I.
İnsan bedeni nasıl oldu da böyle mekanik bir şekilde hareket eder hale geldi? Boş zamanlarında kendilerini kötü hisseden, dışarıdan bir buyruğa göre hareket etmeye alıştırılmış insanlar haline getirildi? Emir almadan bir adım dahi atamayan, her şeye bir gram bile düşünmeden itaat eden otomat bedenler çağındayız. Rimbaud’un ‘Ben bir hayvanım, bir zenciyim…’ sözünde olduğu gibi modern çalışma koşullarındaki öznelerde ‘ben bir makineyim’ demeye başlamıştır. İktidarlar zaten bu her şeye uysalca razı olan bedenlerin oluşturduğu kitleler üzerinde etkili olmazlar mı?
Zaman dahi artık sayılabilen, sıkıntıyla duyumsadığımız bir şey haline getirildi. Zaman ve çalışma birbirine sıkı sıkıya bağlı bir gündelik hayat sıradanlığını kutsamakta. İşe veya çalışmanın gerçekleştirildiği herhangi bir şeye geç kalanlarda ya cezalandırılır ya da dışlanır. Denetim çağımızın kuralları böyle işliyor. Auschwitz kampının girişinde de zaten çalışma insanı özgürleştirir ‘Arbeit macht frei ‘ yazılı değil miydi? Günümüzde bu faşizm daha ince tekniklerle varlığını sürdürmekte. Artık çalışma alanlarındakiler de birbirlerini denetler hale gelmiştir. En kötüsü de bu olsa gerek. Dayanışma ve paylaşmanın yerini, bu kötücül çağda rekabet ve hırs alıyor. Daha fazla mala sahip olma duygusu üzerinden insanların kendi metalaşıyor ve yaşama yabancılaşıyor.
II. Yabancılaşma
“Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar yurdundan bir telgraf aldım: ‘ Anneniz öldü. Cenazesi yarın kaldırılacak. Saygılar,’ diyordu. Bundan pek bir şey anlaşılmıyor. Belki dün ölmüştür.” ([1]) diye başlayan Camus’un Yabancı romanındaki karakterin sözlerindeki gibi bir nedensizlik tüm yaşama sızmış bulunmakta. Bu nedensizliği, iyi niyetli bir aklı dışılığa işaret etmesi anlamında olumlu bir gelişme olarak kabul edebiliriz. Yabancılaştırılma yerine, kendi arzusuyla yabancı olmayı seçmek bir tür erdem olarak görülebilir. ‘Yapmamayı tercih ederdim’ diyen Melville’nin Bartleby adındaki anti-karakterini de bu anlamda değerlendirebiliriz. Bu durumda yabancı olan ve deliren bütün bir toplumdur. Camus’un Yabancısı ve Melville’nin Bartleby’si toplumu sağaltan tekilliklerdir.
“Bartleby hasta değil, hasta bir Amerika’nın hekimi, Medicine-Man, yeni İsa ya da hepimizin kardeşidir.” ([2])
III.
İşe yetişmek ya da işin bitmesini beklemek için saatlere bakılıyor, saat tik takları makine gürültülerine karışıyor. Godard’ın British Sounds (1970) filminin açılış sekansında bir otomobil fabrikası olanca gürültüsüyle gösterilir. Arka fonda ise işçilerin bu gürültüden duymalarına imkân olmayan Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu (1848)kitabından pasajlar okunmaktadır. Bu durum işçilerin kendilerinde farkındalık sahibi olmalarının ne kadar zor olduğunu açıklamaktadır. Bu zorluğa rağmen yine de kendilerinde bu gücü keşfetmekten başka şansları yok.
IV. Temsil
Toplumun her kesiminin ( maddi ve maddi olmayan emek sahiplerinin) katılımına açık bir çokluğun bileşenleri olarak işçilerin elinde kendi otonom güçlerinin farkına varırlarsa ‘işi reddetme’ ve ‘kendini değerleme’ seçenekleri bulunmaktadır. Bu iki seçenek daha çok 70’lerin İtalya’sında Hardt ve Negri tarafından kuramsallaştırılmıştır. Buna dayanak olarak da Deleuze ve Guattari’nin 1972 ‘de Anti-Oedipus’la başlayarak geliştirdikleri arzu üretimi mefhumu önemli bir yer tutmaktadır. Foucault bu kitabı, yazdığı önsözde faşist olmayan bir yaşama giriş klavuzu olarak nitelemiştir. Yaşamı güçten düşüren nihilizmlere karşılık, arzu üretimi yaşamın yaratıcı güçlerini olumlar. Tepkici olmak yerine kendinde üretkendir. Temsi dışı olan arzu, dış dünyanın bize sunduğu bütün işaretlere açık kılar kendini. “Temsilden kaçan şey, işarettir. Dışsal dünya işaret ettiği ve böylece güven verici birliğini, türdeşliğini ve hakikatli görünümünü yitirdiği zaman ilginçleşir. Ve bir bakıma dünya hiç durmaksızın işaret eder ve işaretlerden ibarettir- yeter ki onlara duyarlı olunsun. “ ([3])
Çalışma hayatının sıradanlığı içersindeki uysal beden ya da bedenler kendi arzularının gücünü duyumsayıp, işi reddederse bir şeyler değişebilir. Bu biraz da tekil bir bireyin kendi kendisiyle zorlu bir mücadelesi sonunda oluşacabilecek bir durumdur. Toplumsal özgürleşme gerçekleşmediği sürece de bu kendini gerçekleştiren bireyin üzerinde sürekli bir baskı oluşacaktır. Bu anlamda tekil kurtuluşlar ve özgürleşmeler sürekli bir toplumsal denetim altındadır. Özgürleşen tekil bedenlerin yan yana gelmesiyle oluşacak olan çoklukların herhangi bir siyasi parti ve ya sendikaya ihtiyacı yoktur. Çok rahat bir biçimde kendi adlarına konuşabilirler, temsil edilmeleri gerekmez. Etik olarak da herhangi biri adına konuşmak ve O’nu temsil ettiğini iddia etmek en büyük ahlaksızlıktır.
“Elimizden geleni ardına koymayarak kargaşa çıkarmak istiyoruz, der öğrenciler, ama nasıl? Kendi başınızın çaresine bakın der SE, Debord’un yıllar önce yazdığı bir şeyi hatırlatarak: ‘ Devrimci bir örgüt şunu hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır: Amaç insanların liderlerin konuşmalarına kulak vermelerini değil, kendi adlarına konuşmalarını sağlamaktır.” ([4])
V.
Deleuze ve Guattari itaatkâr ve hiyerarşik bedene karşılık, arzularıyla hareket eden organsız beden kavramını geliştirirler. Bu organsız beden heyecan ve oyun duygusuyla yaşama renk katar ve kendi yaratıcı tekil gücünü olumlar. Ele geçirilmesi, kodlanması ve adlandırılması zordur, çünkü sürekli kaygan bir zemin üzerinde oluş halindedir. Her an bir şeye dönüşür ve izini kaybettirir. Sermayenin yersiz yurtsuzlaştırıcı akışları ile arzunun yersiz yurtsuzlaştırıcı akışlarını burada ayırmak gerekmektedir. Sermaye daha çok kapitalist toplumsal kurumlar ile birlikte eni sonunda yerli yurtlulaşmaktadır. Arzu akışlarınının böyle bir yer yurt edinmesi demek gücünün azaldığı ve yok olduğu anlamına gelir.
Kendi içimizde belirsizlik bölgeleri oluşturduğumuzda bir deneyim yaşarız. Bu deneyimin bilgisi otoritelerin ve bir amaca sahip olmanın bilgisinden çok farklı türde bir bilgidir. Çıkarsız ve beklentisiz bir bilgidir. Bir tür kendinde tekil akışkan arzuların serbestçe devinmesi. Başka bir deyişle kendi üzerimizde bir güç uygulamaya başlarız. Bu kendimizde sonsuz küçük kıvrımlar yaratmak anlamına gelir. Kendimizi böylesi anlarda oldukça neşeli olarak gözlemleyebiliriz. Çünkü kendi içimize eğilerek, hiç olmadığı kadar cesur bir adım atmış ve riske girmişizdir.
“Blanchot ile konuşma. Ona şöyle diyorum: İç (sel) deney (im)in onu doğrulayan ne bir amacı, ne de bir otoritesi vardır. Eğer bir otorite, bir amaç kaygısını ortaya çıkarttırırsam, en azından bir boşluk varlığını sürdürür. Blanchot, amaç ve otoritenin yargılamaya dayanan düşüncelerin gerekleri olduğunu anımsatıyor: Son durumda deney(im)in aldığı şekli betimleyerek bunun otorite veya hiçbir şey olmadan nasıl mümkün olacağını sorarak fikrimde ısrar ediyorum. Bana deney(im)in kendisinin otorite olduğunu söylüyor. Otoritenin kefaretini ödemesinin gerektiğini de ekliyor.” ([5])
VI. Akıl, Delilik ve Hapishane
Çağın en büyük normalleştirme mekanizmalarından biri de akıl ve buna bağlı olarak yorumlayabileceğimiz davranışsal kodların üretimidir. Tüm bir toplumsal yapının zemininde bu rasyonellik algısı bulunmaktadır. Buna akıl düzleminde uyum sağlayamayanlarda deli damgası yiyip, şiddet ile kapatılmaktadır. Böylelikle toplumun geri kalanı üzerinde hizaya getirici bir mesaj verilmiş olmaktadır. Tarihsel açıdan delilerin kapatılması çok da eski olmayan bir fenomendir. Foucault XVII. yüzyıl sonrasına işaret eder.
“Deliler marjinal varlıklar olsalar bile tamamen dışlanmış değillerdi, toplumun işleyişine entegre olmuşlardı: Oysa, XVII. yüzyıldan sonra büyük bir kopuş meydana geldi: Bir dizi kiplik deliyi marjinal varlık olmaktan çıkarıp tamamen dışlanmış bir varlığa dönüştürdü. Bu kiplikler, kapatılma ve zorunlu çalışma gibi polis gücüne dayalı bir sistem oluşturuyordu.” ([6])
Çalışma düzeni ve buna bağlı olarak devlet varlığını biraz da akılsal meşrulaştırmalara borçludur. Bu toplumsal düzenekte şiirsel esrikliğe yer yoktur. Daha fazla tüketim için, daha fazla üretim bu çağın sloganıdır. Nazi kamplarında da benzer bir trajedi yaşanmıştı. Rasyonel aklın nasıl da faşizan bir karaktere bürünebildiğine dair en açık gösterge bu kamplarda yaşananlardı. Lanzmann’ın Shoah’ı (1985)o günlere dair yapılmış en kapsamlı belgesellerden biridir. Milyonlarca insanı öldürmenin bile ne kadar rasyonel ve tekdüze bir olay haline gelebileceğini gösterir.
“Lanzmann’ın iletileri arasında en sarsıcı olanı ise kötünün akılsallığıdır ( ya da akılsallığın kötülüğü müydü yoksa?). Shoah’ı izlemenin bitmek bilmez azabı yaşanırken o korkunç, utanç verici gerçek giderek açığa çıkar ve o iğrenç çıplaklığıyla önümüzde gösteri yapar: Milyonlarca insanı öldürmek için ne de az silahlı adam gerekirmiş meğer.” ([7])
Akıl ve onun norm sistemi daha çok sıradan kalabalıklarda, yığınlarda bir salgın gibi yayılma özelliğine sahiptir. Bu yığınlarda herkes birbirine benzer, farklı olana yer yoktur. Sermayenin diliyle konuşur rasyonellik. Tapınma kültü vardır böylesi yığınlarda, sözgelimi daha çok parası olan daha güçlüdür ve ona itaat edilir. Çoğunluk birbirinin kuyusunu kazma ve delirmiş bir toplumsallığın eşiğinde saygınlık peşindedir.
Delilerin bir kimlikleri yoktur, onlar çalışmazlar. Bu yüzden toplum tarafından cezalandırılırlar. Geleneksel baskı toplumlarında ve giderek çağımızın modern toplumlarında aşırılık her zaman tekinsizdir. Bu düşünsel aşırılık olduğunda yasalar işin içersine girer. Hapishanelerin boş kalmaması ve diğerlerine korku vermek adına aşırılığa da ihtiyaç duyulur. Bundan kaçınmanın yolu sanırım kendi içimizdeki kıvrımları takip etmek olur. Herhangi bir hınç ahlakına saplanmadan kendi kendimizde aşırılık deneyimlerine girişebiliriz.
Zihindeki sınırları kaldırmak sürekli düşünülmeyen üzerine düşünmek ile mümkün görünüyor. Vazgeçilen, istenildiği halde yapılmayan şeylerin düşüncesini düşünerek. Bu düşünce bizi sınır duygusuna ve kapatma kurumlarına dek götürür. Kapatma kurumlarının mülkiyet ile olan ilişkileri, yoksul çoğunluğun korkusunu daha iyi açıklar. Bu kusursuzca planlanmış toplumsal agorada gedikler açmanın yöntemlerinden bazıları da zihinsel algıları açık tutmak ve bir zamanlar letristlerin yaptığı gibi şizo-gezintilere çıkmak olabilir. Walter Benjamin’de pasajlarda flaneur’in böylesi sürüklenircesine gezinmelerinden bahseder.
“ Sürüklenirlerken LE üyeleri bulduklarını yazmak, bulundukları yerin ‘psiko-coğrafyası’ dedikleri şeyin haritasını yapmak üzere buluşuyorlar, ayrılıyorlar, dağılıyorlar, birleşiyorlardı. Yeni sokaklar araştırıyorlardı, yani en eski sokaklar; sanki bildiklerini düşündükleri sokaklar, bağırlarında gizledikleri sırları anlamaya hazırlıksız oluşlarını yargılıyormuş gibiydi. Sürüklenme, can sıkıntısını formüle etmelerinin bir yoluydu: defalarca dolaşılan sokaklar.” ([8])
Jarmush ‘un ilk filmi olan Permanent Vacation’da (1980) şehirde amaçsızca gezinen böylesi bir karakter anlatılır. Bu gezintilerde hedeflenip de gidilecek bir yer yoktur. Anlık duygulanımlar, yaratıcı düş gücü iş görür. Flaneur’ın, kapatılmadan önce sokaklarda keyifli bir biçimde gezinen delilerle bir ortaklığı vardır. Bu yüzden her ikisi de rasyonel toplumların ve çalışma ahlakının ortak düşmanlarıdırlar. Bir an önce tüm sokaklardan ve zihinlerden toplatılmaları gerekir. Yoksa bu bir virüs gibi diğer ‘normal’ insanlara bulaşacaktır.
Deliliğin bir diğer görünümü de, imkân dâhilinde olan şeylerin dışında imkânsız olanı aramaktır. Şehrin kıyısında, sözcüklerin ucunda, felsefe olmayan felsefede, estetik olmayan estetikte imkânsızı aramak. Hiçbir zaman ulaşılmayacağı bilinse de aramaya devam etmek. Tüm kapatmalara karşın bu arzu hep yeni delilerle devam edecek gibi.
Notlar
[1] Camus, Albert (1958) Yabancı, çev. Samih Tiryakioğlu, s.7, İstanbul: Varlık Yayınları.
[2] Deleuze, Gilles (2007) Kritik ve Klinik, çev. İnci Uysal, s.115, İstanbul: Norgunk Yayıncılık.
[3] Zourabichvili, François (2008) Deleuze: Bir Olay Felsefesi, çev. Aziz Ufuk Kılıç, s. 54, İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
[4] Marcus, Greil (1999) Ruj Lekesi: Yirminci Yüzyılın Gizli Tarihi, İngilizce’den çev. Gürol Koca, s.422, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[5] Bataille, Georges (1995) İç Deney, çev. Mehmet Mukadder Yakupoğlu, s. 72, İstanbul: Y.K.Y.
[6] Foucault, Michel (2006) Sonsuza Giden Dil, Fransızca’dan çev. Işık Ergüden, s.265, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[7] Bauman, Zygmunt (1997) Modernite ve Holocaust, çev. Süha Sertabiboğlu, s. 254-255, İstanbul: Sarmal Yayınevi.
[8] Ruj Lekesi, a.g.y., 373