Sevgili Rakel Dink, 23 Ocak 2007 tarihinde eşi Hrant Dink’i uğurlarken “Sevgiliye Mektup”unu okumuş ve on binlerden oluşan insanlık denizine “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim,” diye seslenmişti. Dün (26 Ekim 2010), Rakel Dink’in seslendiği “kardeşleri”nden biri olarak, Radikal’in manşetinden bu zalim karanlığı bir çocuk mahkemesinde yargılamayı uygun gören bir adalet (ve güvenlik) sisteminin müşterek muhatapları olduğumuzu öğrendim. Kederliyim.
Hrant’ı, Rakel’i, cümleten Dink ailesini tanıma şerefine hiç erişememiş olsam da, insanlık denizinin Halaskârgazi Caddesi’ni kolektif bedeniyle taşıdığı ve caddelerden taştığı sırada, yurt dışında uzaktan takip ettiğim acı haber karardıkça nasıl kahrolduğumu çok iyi bilirim. Hatırlamam, bilirim: Çünkü bu kahır henüz yıllar geçtikçe silikleşen bir hatıra olamayacak kadar canlı; yüz yüze gelmediğim, elini sıkmadığım bir dostla ve onun ailesiyle kendimce kurduğum bir “kardeşlik,” “dostluk” bağının manevi kanıtı. Ezcümle, Hrant Dink ve ölümü, bana kahrın ve kederin, eşsiz bir alçak gönüllükle, nasıl da bir aydınlık özlemine dönüşebileceğini öğretti.
Hrant Dink cinayeti davasına gelince; bebekten katil yaratan karanlığın herhangi bir mahkeme salonuna sığabileceğinden, yahut herhangi bir medya spotu altında aydınlanabileceğinden -her aklıselim gibi- oldukça şüpheliyim. Işığı görüş alanımızdan meneden bir cezai failler/sorumlular bulutu, Oral Çalışlar’ın ifadesiyle, “kala kala tutuklu iki tetikçi” olarak resmedildikçe, mevzubahis karanlığın git gide metafiziksel bir kavrama dönüşmesini, biçare, izliyoruz. Gerçekdışı olduğuna inandırılmaya zorlandığımız bir “hiçlik,” “boşluk” temaşası karşısında edilgen bir seyirci konumuna itilmemizin bizleri Hrant’a ve aşkın bir adalet arzusuna karşı sorumluluklarımızdan koparacağı ihtimalinden medet umulduğu o kadar açık ki... Karanlık, bu küstah aleniyetiyle, kendi varlığını ispatlıyor, kendi kendini aydınlatıyor.
“Hrant’ın Arkadaşları” inisiyatifinin herkesi Bilgi Edinme Yasası'ndan yararlanarak Dink cinayetiyle ilgili Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri, İçişleri ve Adalet bakanlarına soru yöneltmeye çağırmasına kulak verip bu alicenap makamlarla kısa süreli bir mektup arkadaşlığına girişenler bilecektir; en enteresan yanıt, T.C. Başbakanlık Bilgi Edinme Birimi’nden gelmiştir. Başbakanlığa sorulan sorular şunlardı: “Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından yasal süreçler vasıtasıyla elde edilen belge ve bilgilerde Milli İstihbarat Teşkilatı’nın herhangi bir faaliyetine rastlamamış olmamızın nedeni nedir? Ülke genelinde istihbarat toplamaya yetkili bir kurumun bu cinayetle ilgili hiçbir istihbarata ulaşmamış olması mümkün müdür? Ulaşmış ise bu bilgiler nedir? Ulaşmamış ise MİT yetkilileri ile ilgili herhangi bir işlem yaptınız mı? Yaptınız ise nedir? Yapmadıysanız neden?”
Başbakanlık Bilgi Edinme Birimi’nden gelen yanıttaki ciddiyet ve titizlik derecesini, “copy-paste” edilmiş, “font ve punto” karmaşası giderilmemiş kanun maddelerinden anlayabilirdiniz, fakat esas can alıcı kısım, başvurumuzun “işleme alınmama” gerekçesi olarak sunulan şu kanun maddesinden ibaretti (Yazım hatalarını değiştirmeden aktarıyorum): “4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunun 20.maddesi “ Açıklanması veya zamanından önce açıklanması hâlinde;a) Suç işlenmesine yol açacak,b) Suçların önlenmesi ve soruşturulması ya da suçluların kanunî yollarla yakalanıp kovuşturulmasını tehlikeye düşürecek,c) Yargılama görevinin gereğince yerine getirilmesini engelleyecek,d) Hakkında dava açılmış bir kişinin adil yargılanma hakkını ihlâl edecek,Nitelikteki bilgi veya belgeler bilgi edinme hakkı kanunu kapsamı dışındadır.” Hükmünü içermektedir .”
“Hrant için adalet” talep eden, Çengiz Çandar’ın deyimiyle Hrant’ın “ölçü” olduğunu düşünen, hatta bana sorarsanız Hrant’ın bu coğrafyanın hak-hukuk-adalet ufkunu yerinden oynatacak bir Arşimet noktasına dönüştüğünü yüreğinde hisseden herkes, yukarıdaki eğreti yanıtın doğurduğu yeni, acıklı, öfkeli sorularla baş başa kalmış durumda. Özellikle söz konusu maddenin (b) fıkrası üzerine söylenecek çok şey olsa da, şimdilik sadece (a) fıkrasından hareketle, şu gamda sormakla yetinelim:
Başbakanlığa göre, Hrant’ı öldüren karanlık hakkında bilgi ve belgelerin açıklanması veya zamanından önce açıklanması “(a) suç işlenmesine yol açacak” nitelikteyse şayet, Başbakanlık bu karanlığa dair bilgi ve belgelerin hangi suçun işlenmesine yol açabileceğini düşünüyor?
Daha da trajik olan, hatta gaddar bir şaka halini almaya başlayan ise şu: Karanlığın bilgisinin açık edilmemesi sayesinde Hrant katledilebilmiş ve suç çoktan, hâlihazırda işlenmiş olduğuna göre, devlet kılığındaki hokkabazın hukuk adlı şapkadan bu bilgiyi açık etmenin yol açabileceği daha nihai, daha korkunç, daha karanlık bir suç çıkarması mümkün müdür? Mümkünse, devlet katında da bu karanlıktan korkuluyor, korkuluyorsa bu karanlığın içinde yaşamaya bürokratik yollarla usulca alışılıyor demektir.
Son olarak: Hrant’ın ezel ebet dostu olmaya gönül vermiş ben, bilgi edinme hakkının en kutlu istisnası olan bir karanlığı görmeye çalıştıkça, niye her sabah Halaskârgazi Caddesi’nde zavallı bir seyirci olmak üzere 19 Ocak 2007 tarihine uyanmak zorunda bırakılıyorum; ve niye her sabah 19 Ocak 2007’ye uyandığımda amorf ama koyu bir karanlığın “Hrant Dink Caddesi” üzerinden süzülerek, geçtiği her yeri yutmasını seyretmek zorunda bırakılıyorum? Bu hal, insan hakları sözleşmelerince “işkence” diye tarif edilmiyor mu? “Çocukça bir sual,” derseniz, bu karanlıkta, bırakın neyin çocukça olduğunu, kimin çocuk olduğunu görebilmenin dahi artık imkânsız olduğunu dün (26 Ekim 2010) hep birlikte, kendi gözlerimizle Radikal manşetinde gördük, derim.