Partinin Ruhu

Neden teoloji bugün radikal siyaset için bir referans noktası olarak daha fazla gündeme geliyor? Bunun sebebi, teolojinin amellerimizin nihayetinde başarıya ulaşacağını teminat altına alan ilahi bir “büyük öteki” sağlaması değil. Bilakis, dayanacak hiçbir büyük ötekinin olmadığı radikal özgürlüğümüzün bir nişanesi olarak beliriyor teoloji. Fyodor Dostoyevskiy Tanrı’nın bize özgürlük ve sorumluluk bahşettiğinin farkındaydı. Bizi selamete götüren müşfik bir efendi değildir Tanrı. Tam aksine, bütünüyle kendi başımıza olduğumuzu hatırlatır.

Burada tasavvur edilen Tanrı, komünist bir propagandacının hikâyesinin anlatıldığı eski Bolşevik fıkradaki Tanrı’ya benzer daha ziyade. Propagandacı öldükten sonra kendini cehennemde bulur ve zebanileri buradan çıkmasına izin vermeleri için ikna eder. Şeytan onun ortadan kaybolduğunu fark edip Tanrı’nın huzuruna çıkar ve İblis’e ait olan her şeyi kendisine iade etmesini talep eder. Gelgelelim, Tanrı’ya “Rabbim” diye hitap edince Tanrı onun sözünü keser ve şöyle der: “Birincisi, ben ‘Rab’ filan değilim, yoldaşım. İkincisi, aptal mısın sen, hikâyelere mi kanıyorsun? Ben yokum! Ve üçüncüsü, sözünü kısa kes; aksi takdirde parti hücresi toplantımı kaçıracağım!”

Sahici bir sol tam da böyle bir Tanrı’ya ihtiyaç duyuyor bugün: tam anlamıyla “insanlaşmış” –toplumdan dışlanmış iki kişiyle birlikte çarmıha gerilmiş, yanıbaşımızdaki bir yoldaş- ve “var olmadığı” gibi, yokluğunun farkında da olan, silinmişliğini kabul edip doğrudan doğruya Kutsal Ruh’un (parti, özgürleştirici kolektif) üyelerini birbirine bağlayan aşka geçen bir Tanrıdan bahsediyorum. Katolikliğe çoğu zaman “saf” Hristiyanlık ile paganlığın ortası gözüyle bakılır. Ama peki kendi kavramsal düzleminde Hristiyanlık ne anlama gelir? Protestanlık mı? Burada bir adım ileri gitmek gerekir: kendi kavramsal düzleminde, yaşadığı temel olaydan, yani Tanrı’nın ölümünden bütün sonuçları çıkaran tek Hristiyanlık ateizm olabilir. İspanyol anarşist Buenaventura Durutti “ışığıyla aydınlatan tek kilise alevler içinde yanan kilisedir” demişti. Durutti ruhban sınıfını karşısına alıyordu aslında, ama haklıydı: din ancak kendini lağvederek hakikatine varabilirdi.

Brecht “Entelektüel Hayvan Tehlikelidir” adlı metninde şunu söyler: “Hayvan güçlü, ürkünç, tahripkâr bir mahluktur; telaffuzu bile barbarca bir ses çıkarır. İşin şaşırtıcı tarafı, sözlerine şöyle devam eder Brecht: “Esas mesele aslında şudur: nasıl hayvan olabiliriz, öyle hayvanlar ki faşistler karşımızda tir tir titresin?” Brecht’in gözünde bu meselenin olumlayıcı bir görev ifade ettiği açıktır. Son derece kültürlü bir halk olan Almanların Nazi hayvanlarına dönüştümesine hayıflanılması değildir yoksa söz konusu olan. “İyiliğin incitebilmesi, acımasızlığı incitebilmesi gerektiğini anlamak zorundayız.”

Hristiyanlığın özgürleşme mantığını şarkî bilgelikten ayıran boşluğu ancak bu arkaplanı göz önünde bulundurursak dile getirebiliriz. Şarkî mantık ilksel boşluğu ya da kaosu nihai gerçeklik olarak kabul eder ve paradoksal bir şekilde, tam da bu yüzden, her unsurun haddini aşmadığı organik toplumsal düzeni yeğler. Hristiyanlığın özünde ise tastamam farklı bir tasarı, kaotik bir boşlukla sona ermeyen, tam aksine kendini yeni bir düzen için örgütleyip gerçekliğe dayatan yıkıcı bir olumsuzlayıcılık yatar.

Bu sebepten ötürü, Hristiyanlık bilgelik karşıtıdır: bilgelik bize çabalarımızın nafile olduğunu, her şeyin kaosta nihayete erdiğini söyler. Hristiyanlık ise imkânsız olanda deli divane ısrar eder. Aşk, özellikle de Hristiyanlıktaki aşk hiç de bilgece değildir. Pavlus tam da bu sebeple şunu demiştir: “Bilgelerin bilgeliğini yok edeceğim” (bu sözü Latincede genelde Sapientiam sapientum perdam diye bilinir). Buradaki “bilgelik” sözcüğünü harfi harfine yorumlamalıyız: Pavlus’un kafa tuttuğu şey bilginin kendisi değil, (var olanın var olduğu haliyle “gerçekçi” bir şekilde kabul edilmesi anlamındaki) bilgeliktir.

Bu söylediklerimiz, toplumsal düzenle ilgili olarak, sahici Hristiyan geleneğin hiyerarşik düzenin kaderimiz olduğu, bu düzene yönelik her türlü müdahale ve başka bir eşitlikçi düzen kurma girişimlerinin yıkıcı bir dehşetle sona ermeye mahkûm olduğu şeklindeki bilgeliği reddettiğini gösterir. Siyasi aşk olarak agape, insanın komşusuna duyduğu kayıtsız şartsız eşitlikçi aşkın yeni bir düzenin temeli olabileceği anlamına gelir.

Bu aşkın tecelli ediş biçimini komünizm fikri, yani eşitlikçi bir toplumsal dayanışma düzeni kurma arzusu olarak da adlandırabiliriz. Aşk, özgürleştirici bir kolektifte, insanları toplumsal hiyerarşideki konumlarını aşarak müstesnalıkları içinde bir araya getiren bu evrensel bağın kuvvetidir. Dostoyevskiy şunu demekte haklıydı: “Hristiyan bir sosyalistten, ateist bir sosyalistten daha çok korkulur.” Düşmanların korkmasından bahsediyoruz elbette.

Özgürleşme mücadelesine şaşırtıcı bir şekilde uygun bir tanım getiren kişi Aziz Pavlus’tu: bizim mücadelemiz bütün o zayıflığı içindeki insan varlığına değil, liderlere, otoritelere, bu karanlığın dünyadaki hükümranlarına [kosmoskrators], gökkubbedeki manevi şerlere karşıdır” (Efesliler 6:12). Bu sözleri günümüzün diline de tercüme edebiliriz: Mücadelemiz tek tek yozlaşmış insanları değil, genel olarak iktidardaki herkesi, otoritelerini, küresel düzeni ve bu düzenin sürmesini sağlayan ideolojik mistifikasyonları hedef alır.”

Siyaseti olabileceklerin en kötüsünden kaçınmaya, tüm olumlayıcı tasarıları bir kenara bırakıp kötünün iyisinin peşinden koşmaya indirgeyen liberal-kurbancı ideolojiyi tereddütsüz reddetmeliyiz. Viyanalı Yahudi yazar Arthur Feldman’nın acıyla belirttiği gibi, hayatta kalmak uğruna ödediğimiz bedel genelde bizatihi kendi hayatımız olur.

Kaynak metin için bkz: http://www.newstatesman.com/religion/2010/04/god-order-wisdom-paul-love


* Çevirenin kısa notu: Bu çeviri metin, Birikim’de devam eden “Sol ve İlahiyat” adı altında yürüyen tartışmalara çok küçük bir katkı olarak görülebilir. Örneğin Tuncay Birkan’ın “‘Tanrının Ölümü’: Ateizm Geleneği ve Sol” başlıklı makalesinde de atıfta bulunulan Zizek’in konumunu anlamak için fikir verici olabilir bu yazı. Fakat yazarın teoloji konusundaki görüşlerini daha etraflıca öğrenmek için, örneğin On Belief (Routledge, 2001) ve The Puppet and the Dwarf: The Perverse Core of Christianity (MIT Pres, 2003) adlı eserlerine bakmak gerekir.