar okuyor, birlikte geçirdikleri son günleri anlatıyor, böylece o günlerde Rachel’in gencecik yüreğinden ve beyninden nelerin geçtiğini hissediyoruz. (Şimdi bile filmdeki yüzünü hatırlarken boğazımda bir şey düğümleniyor.)

İşte bu filmi, 23 Temmuz-10 Ağustos 2009 tarihleri arasında düzenlenen San Fransisco Yahudi Film Festivali alkışlanası bir açıkgörüşlülükle programına almış bulundu. Rachel’in annesi Cindy Corrie’yi de konuk olarak gösterime davet etti. Vay, sen misin Filistinlilerin davası uğruna can vermiş birinin hikâyesine bir Yahudi etkinliğinde yer veren! İsrail yanlısı örgütler, festivali topa tuttu tabi. Festival yönetiminden istifa eden mi dersiniz, sponsorluk desteğini çeken mi, fırtına dinmek bilmedi. Bu arada, gösterime destek veren Jewish Voice for Peace (Barış İçin Yahudi Sesi) adlı sivil toplum örgütü, yine neyle suçlandı dersiniz? Bildiniz, anti-semitist olmakla! Özetle, Yahudi aydınların İsrail- Filistin meselesi konusunda kendi içindeki çatışma halini keskinleştiren vakalardan biri oldu bu gösterim.

İşe bakın ki yönetmen Simone Bitton’un kendisi de bir Yahudi; Fransa ve İsrail vatandaşı. “Duvar” adlı filmi dünyanın her yerinde gösterilmiş saygın bir belgeselci, ki 2004 tarihli o filminde sözünü ettiği insanlık dramının bugün yüz kat daha ağırı yaşanıyor. Filmlerinde insancıl hikâyeler anlatıyor ve İsrail’i eleştiriyor diye bugüne kadar kimse onu Yahudi düşmanı ya da terör destekçisi diye suçlamaya cüret etmemişti. (Bitton, birkaç sene önce “Duvar” filmiyle Bodrum Film Festivali’nin konuğu olarak Türkiye’ye gelmiş, nasıl tutarlı bir hümanist olduğuna bizzat tanık olmuştuk. Öte yandan, bu sene başında Gazze’de Rachel’in dünya tatlısı anne ve babasıyla tanışmış, onların da hiç öyle “terörizm”i savunan bir hallerini görmemiştim.)

Sırf “karşı saftakilerin” insanca yaşama ve barınma hakkını savunurken hayatını vermiş bir insanı anlattığı için bir belgesele böylesine insafsızca saldıranlara, hele onu anti-semitik diye yaftalayan empati yoksunlarına, aynı festivalin programında yer alan Yoav Shamir’in “Defamation” adlı belgeselini tavsiye etmekten başka bir şey gelmiyor elden. ‘Anti-semitizm’ suçlamasının, çoğu zaman nasıl da İsrail’in her yaptığını aklama aracı haline geldiğini anlamalarına yardımcı olur belki… Ama belli olmaz, maazallah o filme de aynı çamuru atıverirler. (Nitekim bkz. http://www.adl.org/PresRele/ASInt_13/5524_13.htm)

Yakıcı olaylar karşısında susma lüksünü kullanmayıp vicdan sesini yükselten, bunun bedelini de ödemekten çekinmeyen sinemacılar, neyse ki hâlâ var. İnsanın “yalnızca söylediklerinden değil, söylemediklerinden de sorumlu olduğunu“ bundan beş asır önce ilan etmiş olan rahip Martin Luther’in, karısına “Bana ne deyip susmayı alçaklık sayıyorum. Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil,” diye yazan Emile Zola’nın, ülkesinin ordusuyla suç ortağı olmak yerine Cezayirlilerle saf tutmayı seçen J. Paul Sartre ve benzerlerinin oluşturduğu, kimlikler/inançlar üstü bir insanlık ailesinin bireyleri olarak, sinemanın onurunu koruyorlar. Yılmaz Güney’in de üyesi olduğu geniş bir aile...

25 yıl önce 9 Eylül’de yitirdiğimiz Güney’in anısı önünde eğilirken, Primo Levi’nin bir kitabının başlığındaki soruyla bitirelim: Şimdi değilse, ne zaman?