Antropoloji Sosyal Bilimlerin Ufkunu Genişletmiştir
Thomas Hylland Eriksen 1962 yılında Norveç’te doğdu. 1990 yılında Oslo Üniversitesi Sosyal Antropoloji Bölümü’nde doktorasını tamamladıktan sonra, bir yıl PRIO araştırma enstitüsünde çalıştı, ardından üniversiteye dönerek akademik çalışmalarına devam etti. 1995 yılında profesör olan Eriksen çeşitli dönemlerde Samtiden, EASA Newsletter ve Norwegian Journal of Anthropology gibi akademik dergilerin editörlüğünü üstlenmiştir. Akademik çalışmalarını etnisite, kimlik siyaseti, milliyetçilik, çokkültürcülük, antropolojik teori, azınlık sorunları, Norveç kimliği gibi alanlarda sürdürmektedir. Bu çalışmalarının yanı sıra; milliyetçi gösteriş, Hindistan edebiyatı, evrim, anarşizm ve emprovize müzik gibi konular üzerine yazdığı yarı-akademik yazılarıyla da tanınmaktadır. Prof. Eriksen Ekim 2005’de, İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi ve ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün davetlisi olarak, İstanbul ve Ankara’da birer konuşma yapmak üzere Türkiye’ye gelecektir.

Başlıca Eserleri:

  • What is Anthropology?, Pluto-2004
  • Globalization: Studies in Anthropology, Pluto-2003 (editör)
  • A History of Anthropology, Pluto-2001 (Finn Sivert Nielsen ile birlikte)
  • Tyranny of the Moment, Pluto-2001
  • Small Places, Large Issues, 1995, Pluto-2001
  • Ethnicity and Nationalism: Anthropological Perspective, 1993, Pluto-2002
  • Kültür Terörizmi: Kültürel Arınma Düşüncesi Üzerine Bir Deneme, Avesta-2001.

Thomas Hylland Eriksen ile Görüşme

Biz, “Üçüncü Dünya”lı sosyal bilim öğrencileri, genelde antropolojiyi bir sömürgecilik bilimi olarak görme eğilimindeyiz. Fakat, diğer yandan, sosyal bilimlerin kurucu metinlerine baktığımızda da antropolojiye oldukça önemli referanslar verildiğini görüyoruz. Siz antropolojinin sosyal bilimler içindeki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Antropoloji uzun zaman boyunca sömürgecilikle ilişkili olduğu kanısıyla kötü bir üne sahip oldu. Bu iddiaların bir kısmı tamamen meşruuydu, fakat bir kısmı ise yersiz ve neredeyse iftira niteliğindeydi. Antropoloji, kuşkusuz ki, 19. yüz yıl içersinde sömürgeci çabanın bir parçası olarak görülebilir, bir anlamda, Batı dışı dünyayı bilgi yoluyla kontrol etme hırsı olarak. Fakat, diğer yandan, Amerikalı Lewis Herny Morgan ve İngiliz E.B. Tylor gibi ilk profesyonel antropologlar dahi endüstrileşmemiş toplumlara karşı gelişen, diyebilirim ki, saygılı bir ilgiye açıkça destek oldu. Söz gelimi, evrimci olan Morgan, Iroquoilardan oldukça etkilenmiştir. Tylor ise insanlığı bölen değil birleştiren bir kültür tanımı geliştirmiştir. Sömürgecilikle ilişkileri ne olursa olsun -ki bu ilişki zaman içersinde değişkenlik gösterir ve genellikle geriye dönük olarak abartılır- erken dönem antropologlar ırkçılığa, pseudoscience’a karşıydılar ve insanoğlunun zihinsel bütünlüğüne inanıyorlardı. Bu sebeple, benim açımdan antropoloji, erken dönemlerden itibaren, Sosyal Bilimlerin ufkunu genişletmiştir. Farklı yaşam biçimlerinin mümkün olduğunu göstererek bu alandaki çalışmalara olumlu bir etki yapmıştır.

“Gulbenkian Komisyonu” ile birlikte uluslararası çevreler sosyal bilimin içine girdiği krize ilişkin bir tartışma başlattı. Bu tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz ve sizce antropoloji “sosyal bilimleri açmak” doğrultusunda bir rol üstlenebilir mi?

Gulbenikan Komisyonu raporunu büyük bir ilgiyle okudum. Ana fikri oldukça güçlüydü: sosyal bilimleri bölen ve onları diğer akademik çabalardan ayıran disipliner sınırlar bir dereceye kadar keyfidir ve kesinlikle özgün bir tarihsel durumda ortaya çıkar. Böylesi kemikleşmiş disipliner sınırlar üzerine düşünmek ve onları aşmaya çabalamak gereklidir ve bugün bir çok araştırma enstitüsünde bu yönde çalışmalar devam ediyor. Söz gelimi, antropolojiyi tarih ile birlikte ele almak bana son derece önemli gözüküyor. Fakat, diğer yandan, disipliner sınırların aşılmasına karşı oldukça güçlü bir kurumsal tepkinin var olduğunu da belirtmek gerekiyor. Bu tepki akademik yapının kendisinden kaynaklandığı gibi, akademisyenlerin prestij ve deneyim kazandığı profesyonel dergi ve konferanslara egemen olan anlayıştan, ve hatta akademisyenler arasındaki kişisel ilişkilerden de kaynaklanıyor. Bu nedenle, bazen çok çarpıcı cahillik örnekleri ile karşılaşılabiliyorsunuz. Söz gelimi, eğer “yanlış” bir disiplinde dahilinde ise, bir sosyal bilimci kendi çalıştığı konu ile oldukça alakalı bir çalışmayı kolayca gözden kaçabiliyor. Bunu söylemek beni üzüyor, fakat, geçen 60 yıl içersinde kendini gitgide gettolaştırmış bir disiplin olarak, antropoloji bu anlamda en beter durumda olan sosyal bilimlerden birisidir. Elbette istisnalar vardır fakat bu da genel durumun bir resmidir.

Bu anlamda “küreselleşme” çağında antropolojinin de bir kriz yaşadığından bahsedebiliriz sanıyorum. Örneğin, Friedman çağdaş antropolojinin özellikle metodolojik olarak daralmasına işaret ederek küresel bir antropolojinin mümkünlüğünü sorguluyor. Bu anlamda, eğer antropoloji sosyal bilimlerin açılması yönünde bir rol üstlenecekse bunun sınırları, özellikle kendisi için, ne olacaktır?

Eğer antropoloji kendini açacak ise, ilk elden metodolojik düşüncesinde çok daha az Püriten olması gerekir. Kabul etmesi gerekir ki, dünyayı bilmek ve tanımak için bir noktaya odaklanan ve ayrıntıları zorlaştıran alan çalışmalarından farklı yollar da var. Antropoloji açısından diğer disipliner çalışmalar ve metotlar tamamlayıcı olabileceği gibi, antropoloji de yıllardır kendine sakladığı kimi önemli teori ve metotları diğer disiplinlere açabilir. Örneğin, Manuel Castells’in küreselleşme üzerine çalışmalarını –ki oldukça makro-sosyolojik çalışmalardır bunlar- büyük bir ilgiyle okuyorum. Bu ilgimin temel nedeni Castells’in çalışmalarının antropologların yaptığı çalışmalardan oldukça farklı olmasıdır. Bu anlamda, burada gerçek bir iş bölümü ve çapraz üretkenliğin önemli bir biçiminden bahsedebiliriz: Sadece aynı meseleler üzerine ama farklı yollardan çalışmalar yapan bir diğerini dinlediğimizde, ona kulak verdiğimizde ortaya çıkan zenginlik.

Yukarıda “küreselleşme” kavramını özellikle tırnak içinde kullandım. Çünkü bu kavramla sizin ve beraber çalıştığınız insanların bir derdi olduğunun farkındayım. Şöyle ki, çalışmalarınızda “küreselleşme” kavramı yerine “ulusötesi akışlar” kavramını tercih ediyorsunuz. Bunun nedenini açıklar mısınız?

Evet, “küreselleşme” yerine daha, çok daha fazla şey söylediğini sandığım “ulusötesi akışlar” (transnational flows) kavramını tercih ediyoruz. Özellikle de antropolojik çalışmalar konusunda yerelin önceliği üzerinde ısrar ediyoruz. Bu yerellik dokunulabilir ve kavranabilir olan, gerçek insanların etkileşime geçtiği bir yerellik. Küreselleşme üzerine tartışmaya başlamadan önce, varolan kimi ulusötesi akışları saptamalı ve etkilerini araştırmalıyız. Fakat, bu ulusötesi akışların -emek pazarı, küresel medya vb.- bağlamını keşfetmeye başladığımız anda enerjimizin yetmediğini ve bunun içinden çıkabilmek için diğer araştırmacılara, diğer metotlara ihtiyaç duyduğumuzu fark ettik. Açıkça söylemek gerekirse, kendi metodumuz anlamaya çalıştığımız şeyi açığa çıkartmak için gerekli ama yeterli değil.

Bir sosyal antropolog olarak baktığınızda içinde yaşadığımız yeni çağın yeniliği nedir sizce?

Çağdaş küreselleşme konusunda yeni olan insanların küresel olarak ilişkilenmiş olması değildir. Önceki dönemlerde de bu gibi bağlantılar kurulabiliyordu, fakat bu ilişikliğin (connectedness) yoğunluğu (intensity), evrenselliğe yakınlığı (near-universal) ve yansımalılığı (reflexivity) çağımıza özgü şeyler. Bu kavramları bir parça açarsak, bugün önceki dönemlerden çok daha fazla ulusötesi ilişki ağları dünyayı sarıyor, dolayısıyla yoğunluk olarak bir değişim söz konusu. Bu değişim doğrudan ya da dolaylı olarak neredeyse herkesi etkiliyor olması ile evrenselliğe yakınlaşıyor. Ve böylelikle, ortak bir gezegeni paylaştığımızın, giderek artan bir bilinçle ve yaygın biçimde, farkına varıyoruz. Buna giderek büyüyen bir küresel farkındalık da diyebiliriz. Bu yeni durumun itici kuvvetleri her ne kadar teknolojik (internet, jet uçakları vb.) ve ekonomik (neo-liberal kapitalizm) olsa da sonuçları yeni bir küresel siyaset olabilir.

Schiller, Basch ve Szanton-Blanca’a göre klasik teoriler “her toplumu sınırları belli bir birliktelik, bir mekanda yaşayan, biricik ve kolayca tanımlanabilir bir kültüre sahip olarak” tanımlar –ki yine onlara göre bu tanım çağdaş ulusötesi toplulukları anlamak için oldukça yetersizleşmiştir. Buraya kadar ki tartışmamız ışığında siz bu duruşu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet bu duruşa oldukça güçlü bir sempatim var ve onların kitaplarının öncü olduğunu düşünüyorum. Söz gelimi, eğer Pakistanlıların Norveç’teki yaşamlarını anlamaya çalışıyorsanız, kendinizi sadece bu grup üzerine çalışmakla sınırlandıramazsınız. Öncelikle onların Norveç toplumu ile olan devingen ilişkisine bakmanız, fakat buna ek olarak Pakistan ve göçmenlerin geldiği diğer coğrafyalar hakkında da olabildiğince çok bilgiye sahip olmanız gerekiyor. Ve elbette ki diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan Pakistanlıların durumunu da bilmeniz ve bunla ilişkili olarak çağdaş Norveç-Pakistanlısının kimliğini belirleyen İslam gibi kimi ulusötesi fenomenlerin öneminin farkında olmanız gerekiyor. Tüm bunları masaya yatırdığınızda, Pakistanlıların Norveç’e göç etmesinin sadece Norveç için değil Pakistan için de önemli olduğunu görüyorsunuz. Özellikle de Pakistanlı göçmenlerin ve burada doğan çocuklarının Pakistan’a yaptığı seyahatlerin artmasından bu yana.

Tarif ettiğiniz bu yaklaşım, George Marcus “çok-alanlı etnografya” (multi-sited ethnography) yaklaşımını hatırlatıyor. Farklı düzeylerde hareket eden insanların, hikayelerin ve yaşamların bu yolculuklar içerisinde takip edilmesine dayanan yeni bir metot. Yeni araştırmalar bir noktaya sabitlenmek yerine farklı noktalar arasındaki bir akışkanlığa odaklanıyor gibi. Pakistan örneği ile işaret etmek istediğiniz bu tür bir “açılım” mı?

Tüm sabit biçimlerin akışkan olanlarla değiştirilmesi konusunda şüpheliyim. Böylesi bir anlayış parçalı ve bütünleşmemiş ampirik veriyle sonuçlanabilir, ve dolayısıyla, böylesi veriler söz konusu insanlar hakkında oldukça parçalı bir anlayışın oluşmasına yol açar. Bazen, “çok-alanlı” bir alan çalışması gerekli olabilir. Özellikle de araştırma sorusu ve çalışılan toplum birden çok yere ait ise. Fakat, yine de altını çizmek isterim ki, bu asli olarak sabit biçimler yerine akışkan biçimleri araştırma nesnesi olarak almakla ilgili bir sorun değildir. Asli mesele, anlamaya çalıştığınız insanlar için, onları anlamaya çalıştığınız bağlamı geleceğe yönelik zenginleştirmektir. Bu anlamda, ulusötesi grupların akışkanlığının genellikle abartılmakta olduğunu düşünüyorum. Sadece farklı düzlemler arasında hareket ettikleri, kültürel olarak birden çok kaynaktan beslendikleri ve muhtemelen birden çok yere ait oldukları için bildiğimiz anlamda sabit gelenekleri olan bir toplum oluşturmadıklarını söyleyemeyiz. Örneğin, Avrupa’da yaşayan Somalili göçmenler ile anavatan Somali arasındaki “hawala” sistemini ele alalım. Bu tümüyle enformal olarak, yani resmi bankacılık sisteminin dışında, yapılan bir döviz ileti etkinliğidir. Bu göçmen grup, aracılar vasıtası ile Kuzey Avrupa’nın her yerinden Somali’nin en ücra köyüne dahi para iletisi yapıyor ve bu aktarımda herhangi bir sorun çıkmıyor, para güvenle yerine ulaşıyor. Bu ilişki ağı gösteriyor ki güven, karşılıklı yardımlaşma ve ahlaki yaptırımlar dünyanın yarısına yayılmış bu göçmen topluluk arasında dahi, adeta bir “gemeinschaft”da olduğu gibi, işlemektedir.

Fakat bir de göç etmeyenler var. Göç etmemesine rağmen ulusötesi akışlara kapılanlar. “Anın Tiranlığı* kitabınıza gelmek istiyorum. Oslo Üniversitesi’nde tanıştığım bazı öğrencileriniz bu kitabın aslında sizin bir oto-biyografiniz olduğunu düşünüyor. Günümüzde yaşayan bir profesörün bir gününden hareket ederek başlayan bu kitabı yazmanızın ardındaki kişisel motivasyonu açıklar mısınız?

Sanıyorum arkadaşlarınız bir noktaya kadar haklı. “Anın Tiranlığı”nı bilişim teknolojilerine olan profesyonel ilgim doğrultusunda yazdım. Bunu yazarken sahip olduğum motivasyon, teknolojinin grup aidiyetleri ya da milliyetçilik gibi alanlara olan etkisini anlamaya çalışmanın ötesinde, oldukça kişisel ve hatta varoluşsaldı. Hayatımın belirli bir döneminde, yeni bin yıl başlamazdan önce, bir araştırmacı olarak mükemmel bir iş sürdürebilmenin imkansızlaşmaya başladığını hissettim. Kesintiler çok daha sık geliyordu ve eskisinden çok daha fazla acil müdahale edilmesi gereken başka işler karşıma çıkıyordu. Araştırma iznine çıktığımda, düzgün bir araştırma yapabilmek için gerekli olan o eski huzurlu şartları bulmanın imkansızlaşmış olduğunu gördüm. Ve böylece bunun nedenlerini aramaya başladım. Yani, sonunda bir araştırma yaptığım söylenebilir, fakat, ne yazık ki bu, araştırma yapabilme imkansızlığının nedenleri üzerine oldu. Kitabın ardından, eskiden bir çok şeyi hızlıca halleden benim, artık yavaşlık üzerine yazmaya başlamam bir çok espriye de konu oldu. Ben yavaşlık hakkında ne diyebilirdim ki? En azından, kendimi savunmak adına, hızın bedeli hakkında biraz bir şeyler bildiğimi söyleyebilirim.

Bir diş macunu reklamı hatırlıyorum. Şöyle sesleniyordu: “24 saat çalışır, tıpkı sizin gibi!” Biraz kara mizah gibi. Sizce bilgisayarlar, uydular vs teknolojik donanımlar gerçekten hayatımızı kolaylaştırıyor mu? Yoksa tüm bunlar bizi hapseden duvarda sadece bir diğer tuğla mı?

Evet, çevrimiçi (online) bilgisayarlar bizi hapsediyor. Belirli bir biçimde esneklik sağlıyor, ancak başka formdaki esnekliklerin de engelleyicisi oluyorlar. Tıpkı asla huzur bulamayan, hard diski asla soğumayan, gelen kutusu asla boş kalmayan, “24/7 toplum”larda olduğu gibi. Mobil elektronik iletişimler -taşınabilir DVD oynatıcılardan akıllı telefonlara- her ne yapıyorsanız bunu dilediğiniz yerde yapabilmemizi sağlayarak “mekan” konusunda bizi oldukça esnek kılıyor. Fakat, diğer yandan, hayatımızdaki boşluklar -boş zaman- metalaştığından ve tüketilmeye başlandığından beri “zaman” konusunda çok daha az esnekliğe sahibiz. 21. yüzyılda yaşayan bir orta-sınıf vatandaş olarak bizden yaşamımızı isimlendirmemiz bekleniyor, muhtemelen yararlı ya da anlamlı etkinlikler ile. Fakat, bana göre hiç bir şey yaratıcılık için bir ön koşul olamaz. Tam da hiç bir şey olmadığında her şey mümkündür aslında.

24 saat ulaşılabilirlik, esnek üretim, hayat boyu eğitim ve serbest çalışma (freelance) günümüzün popüler kavramlarından bir kaçı. Hepsinin ortak noktası ise bizim “memur zihniyeti” dediğimiz bir biçim çalışma ahlakına karşı daha hızlı, daha esnek ve daha verimli yeni bir şey getiriyor olma iddiası. Bu “daha”lar gerçekten daha olumlu bir anlama geliyor mu sizce?

Adına esneklik dediğimiz yeni ideoloji özgürlüğü ve bireyselliği daha fazla vurgulamak adına toplumsal birlikteliği ve bunun verdiği güven duygusunu kurban ediyor. Yeni olan her şeyi eski olan her şeyden üstün tutuyor. Ve elbetteki verimliliği verimsizliğe tercih ediyor. Fakat herkes bilir ki bazen eski bir sandalye çok daha konforlu olabilir. İyi bir fincan espresso su götürmez bir biçimde hazır kahveden çok daha lezzetlidir. Her ne kadar bir İtalyan espresso yapmak “verimsiz” ve zaman kaybı olsa da. Bir çok insan katılacaktır ki hayata anlamını veren şey bir bedele tabi değildir aslında. Zaman, boş ve yavaş geçen zaman da bir çeşit zenginliktir. Bu nedenle, “Anın Tiranlığı” bir çok açıdan yetersiz olan küresel kapitalist ideoloji ile derinden bağlantılıdır. Yetersizliği sadece özgür bireysel aktörü merkeze alan bakışından kaynaklanmaz. Aynı zamanda, bir gruba üye olmanın sağladığı güven ve emniyet duygusu olmadan, özgürlüğün değersiz olacağının farkında olmadığı için de yetersizdir. Ve bu değerler arasında ilişki ancak zamanla ve yavaşça kurulur.

Türkiye’de özellikle gençlerin yazdığı yarı-akademik yazılarda gündelik yaşam ya da kültür oldukça melankolik bir şekilde resmediliyor. Aslında sizin “Anın Tiranlığı” dediğiniz kültürün bir eleştirisi bu. Sizce bu kültüre karşı bir tedavimiz var mı? Yoksa Prozac, Televizyon ya da “Mor İnek” öğretisi gibi sadece teskin edicilerle mi idare edeceğiz?

Prozac fenomeni oldukça ilginç. İnsanların yaşamı daha önce hiç olmadığı kadar gerilimli bir hale geldikçe, birer birey olarak her birimizden talep edilenler de artıyor. Verimlilik, herhangi bir amacı olmaksızın, her derde deva bir şeymiş gibi, basma kalıp bir şiara dönüşüyor. Ve ne zamanki aslında farklı bir hayat ritmi ve farklı bir toplumsallık için yaratıldığımızı anlıyoruz, endüstri kimyasal çözümler ile birlikte geliyor. Sorunun kaynağına dokunmayan, ve hatta sorunun semptomlarına dahi işaret etmeyen ama sadece beynin kimyasını tahrip ederek, bu semptomları –eğer tüm bu kimyasal sürecin sonunda herhangi bir şey kalmışsa- fark edilemez yapan kimyasal çözümler. Gerçekten başka seçenekler olduğunu düşünüyorum fakat bunları gerçekleştirmek uzun soluklu ve meşakkatli bir mücadele gerektiriyor. Bu seçenekler faydası ve zararı ile birlikte düşünülmeli. Bir dereceye kadar düşük maddi yaşam koşulları bunun bir bedelidir ama her şeyin yüksek yaşam kalitesine ulaşması da kazancımız olacaktır.

Küreselleşme üzerine en popüler tartışma konularından birisi de kültürlerin melezleşmesi. Bu konuda da çeşitli kavramsal tercihler var –sizinkini merak ediyorum. Türkçe’ye çevrilen tek kitabınız “Kültürel Terörizm” bu konudaki bir açmaza işaret ediyor. Bir yandan, “otantik kültürler” dediğimiz şeyi korumak adına kolayca milliyetçi ya da muhafazakar bir çizgiye düşülebiliyor. Fakat, diğer yandan, daha liberal yaklaşımlar ise kültürün metalaşmasıyla sonuçlanabiliyor. Disneyland gibi tüm kültürel farkların/özgünlüklerin pazara tercüme edilerek içinin boşaldığı bir zemin. Bunu konuda ne düşünüyorsunuz, sizce bu bir açmaz mı?

İkilemi son derece akıllıca ortaya koydunuz. Kültürel, etnik, ulusal ve dini kimlikler eşzamanlı olarak politik kaynak ve ticari metalara dönüştürülüyor. Bu, önceden varolan sosyal karmaşıklığın, daha az paylaşılan, tektipleştirilmiş özelliklere indirgenmesiyle sonuçlanır ve önceden belirsiz alanlardan oluşan dış dünyayı sabit sınırlarla böler. Dahası, kimlik siyasetleri, ancak ve ancak tek bir zorunlu kimliğe sahip olmamıza izin veriyor, ya da buna çabalıyor. Fakat gerçek hayatta, sahip olduğumuz birçok kimliğin -toplumsal cinsiyet, sınıf, siyasi görüşler ve benzeri- göreceli önemi değişkendir. Elbette, melezleşme veya kreolleşme, -biyolojiden ziyade dilbilimininden esinlendiği için ikincisini kullanmayı tercih ediyorum- belirsizliği, açıklığı ve katışıklığı vurgulayarak aksi yönde bir açılım getiriyor. Burada bir ikilem var, kültürel karmaşanın ikilemi: bir toplum, bir yandan, işleyebilmesi için gerekli olan asgari sosyal dayanışmaya sahip olurken; aynı zamanda, değerler düzleminde, kültürel alışkanlıklar ve yaşam biçimlerinde ne kadar çeşitlilik gösterebilir? Bu soruya tek bir cevap verilemez. Kişisel olarak inanıyorum ki, pek çok insan kimliklerinin metalaştırılmasına karşı oldukça tepkilidir, bu insanlar kültürün turistik biçimleriyle “gerçek olanı” mükemmel bir şekilde ayırt etme yeteneğine de sahiptir. Kültürel gösteri sona erdiğinde, her zaman en sona kalan Alman turistler de yatağa gittikten sonra, bu kültür şovmenleri hasır şapkalarını çıkarır, blucinlerini giyer ve bahşişleri cebe attıktan sonra bir iş gününü daha artlarında bırakarak evlerine gider. Kültürün siyasallaşmasına gelirsek, mevcut etnik ve dini fanatizm ve hoşgörüsüzlük tarihimiz göz önüne alınırsa, bu konuda daha az iyimser olduğumu söyleyebilirim. Kanımca, bunun ilacı vatandaşlığı kültürel veya dini aidiyetin üzerine çıkaran bir çeşit laikliktir.

Eğer siyasete dönersek, elbetteki Avrupa Birliği özelinde bir kaç şey sormak isterim. Norveç AB üyesi olmamasına rağmen Schengen anlaşmasından yararlanan bir devlet. Tam üye olmadan birliğin çeşitli olanaklarından yararlanabildiği bir çeşit seçici geçirgen ilişki var arada. Türkiye örneğinde, birliğe mesafeli olmak konusunda, mesele açık: “tarihsel kültürel kimlik farkı” bizim mazeretimiz. Peki sizce, Norveç’in mazereti nedir?

Norveç, geleneksel Avrupa İmparatorluklarının kenarında kalmış pek çok küçük devlet gibi, oldukça güçlü bir bağımsızlık ve hatta kendi kendine yeterlilik ideolojisine sahiptir. Bağımsızlık ülkeye geç gelmesine rağmen ona tutkuyla sarılmıştık - şu günlerde bir kurmaca olduğu düşünülse de. Uluslararası siyaset terimlerine göre, Norveç ABD’nin müttefikidir ve ekonomisi tamamen A.B ekonomisine dayalıdır. Bu nedenle bizim iki dünyada da en kötü konuma sahip olduğumuz söylenebilir: “etkisiz bir katılımcı”. Ancak, kimlik siyaseti nedeniyle, Norveç A.B’nin dışında kalmayı seçmiştir -eklemek gerekir ki dar bir çoğunlukla. Ve elbetteki ekonomik gücü buna yettiği için. Kurmaca olsa bile, bağımsızlık psikolojisi burada hala güçlüdür. Fakat, Norveç yalıtımcılığı kültürel ve siyasal kimlikler anlamında oldukça aşırıdır. Sözgelimi, Norveç’liler çok az yabancı kitap okur ve diğer Avrupa ülkelerindeki olaylarla çok az ilgilenir. Burada tamamen temelsiz, kendinden menkul bir kendi kendine yetme duygusu vardır.

Bir Sosyal Antropolog olarak AB’nin oluşumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sosyal Antropoloji A.B projesine hem destek verebilir hem de güçlendirebilir. Değişen koşullarda grup kimlikleri üzerine yapılan çalışmaların gösterdiği gibi aidiyet geliştirebileceğimiz pek çok olası küme vardır. Dünyada köklü değişikler olurken, siz de temel grup aidiyetlerinizi değiştirme eğilimine girersiniz. Afrika’daki sözde etnik uyanışı ele alırsak, ki daha bir çok örnek bulunabilir, aslında söz konusu olan devletin yetersiz kaldığı bir durumda aşiret ilişkilerinin öneminin artmasıdır. A.B yapılanması ise, tek bir ulus-devletin baş edemeyeceği kadar büyük sorunlar olduğunu gösteren bir örnektir. Bölgeselciliğin iyi niyetli yüreklendirilmesiyle, A.B ulus-devlet altı kimlik oluşumlarına da izin verir ve hatta destekler. AB ulus-devletin bazı konular için çok büyük bazıları içinse çok küçük olduğunu kabul eden bir anlayış üzerine kurulmuştur. Diğer yandan, tüm ortak yapılar birlikteliklerini sağlayabilmek için güvenilir sembollere ihtiyaç duyar. Başka bir deyişle, ortak bir deneyime dayalı kurulmaları gerekir. AB şu ana kadar bunu başaramamıştır. Bugün Avro-elitlerin dışında çok az Avrupalı AB ile özdeşleşebilmiştir. Tümü Avrupalılardan oluşmuş bir futbol takımı hayal edebiliyor musunuz? Bu, duygusuz, ikna edici olmayan ve zoraki bir şey olurdu. Yine de, bir yandan ABD’ye diğer yandan Çin’e karşı özgüven kazanan bir Avrupa, bir gün kendine, büyük bir pan-Avrupalı dayanışma zemini yaratabilir.

Avrupa’nın dört bir yanında sosyal refah devletleri gerilerken, sizce AB, sıradan bir “Avrupalı” için ne anlam ifade etmektedir.

Günümüzün riskli ortamında, AB pek çoğumuz için her şeyi sadece daha kötüye götürüyor. Bu neredeyse bir Bizans bürokrasisi -bu terim için beni maruz görün- ve anlaşılmazlığıdır. Soyut doğası ve tüm çıplaklığı ile AB aracılığıyla sahip olunan gerçek güç, tüm Avrupa’daki işçileri etkiliyor ve onlarda incinilebilirlik duygusu yaratıyor. Belirli bir iktidarsızlık ve yabancılaşma küresel ekonominin doğrudan bir sonucudur. Bunu biliyoruz. Fakat, AB’nin durumunda, bu olumsuzluklar, Strazburg ve Brüksel bulunan, bize uzak ve tahmin edemediğimiz, bir şey yüzünden daha da kötüleşiyor. Bütün bunlara rağmen AB’nin bir destekçisi olarak kalacağım ve içtenlikle diliyorum ki; bu, yeni bir çeşit siyasal canavar, yeni bir imparatorluk ya da “süper-devlet” değil daha esnek ve insani bir şey olsun.

Bu çerçeveden, Türkiye-AB ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence Türkiye’nin AB’ye üyeliği oldukça hayati bir konudur. Bu, Türkiye, Avrupa ve Dünya için olumlu bir gelişme olabilir. Sıkça söylendiği gibi Türkiye Avrupa ve Müslüman dünya arasında bir köprüdür. Buna “Avrupalı” şehirli Türkler ve kırsal Anadolulular arasında büyük bir kültürel uçurum olduğu söylenerek karşı çıkılabilir, ancak böyle farklılar her yerde var ve Türkiye’nin üyeliği yalnızca Türkiye’de değil Avrupa’da da pek çok şeyi değiştirecektir.

AB 2004 İlerleme Raporu’nda Türkiye’deki Aleviler “Sünni Olmayan Müslüman Azınlık” olarak tanımlandı -ki “azınlık” kavramı Türkiye’de oldukça büyük bir gürültü koparttı. AB çerçevesinden “azınlık” kavramı ile ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?

Elbette ki, Türkiye’nin siyasi temellerinde Cumhuriyetçi değerler oldukça güçlü. Ve eğer bunun siyasal sonuçları ülkede azınlık olarak adlandırılması gereken insanlar için daha az etkili olursa bu görüşe sempati duyabilirim. Şu anda Yunanistan, gönülsüzce ve tatmin edici olmaktan uzak olsa da, AB tarafından topraklarındaki azınlıkların varlığını tanımaya zorlanmaktadır. Aynı durum, geçmişte azınlıkları bastıran Fransa için de geçerlidir. Türkiye de Aleviler, Kürtler ve diğer azınlıklar için benzeri adımları atmak zorunda kalacak. Fakat, diğer yandan, Batı Avrupa’daki göçmenlerin durumu problemlerin burada da hala çözülmemiş olduğunu gösteriyor. Pek çok benzeri ülke gibi Norveç de çifte-vatandaşlığı kabul etmiyor ve bu entegrasyonu engelliyor. Ulusötesi göçmen gruplar iki farklı yere bağlılık duyabilir. Bu gayet normal. Kimse bu iki bağlılık arasında bir seçim yapmaya zorlanmamalıdır. Fakat, diğer yandan, Norveç gibi ülkelere göçmenlerin gelişinin, kültürel politikalarda ya da eğitim sistemi gibi yapılarda, gereken değişikliklere yol açmadığını da eklemem gerekiyor. Kastetmeye çalıştığım şey, bir örnek vermek gerekirse, Urdu dilinden Norveççe’ye herhangi bir çeviri yapılmaması tüm Pakistanlıların sadece işçi sınıfı olduğu izlenimi yaratıyor.

Göçmen toplumlar incinebilir. Onlar işler bozulduğunda işini ilk kaybedecek olanlardır; onlara milyonlarca kurnaz biçimde gerçekte buraya ait olmadığı söyleniyor; ve bazıları örtülü bir ayrımcılığa maruz kalıyor. Tüm bunların farkında olarak ben iyimserim, bunlar değişebilir. İnsan haklarına ve kendi kültürüne sahip çıkma hakkı gibi kimi ortak değerlerde ısrar ettiğimiz sürece karşılıklı uyum zamanla kazanılacaktır. Bunun olduğunu görmeye başladık. Son yapılan bir kamuoyu yoklamasında, Oslo -ki Norveç’in en kozmopolitan kenti olmaya başladı- halkının büyük çoğunluğu, kentte farklı kültürlerin olmasını ciddi bir değer olarak gördüğünü belirtti. Ve artık ikinci kuşak elit göçmenlerin oluştuğunu görüyoruz, gayet olumlu bir kamusal yüze sahip, gayet akıcı bir Norveççe konuşan ama yine de çoğunluktan bir parça farklı görüşleri olan insanlar bunlar. Dolayısıyla durum ne gazetelerde ayrımcılığa ilişkin okuduğumuz hikayeler ne de vahşi zorla evlendirme olayları kadar vahim. Burada gerçekten inanılmaz bir karşılıklı uyum var.

Norveç’te tanıştığım Türkiyeli bir göçmen Avrupa devletlerinin bilinçli bir şekilde göçmen aldıklarını ve bu yolla kendi ulusal kimliklerini bir anlamda güçlendirdikleri söyledi. Bir komplo teorisi gibi geliyor insana. Fakat diğer yandan, bu “sokak erdemi” bizim açımızdan tümüyle alakasız değil. Özellikle çok-kültürcülük ve sömürge-sonrası tartışmalarından aşina olduğumuz kimi tartışmalar çerçevesinde ele alınabilir gibi.

Evet kulağa bir komplo teorisi gibi geliyor ve bir an olsun inanasım gelmiyor. Göçmenler Batı Avrupa’ya çeşitli nedenlerle geliyorlar. İşçi olarak, zulümden kaçan sığınmacılar olarak, aile birleşimi ile, öğrenci olarak vb. Yerel ulusal kimliklerin göçle gelen farklı kimlikler ile güçlendiği doğrudur, sohbet ettiğiniz insan bu noktada güç fark edilen bir noktaya temas etmiş olabilir. Tüm kimlik siyasetlerinde dahili birlikteliği güçlendirmek için bir “diğeri”ne ihtiyaç duyulur. Fakat burada kimin “diğeri” olduğu hususunda bir konsensüs yoktur. Bir an için “diğeri” siyahlar olabilir. Şu günlerde Müslümanlar “diğeri” oldu. Fakat, iyi dil konuşan ve tatmin edici işe sahip bir Müslüman da doğrudan “diğeri” olarak görülmüyor. Aslına bakarsanız, göç Norveç ve diğer bir çok Avrupa ülkesinde ulusal kimliklerin açılmasını sağladı, 19. yüzyıldan kalma kimliklerinin sorgulanmasının önünü açtı ve böylece -İsveç’te olduğu gibi- göçmenlerin ulusal “biz”e dahil edilmesi mümkün oldu. Söz gelimi, bir yıl kadar önce, Norveç’te 3 ciltlik bir “Göç Tarihi” çalışması basıldı ve gördük ki Norveç tarihindeki her önemli dönemeçte göçmenler bir şekilde buna dahil olmuş. Viking Çağı’ndan bu yana! Diğer bir deyişle, göç her zaman vardı ve kim olduğumuzu tanımlamak için bir araç oldu. Bugün bu bakış açısını onaylamayan insanlar var, fakat unutmamak gerekir ki, onların kazanması için de her hangi bir sebep yok.

Son soru olarak, bir sosyal antropolog olarak, Amerikanın Ortadoğu siyaseti ve özellikle Irak işgali ile ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?

Yerel olarak Afganistan ve Irak’da, ya da genel olarak Ortadoğu’daki Amerikan etkinlikleri bir felakettir. Tüm bu etkinlikler Washington’daki karar alma merkezlerinde görev yapanların temel psikolojik iç görüden ve kültürler arası anlayıştan, korkutucu bir biçimde, yoksun olduğunu gösteriyor. Afganistan hakkında birazcık bilgisi olan birisi aşiret ilişkilerine dayalı bu toplumda merkezi bir otoritenin herkesin nezrinde bir meşruluk kazanamayacağını ve bizim anladığımız anlamda bir demokrasinin bu topraklara ay kadar uzak kaldığını söyleyebilirdi. Irak konusunda ise ülkenin İngilizler tarafından 1917’de Osmanlı’dan “bağımsızlaştırılması”nın Amerikalılar için bir ders olması gerekirdi. Sevilmeyen yabancı bir yöneticiyi yerinden ediyor olsanız bile, yerine eşit ölçüde sevilmeyen yabancı bir yönetici getiriyorsanız, insanların buna alkış tutmasını bekleyemezsiniz.

Fakir ülkelere karşı girişilen, insani yardım ve demokrasi söylemi yedirilmiş, kaba ve kör bir şiddet tipik bir Amerikan müdahaleciliğidir ve gerçekten korkutucudur. Ne kadar ironiktir ki, Amerikalıların entelektüel esin kaynağı, Kemalist ve İslam çalışmalarında muhafazakar tutumuyla tanınan Bernard Lewis olmuştur. Görünen o ki Lewis Amerikalıları Kemalist modelin bölgedeki diğer ülkelere ihraç edilebileceği konusunda ikna etmiştir. Bu konudaki üzücü başarısızlık ise bize Türkiye’nin istisnai durumu hakkında fikir verir. Fakat, son seksen yıllık tarihin ana fikri bize sunar mı şüpheliyim. Sömürgeci dönemi (elbette bu, Türkiye’nin yaşamadığı bir şeydir) takiben bu ülkelerde iktidara gelen laik diktatörler sivil toplum adına ne varsa yok etmeye çalıştı. Türkiye’de ise, aksine, askeri yönetim dönemlerinde dahi sivil toplum gelişti.

Cezayir ve Irak örneğinde olduğu gibi kendilerine sosyalist diyen çürümüş yerel elitleri, hınç duyulan sömürgeci güçlerin zaman zaman tahakküme varan kuvvetli etkilerini düşündüğümüzde; ve ek olarak sendika, özgür basın gibi sivil toplum kurumlarının noksanlığını da göz önüne aldığımızda geriye pek fazla bir seçenek kalmamış olduğunu fark ederiz. Pek çok durumda, din; aile ve devlet arasında; işleyen tek örgütsel bağ olarak belirmiştir. Bu yüzden bugün dini siyasi gücün bir aracı olarak kullanan Arapları kim suçlayabilir? Buradaki son ironi ise, Saddam Hüseyin’in psikopat bir zorba olmaktansa, Atatürk’ün yakın bir ideolojik takipçisi olmayı tercih edebileceğidir. Bunu denedi, ve din ve devlet işlerinin ayrıldığı bir devlet kurarak bunu bir ölçüde de başardı. Görünen o ki, şu anda Amerikalıların yaptığı bir din devletinin temellerini atmaktan ibaret.


[*] Eriksen, Thomas Hylland. (2001), “Tyranny of the Moment: Fast and Slow Time in the Information Age”. (Anın Tiranlığı: Bilişim Çağında Hızlı ve Yavaş Zaman) Pluto Press.