Türkiye Birinci Futbol Ligi 2010-2014 dönemi yayın hakları ihâlesi 321 milyon dolarla sonuçlandı. Öncelikle pek çoklarına göre karşılığı 300 milyon dolarları görmemesi gereken, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'a göre ise 400 milyon dolardan aşağı olamayacak yayın haklarının ulaştığı rakamı değerlendirelim. Bundan önce lig maçlarının yayını için son ihâle 2004 yılında yapılmış ve yine aynı şirket, yani Digiturk (TRT'yle ortak olarak) ihâleyi kazanmıştı. O zaman Digiturk'ün teklif ettiği para 94 milyon dolar civarındaydı ve dolar 1 milyon 440 bin liraydı. Günümüzde dolar kuru hemen hemen aynı ve ödenecek para 321 milyon dolar. Yani verilen para neredeyse dörde katlanmış durumda. Peki, yayıncı kuruluş bu parayı nasıl çıkarabilir? Ya abone sayısını şu anki fiyatlarla iki milyona kadar yükselterek ya da fiyatları en az üçe katlayarak. Şu anda maçları yayınlayan Lig TV kanalına üyelik en ucuz yıllık 801 TL. 2010 yılı asgari ücreti ise 577 TL. Yani asgari ücretli bir çalışanın evinde maç izleyebilmesi için neredeyse bir buçuk aylık maaşını Digiturk'e yatırması gerekiyor. O da şu anki ücretlerle. İyimser davranıp fiyatların iki katına çıktığını düşünelim. Bir yıllık maç keyfi, bir emekçinin çeyrek yıllık emeği demek. Türkiye'nin en kitlesel eğlencesini takdimimdir. Diyelim ki, eve Digiturk almadık, maça gideceğiz. Üç büyüklerden birinin en ucuz maç bileti aşağı yukarı bir asgari ücretlinin üç günlük emeği kadar ediyor. Özetle, bundan sonra emekçi futbol izleyemiyorsa, pasta yesin!
Aslında bu durum yeni değil, ülkemize özgü de değil. Futbolun metâlaşması ve serbest piyasanın şefkatli kollarına bırakılması 1990'lardan itibaren hız kazanan bir durum. Meselenin arka planı ise 1970'ler İngiltere'sine uzanıyor. O yıllarda petrol kriziyle beraber İngiltere'nin girdiği ekonomik bunalım özellikle futbolun mucidi, hemen hemen tüm İngiliz kulüplerinin kurucusu ve taraftarı olan işçi sınıfını çok ağır bir şekilde vurmuştu. 1970'lerin sonunda yaşanan grev dalgası iktidardaki İşçi Partisi'ni indirirken Margaret Thatcher'ın Muhafazakar Parti'sini II. Dünya Savaşı sonrasındaki en kuvvetli iktidar olarak hükümete getirmişti. Amerika'da Ronald Reagan'ın alevlendirdiği neo-liberal/muhafazakar dalganın Britanya şubesi olan Thatcher, ilk iş olarak kendisinin iktidara gelmesini dolaylı olarak sağlayan işçi sınıfına ve sendikalara savaş açtı. Thatcher, Falkland Savaşı'yla da milliyetçi bir ortam yaratıp kitle desteğini korumayı başardı. Thatcher'ın yükü zenginlerden alıp fakirlere yükleyen politikalarını Falkland uğruna göğüsleyen İngiliz halkı, 1984-85 Maden Grevi'nde hükümetin var olan hemen hemen bütün insan haklarını çiğnemesine, işçileri çaresiz ve güvencesiz bırakmasına seyirci olmak durumunda kaldı. Bu tarihten itibaren artık İngiliz işçisini neo-liberalizme karşı koruyacak sendikalardan ya da sol bir İşçi Partisi'nden bahsetmek imkansızdı. Bu arada işsizlik rakamları da iki milyona vurmuştu. İngiliz işçi sınıfının yaşadığı çaresizlik, babalarının aç kalma pahasına verdiği grev mücadelesinin nasıl kaybedildiğine şahit olan genç kuşağın girdiği bunalım, giderek yükselen bir holiganizm ve şiddet dalgası olarak kendini gösteriyordu. 1985 Heysel ve 1989 Hillsborough faciaları İngiliz taraftarların karıştıkları ölümlü stadyum olayları olarak tarihe geçiyordu.
Thatcher döneminin bakanlarından David Mellor, o dönemden bahsederken “Demir Leydi”nin futboldan ve futbol taraftarlarından ne derece nefret ettiğini tarif etmek için kelime bulmakta zorlanıyor. “Yapabileceğini bilseydi futbolu yasaklardı” diyor Mellor, “onun için futbol Britanya'da çürümüş her şeyin simgesiydi”. Thatcher hükümeti futbola bir suçmuş gibi yaklaşıyor ve birbiri ardına polisiye tedbirler getiriyordu. Maça kameralar eşliğinde giriyor, sivil polislerle yan yana izliyor, ters bir hareketinizde yasaklanıyordunuz. Üstelik aleyhinize alınan bir karara itiraz için hukuki bir mekanizma bile yoktu. Kazara ağzınızdan kötü bir laf çıksa, altı ay dışarı atılabilirdiniz. Ama bu da sorunu çözmüyordu. Muhafazakar Parti'nin yasakçılığının çözemediği sorunu, liberalliği çözecekti. Yeni bir lig sistemi getirilecekti. 1992'den itibaren büyük takımlar Prömiyer Lig'de mücadele etmeye başlarken ligde yer almak için yeni koşullar söz konusuydu. Tüm takımlar stadyumlarını gözden geçirirken, ayakta maç izlenen geleneksel tribünler yasaklanıyordu. Yeni stadyumlar, koltuklu tribünleriyle daha az seyirci alacaktı. Bu doğal olarak bilet ücretlerine de yansımıştı. Ancak kulüpler yalnızca aradaki farkı biletlere yansıtmakla kalmadılar. Yeni model stadyumların içindeki restoranları, barları, dükkanları da düşündüler. Bilet fiyatlarını yalnızca buralardan alışveriş de edebileceklerin gelebileceği şekilde ayarladılar. Manchester United, Arsenal gibi işçi sınıfı tarafından kurulan kulüplerin geleneksel taraftarının parası artık maça gitmeye yetmeyecekti. Ken Loach'un filmi “Hayata Çalım At”taki postacının isyanındaki gibi; “otoparklar yalan söylemiyor”du, “hangi postacı stadyum otoparkındaki o araçlardan birine binip ailesini maça götürebilirdi?”. Bu arada geleneksel BBC-ITV televizyon yayıncılığı da sona ermişti. Sky şirketi maçları satın almış ve uydudan şifreli yayınlamaya başlamıştı. İngiliz taraftarları ilk kez evde maç izlemek için de para ödemek zorundaydı. Üstüne üstlük büyük liglerin alt ligleri sübvanse ettiği ve böylelikle ligler arasında uçurum oluşmamasını sağlayan sistem de terk edilmişti. Mutlu bir azınlığın izlediği, kendi başına mutlu bir azınlık olan kulüpler yaratılmıştı. Kulüpler daha fazla para kazanıyor ama bu kazanılan parayı taraftarlarına sahip çıkmak için değil, aşırı şişmiş transfer borsasında pay kapmak için kullanıyorlardı. Futbolun mucidi İngiliz işçi sınıfı da böylece taca atılmıştı. Bugün alt ligleri bırakın, Prömiyer Lig'e yeni çıkan takımlar bile üsttekilerin zenginliği karşısında neye uğradığını şaşırıyor. Ünlü bir maç spikerimizin sözünü farklı bir amaç için ödünç alalım; işte Prömiyer Lig bu!
Türkiye'de de durum pek çok açıdan farklı değil. İngiltere'deki Thatcher'la hemen hemen aynı eksendeki Özal döneminde Türkiye'de de benzer şeyler yaşandı. Tabii önemli bir fark, Özal Thatcher'ın aksine futbolun bir siyasi iktidar için çok kârlı bir şey olabileceğini görmüştü. Kulüplerin belli bir seviyeye çıkmasına bizzat hükümet ön ayak oldu. Kulüplerin bilet fiyatlarını kendi belirlemesi sağlandı. Transfer sınırlamaları kaldırıldı. 1990'dan itibaren devreye özel televizyon girdi ve pahalı yayın anlaşmaları yapıldı. Bir dönem, başbakanın oğlunun kurduğu korsan televizyon, Türkiye Futbol Federasyonu'yla yaptığı anlaşma ve Gençlik Spor Genel Müdürlüğü'nün onayıyla maçlara giriyor, devletin PTT'sinin linkleriyle İstanbul'dan Almanya'ya görüntü geçiyor, yayın Almanya'dan Türkiye'ye aktarılıyordu. Kulüpler devlet eliyle korsancılıktan küpünü dolduruyordu. Pahalı kombine biletler, içinde mağazalar olan stadyumlar, şifreli yayınlar buralarda da belirmeye başladı ve başta anlattığımız tablo ortaya çıktı; yani maaşının dörtte biriyle maç seyretmeye zorlanan taraftar.
Enteresan olan, kendisi başlı başına bir televizyon olayı hâline gelen ihâlenin televizyon yayını sırasında yapılan yorumlar ve İngiltere'ye yapılan atıflar. “Biz bu işlerden pek anlamayız ama...” diye lafa girip on dakika konuşan futbol yorumcularıyla, kerameti kendinden menkul futbol ekonomistlerinin (Türkiye'de futbol izleyen bankacıya futbol ekonomisti deniyor) birleştiği nokta şu; “bu ihâle faydalıdır, ama bu paranın İngiltere'deki gibi denetlenmesi gerekir”. Her şeyden önce İngiltere'de denetlenenin sistemin yol açtığı sosyal-ekonomik sorunlar değil, futbolun aktörlerinin sisteme uyup uymadığı olduğunun altını çizmek gerekiyor. İngiltere'de bir kulüp gerekli maddi koşulları sağlamıyorsa puanı silinir ya da küme düşürülür. Ama kimse üst liglerdeki büyük kulüplerin yarattığı düzenin alt liglerdeki takımların canına okuduğuyla ilgilenmez, eskisi gibi Keynesyen diyebileceğimiz bir yayın sistemini önermez. Ya da bir kulübün asıl taraftarının maça parasının yetmemesi İngiliz sisteminin derdi değildir. Tabii binlerce lira maaş alan Türkiye'deki futbol yorumcularının ya da futbol bankacılarının da derdi değil, geniş ve fakir futbol sever kitlesinin ne yaptığı. Onlar yalnızca bir tribün olayı olduğunda itilip kakılmak için varlar. Komik olan ise Türkiye'de seyircinin karıştığı her olaydan sonra İngiltere'nin örnek gösterilmesi. Komik, çünkü Türkiye'deki o taraftarın İngiltere'deki eşdeğeri maçı ancak pub'ta seyredebiliyor. O İngiltere'deki örnek gösterilen mum gibi oturan kitle asıl taraftar bile değil, futbol turisti demek daha doğru. Aslında Türkiye'de asgari ücret ile maça harcanan para dengesi, İngiltere'dekinden daha bozuk. Türkiye'de büyük bir kulübün en ucuz kombine bileti bir asgari ücretlinin hemen hemen 100 saatlik çalışmasına denk gelirken, İngiltere'de bu 80 saat civarında. Ancak Türkiye'de taraftar gruplarına bedava bilet dağıtma uygulaması bir grup dar gelirli futbol taraftarını bu yoldan stadyumlara sokabiliyor. Tabii, bu uygulama taraftar gruplarını çıkar grupları hâline de getiriyor. İngiltere'de alt sınıf taraftarın sistemle bu şekilde bir çıkar uyumuna girmemesi, stadyum dışı örgütlenmeleri mümkün kılıyor. Pek çok kulüpte dışlanan taraftarlar bağımsız taraftar dernekleri kurdu ve yeni düzene karşı mücadele ediyor, bunlar zaman zaman kulüpleri ve federasyonu taraftar lehine düzenlemeler yapmaya da zorluyor. Hatta kulübü tamamen terk ederek yeni kulüp kuranlar da var, FC United'ı kuran bir grup Manchester United taraftarı gibi. Tabii bu taraftarların bu tip örgütlenmelere gitmesinin tek nedeni stadyumdan tamamen dışlanmaları değil. İngiliz futbol taraftarı, senelerce örgütlü İngiliz işçi sınıfının da bir parçasıydı. Fabrikada grev yapanla, yerel futbol takımının maçında bağıran başka başka insanlar değildi. İngiltere işçi sınıfının neredeyses cemaat olarak adlandırılabilecek yerelliğinde futbolla işçi mücadelesi pek çok noktada birleşti. Zaten taraftar oluşumlarının eylemlerinin birçoğunda geçmişin grevlerindeki yöntemlere rastlamak mümkün. İngiltere'de Thatcher tarafından tırpanlanan sendikaların ve sağa çekilen İşçi Partisi'nin politik geleneği bugün enteresan bir şekilde taraftar oluşumlarında devam ediyor. Türkiye'de ise çok az kulüpte yerellik var olduğu gibi bir işçi kulübü yaratabilecek sınıf bilincini de bulmak çok kolay değil. Bu bilincin ortaya çıktığı yıllarda ise (1970'lerin sonu gibi) Türkiye solunun futbolu “kitlelerin afyonu” olarak algılayıp sırt çevirmesi de oluşabilecek bağı kopardı, hatta 1990'lardan itibaren futbolun milliyetçiliğin kucağına düşmesine neden olacak koşullara da katkı yapmış oldu. Netice olarak, Türkiye'de taraftarların bir kulüp içinde sınıfsal ya da kimlik olarak bir bütünlük oluşturması pek mümkün değil. Hemen hemen her kulüpte zengin, fakir, sağcı, solcu taraftarlar mevcut. Taraftar kimliği yaratmaya en çok yaklaşan Çarşı'nın bugün kendi logosunu taşıyan montlarda bir zamanlar sponsorluğunu “üç hece, sekiz harf, sadece Beşiktaş” diyerek protesto ettiği kola markasını taşıması, o sloganın da kulübün bir diğer sponsoru telefon şirketinin reklamlarında kullanılması ülkemizde de taraftarın ne boyda köşeye sıkıştırıldığının ve nasıl bir kafa karışıklığı yaşadığının kanıtı.
Burada; hangi kulübü tutuyorsa tutsun, mevcut düzenden rahatsızlık duyanların üzerine düşen görevler var. Öncelikle, huşu içinde milyon dolarlardan bahseden ve durmaksızın İngiltere modelini dayatan futbol bankerlerini kendimize muhatap olarak almayarak başlamalıyız. Aynı şekilde İngiltere denince akla Prömiyer Lig'in sterilliğinin değil, bugün mücadeleyi stadyum dışına taşıyarak sürdüren geleneksel alt sınıf taraftarların gelmesi gerekiyor. Futboldaki endüstrileşmenin aslen bir sınıf savaşı olduğunu algılamak ve safları ona göre oluşturabilmek önemli. Gırtlak gırtlağa gelen egemenlerin iş yağan milyon dolarların altında dans etmeye gelince canciğer olması, emekçilerin ise birbirini gırtlaklamaya devam etmesi yalnızca futbolda karşımıza çıkan bir durum değil, dolayısıyla çözümü de yalnızca futbola özgü olmayacak. Bütün mesele, farklı takımları tutan taraftarların kendilerine karşı girişilen savaşta ortak mücadeleyi kurabilmesinden geçiyor. Zira, anası taraftar sınıfı olanların yurdu aslında bütün stadyumlar. Bu noktada Avusturya İşçi Marşı'nın aslında sıkı bir tezahürat olabileceğini hatırlatmak da bir taraftar olarak boynumuzun borcu olsun.