Cenk Saraçoğlu’nun doktora tezine dayanan İzmir, Orta Sınıf ve Kürtler kitabı yayımlanmadan önce yine tezinden derlediği makalesini[1] Ethnic and Racial Studies’de okuyunca eleştirme gereği duymuştum. Yazdığım makale, ‘A Critical Note on ‘Exclusive Recognition’,[2] aynı dergide Ekim 2010’da yayımlandı. Şimdi aynı yaklaşıma dayanan kitabıyla ilgili tartışmaları okuyunca makalesine dair değerlendirmelerimi Birikim’e de yazmak istedim.
Cenk Saraçoğlu 2000’lerin başlarından itibaren tanık olunan Kürt karşıtı yaklaşımı, gösterileri ve olayları “tanıyarak dışlama” olarak adlandırıyor. Bu yeni söylemin devlet ya da herhangi bir örgüt tarafından empoze edilmediğini ve şehirlerin gündelik yaşantısı içinde neo-liberal politikaların sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıktığını iddia ediyor. Yazara göre bu yeni olgu ana akım Türk milliyetçiliğinden farklılaşmaktadır. Bu “yeni” durumu “tarihsel olarak spesifik etnikleştirme” süreci olarak görerek, kaynaklarının doğrudan ana akım Türk milliyetçiliğinin herhangi bir tarihsel söylemi ve politikasında bulunamayacağını ileri sürüyor.
Yazarın “tanıyarak dışlama” olarak adlandırmak istediği bu yeni durumun devletin kuruluşundan bu yana her alana hakim olan ana akım Türk milliyetçiliğine doğrudan bağlı olduğunu söyleyerek bu iddialara karşı çıkıyorum. Yazarın medya ve eğitim yoluyla gündelik hayatta bolca empoze edilen Türk milliyetçiliğiyle son yıllarda görünür hale gelen Kürt karşıtlığı arasında doğrudan bir bağlantı görmemesini paradoksal olarak nitelendiriyorum. Bu yeni sürecin “sadece” ana akım Türk milliyetçiliğine bağlı olarak değerlendirilemeyeceğini söylese de yazar süreci herhangi bir milliyetçi çerçeveden tamamen bağımsız olarak ele alıyor. Yazarın temel iddiaları etrafında muhalefetimin nedenlerini anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle, yazar, geçmişten farklı olarak şehirlerde Kürt göçmenlerinin yaşadığı bölgelere yakın oturan insanların (ki bunları “tanıyarak dışlamanın amilleri” olarak adlandırıyor) günlük hayatta gözlem ve yüzeysel iletişimleriyle kendi Kürt kavramlarını oluşturduklarını ileri sürüyor. Bu çerçevede bu insanlar Kürtleri “cahil”, “kültürsüz” ve “bölücü” olarak “tanıyorlar” ve böylece “dışlıyorlar”. Bu etiketlemenin bu insanların Kürtlerle kurdukları iletişimden kaynaklandığını düşünmediğimi söyleyerek eleştirilerime başlamak istiyorum. Kürtlerin bu şekilde kavramsallaştırılması ve dışlanması Türk milliyetçi politikalarından kaynaklanmaktadır. Bu süreç, cumhuriyetin kuruluşundan beri Türklük vurgusuyla yürürlükte olan milliyetçi politikaların bir sonucudur.
Türk milliyetçiliği vatandaşlık sınırlarının tanımlanmasında her zaman belirleyici bir faktör oldu. Anayasal çerçevede bütün vatandaşlar Türk olarak görüldü.[3] Anayasal olarak varolmayan Kürtler yalnızca bazı resmi belgelerde olumsuz bir şekilde tanındılar. Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’ın raporu devlet zihniyetini temsil etmesi açısından önemli bir örnektir. Çakmak, Eylül 1930’da Kürt isyanları devam ederken başbakanlığa sunduğu bu raporda Kürtleri “eşkıyalığı alışkanlık haline getirmiş” “mütecaviz unsurlar” olarak tanımlayarak Kürt köylerinin bombalanmasını önermiştir.[4] Kürtlere yönelik bu negatif referans 1990’lardan itibaren PKK ile çatışmaların artması nedeniyle açık hale gelmiştir. Ve bugüne kadar da Kürtler “sözde vatandaş” olarak dışlanmıştır.[5] Bu yaklaşım Mart 2005’teki Newroz kutlamaları sonrasında Genelkurmay başkanının bir bildirisiyle çok güzel ortaya konulmuştur. Nitekim Genelkurmay başkanı bayrak yakmakla suçlanan bazı Kürt göstericileri “sözde vatandaş” ilan etmiştir.[6] Ayrıca, 27 Nisan 2007 bildirisi aracılığıyla Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt Kürtlere yönelik olarak “Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” demiştir.[7] Güncel olayları değerlendirirken bu tarihsel çerçeveyi gözardı etmemek gereklidir.
Türkiye’de Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkesler ya da Lazlar gibi diğer etnik gruplara karşı bir tepkinin olmadığını vurgulayan yazar, Kürtlere yönelik olumsuz duyguların farklı olduğunu ileri sürüyor. Bunu söylerken bazı gerçekleri gözardı ediyor. Birincisi, diğer etnik gruplar hiçbir zaman herhangi bir sorunun öznesi olarak görünür olmadılar. Genellikle Türk olmakla bir sorunları ya da bu konuda bir mücadeleleri olmadı. Buna karşılık Kürtlerin önemli bir kısmı kendi kimliklerini sürdürmek istiyorlar. İkincisi, bu son dönem Kürt karşıtı gösteriler yazarın iddia ettiği gibi yeni bir olgu değildir. 6-7 Eylül 1955’te Ermeniler, Yahudiler ve özellikle Yunanlılara karşı sert milliyetçi tepkileri hatırlamak gerekir. O günlerde de insanlar onları “zengin” ve “dış güçlerin ajanları” olarak “tandılar” ve “dışladılar”.[8] Sonra, Manisa Selendi’de Romanlara karşı, hem “tanıma” hem de “dışlama” içeren, linç girişimi de Türk milliyetçiliğinin güncel tezahürüdür.[9] Dolayısıyla yazarın Kürtlere karşı “tanıyarak dışlama” olarak adlandırmak istediği durum, Türk milliyetçiliğinin doğal bir sonucu olarak, hiç de öyle yeni ve spesifik bir olgu değildir.
Yazar bu yeni süreci Türkiye şehirlerinin neo-liberal dönüşümü çerçevesinde değerlendirmektedir. Ne var ki, Kürt meselesinin kentlerdeki tezahürünü neoliberal politikaların bir sonucu olarak görmek açıklayıcı değildir. Öncelikle, elbette ki neo-liberal politikalar Türkiye’de büyük kentlere göçü artırmaktadır. Fakat Kürt göçünün genellikle gönülsüz ve güvenlik gerekçelerine dayalı olduğunu unutmamak gerekir. Sonra, Kürtlerin büyük bir bölümünün kayıt dışı olarak çalıştığı da açıktır. Fakat bu kayıtdışı sektörler Kürtlerin egemenliğinde olamayacak kadar büyüktür. Nitekim pek çok Türk de bu alanlarda çalışmaktadır. Ve bu kayıtdışı sektörlerde çalışanlar, etnik kimlikleri ne olursa olsun, iyi nitelikteki işler için eğitim ve diğer aranan özelliklerden yoksundurlar. Böylece, neo-liberal politikaların sorumlu olduğu bu durumda, toplumun geri kalanına göre olumsuz ve elverişsiz konumda kalmaktadırlar. Fakat burada bütün bunların ötesinde milliyetçi politikaların doğrudan bir sonucu olarak eğitimsizlik, cehalet ve suçun etnikleştirilmesidir söz konusu olan. Kürt karşıtlığına dayanan milliyetçi söyleme yıllardır maruz kalan insanlar her türlü olumsuzluğu ve kötülüğü uzun süreli bir meselenin öznesi olan Kürtlere yüklemektedir. Yoksa yazarın iddia ettiği gibi kayıtlı sektörlerde çalışan orta sınıf Türklerin kayıtdışı sektörlerde çalışan ve olumsuz koşularda yaşayan Kürtlere karşı bir rekabet duygusu içinde olması inandırıcı değildir. İzmir’de Demokratik Toplum Partisi (DTP) konvoyuna karşı yapılan saldırı[10] bu çerçevede çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir. Nitekim konvoydaki Kürtler homojen olarak belli bir sınıftan oluşmamaktaydı. Ve bu saldırıyı gerçekleştirenler de saldırdıkları insanların sınıfları hakkında herhangi bir bilinçle yapmadılar eylemlerini.
Öte yandan yazar, geçmişte asimilasyonist politikanın Kürtleri asimile edilebilir ve devletin bir parçası olarak görürken bugün ise “tanıyarak dışlama amillerinin” aynı insanları ayrı bir grup olarak gördüğünü ve dışladığını iddia ediyor. Bu durumu devlet politikasının dışında bazı “tanıyarak dışlama amilinin” işi olarak görmesi gerçekten çok şaşırtıcı. Oysa aynı devlet değil miydi Kürtleri “sözde vatandaş” olarak “tanıyan” ve sonra da “Ne mutlu Türküm!” anlayışına karşı çıkanlar olarak “dışlayan”. Ayrıca unutuyor ki devlet bugün de Kürtleri asimile edebilmeyi tercih ederdi. Fakat Kürtlerin tümüyle asimile edilemeyeceği anlaşıldı. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrasındaki gösteriler ve Kürt hareketine destek bu durumu destekledi. Geçmişte Kürt kelimesi bile telaffuz edilmediği için tek mesele “dış güçler tarafından kurulan ve desteklenen PKK” idi. Bu çerçevede “Kürt” yoktu; sadece “teröristler” vardı. Böyle bir dönemde Kürtlere karşı doğrudan bir tepkinin olmaması çok doğaldır. Ne zamandır ki Kürtlerin varlığı inkar edilemez hale geldi işte o zaman Kürtlerin “olumsuz özellikleri” vurgulanmaya başlandı. Kürtlerin Türk siyasal hareketlerinden bağımsız örgütlenmesi ve aldıkları geniş halk desteği bu söylemin CHP ve MHP gibi siyasal partiler tarafından da benimsenmesine neden oldu.
Son olarak yazar, “Kürt açılımı”ndan bahsedildiği bir dönemde insanların Kürtleri “bölücü”, “cahil” ve “kültürsüz” olarak “tanıması” ve “dışlaması”nı paradoksal olarak değerlendiriyor. Bu paradoksu da yine “tanıyarak dışlama teorisi”yle açıklıyor. Oysa açıktır ki “Kürt açılımı” olarak aslında bir türlü netlikle ortaya konulamayan politikaya devlet çerçevesinde onay yoktur. Bunu ileri süren AKP hükümeti ise milliyetçi tepkilere hapsolarak kendi “politika”sından geri adım attı. Bu çerçevede bazı PKK üyelerini dağdan indirme politikasını denedi; fakat sonuçta bazılarını, pek çok Kürt belediye başkanı gibi, hapse attı.[11] Bu arada ana akım Türk milliyetçiliği devlet kurumları ve medya aracılığıyla Kürtleri “bölücü”, “cahil” ve “eğitimsiz” olarak tanımlayan söylemine devam etti. Kürtlere karşı saldırılara neden olan bu milliyetçi bombardımandır. Daha önce belirttiğim Aralık 2009’da DTP miting konvoyuna karşı gerçekleştirilen saldırı Türk milliyetçiliğinin medyada temsili açısından da önemli bir örnektir. Nitekim bu olay medyada “Türk halkını kışkırtan DTP’lilerin suçu” olarak ele alındı. Yine aynı dönemde Muş Bulanık’ta DTP’nin kapatılması kararını protesto eden Kürtler silahlı bir adamın saldırısına uğradı. İki insanın ölümüyle sonuçlanan bu olay medyada “Kürt saldırılarına karşı meşru müdafaa” olarak takdim edildi. Oysa sonradan katilin devlet hizmetinde olan bir köy korucusu olduğu ortaya çıktı. Diğer bir saldırı İstanbul Dolapdere’de yine DTP’nin kapatılmasını protesto eden Kürtlere karşı gerçekleştirildi. Üç adam protestocu Kürtlere ateş açtı ve iki kişiyi yaraladı. Bu olay da medyada benzer bir söylemle ele alındı. Bir süre sonra İçişleri Bakanı Beşir Atalay “bu insanlara kimin silah verdiğini biliyoruz” açıklamasında bulundu.[12] Ne var ki, sonuçta, bu olayda yaralanan insanların “PKK militanı” oldukları gerekçesiyle tutuklanması Kürtleri negatif ve bölücü insanlar olarak sunan milliyetçi zihniyeti gösteren çarpıcı bir örnektir.
[1] Cenk Saracoglu, “'Exclusive recognition': the new dimensions of the question of ethnicity and nationalism in Turkey”, Ethnic and Racial Studies, Cilt. 32, No. 4, (Mayıs 2009), s. 640-658.
[2] Jülide Karakoç, “A Critical Note on ‘exclusive recognition’”, Ethnic and Racial Studies, DOI:10.1080/01419870.2010.513448, (Ekim 2010).
[3] Bu konuda bkz. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasaları, Turhan Yayınevi, 2007 (6. Baskı).
[4] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, Ankara, 1972.
[5] Mesut Yeğen, Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaş’a Cumhuriyet ve Kürtler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006.
[6] Bkz. Hürriyet, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2005/03/22/617112.asp, 4 Temmuz2010. Bir süre sonra öğrendik ki bu olay Ergenekon davası sanıklarından biri tarafından organize edilmiş. Bkz. http://bianet.org/bianet/siyaset/112251-mersindeki-newrozda-bayragiozde-vatandas-yakmis, 4 Temmuz 2010.
[7] http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_Basin_Aciklamalari/2007/BA_08.html
[8] Bkz. Dilek Güven, 6-7 Eylül Olayları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009.
[9] Bkz. ‘Manisa’da ayrımcılık Romanlara ırkçı saldırıya dönüştü’, Bianet, http://bianet.org/bianet/bianet/119309-manisada-ayrimcilik-romanlara-irkci-saldiriya-donustu, 6 Ocak 2010.
[10] Bu olayın ayrıntıları için bkz. Taraf, 23 Kasım 2009; Radikal, 23 Kasım 2009.
[11] Nisan 2009’dan bu yana, seçilmiş Kürt belediye başkanlarının çoğu “KCK operasyonları” dahilinde tutuklanmıştır. Bkz. http://www.gundem-online.net/haber.asp?haberid_86026, 3 Temmuz 2010.
[12] Taraf, 18 Aralık 2009.