6 Ağustos akşamı Britanya’nın en yoksul mahallerinden Tottenham’da başlayan, hemen ardından diğer yoksul semt ve göçmen nüfusa sahip kentlere yayılan olaylar gerek Türkiye gerekse de Dünya’da geniş yankı buldu. Bu yaşananların elbette bir bağlamı var. 2010 yılında işbaşına gelen Muhafazakar ve Liberal Demokrat koalisyon hükümeti Irak İşgali’nden bu yana gerilemeye başlayan ekonomiyi düzeltmek için kamusal harcamalarda kesintiye gitme kararı aldı. Göçmen kurumların büyük bir çoğunluğu kamu desteğini yüzde seksene varan oranlarda yitirdi. Bu mahallelerde yaşayan binlerce insan kısa bir süre içinde işsiz kaldı. Bu işsizlik aynı zamanda tali bir evsizliği de beraberinde getirdi. Gençlik merkezleri kapatıldı. Üniversite harçları yüzde üç yüz arttı. Son bir yıl içerisinde yaşanan kesintilerle birlikte göçmenlerin yoksulluğu yakıcı bir biçimde derinleşti. Olayların bir hafta öncesinde Guardian’ın konuştuğu 18 yaşındaki bir mahalle sakini Chaves Campbell bu derinliği kısaca şöyle ifade etmişti: “İsyanlar olacak.”
Şimdilik Britanya’da “düzen” sağlandı. Tartışmalara baktığımızda kalkışmanın gerçekte bu düzeni korumanın siyasal bir aracına dönüştürülmüş olduğunu söylemek de mümkün. Medyanın en fazla tekrar ettiği röportajlardan birinde dükkanı hasar gören cici, genç ve sadece beyaz değil aynı zamanda İngiliz kadın yaşananların sorumlusu olarak gördüğü gençlerden bahsederken rat (sıçan) kavramını tercih ediyordu. Yoksulluğa dayalı toplumsal kalkışmalar tarihçesi bir hayli eski ve kalabalık olan bu ülkede “sıçan” yüzyıllardır böylesi hareketlere katılan kişiler için kullanılan, onların insan olduğu algısını gölgeleyen olumsuz bir etkiketti. Yakılan araç ve binaların görüntüsü eşliğinde bu genç kadının ağzından konuşan egemenler ülkede yaşanan sorunlarla ilgili rahatsızlıklarını dile getirecek olanlara bir mesaj veriyordu. Nitekim, olayların başladığı akşam Tottenham’da ateşe verilen binadan geriye kalanlar benzeri kalkışmaları lanetlemenin bir karşı-anıtı olarak tavaf edildi. Bina yıkılacak ama bıraktığı ikonik fotoğraflar “sıçan istilası”na karşı duyulan korkuyu beslemeye devam edecek.
Yaşananların Kazaen Kahramanları: “Türkler.”
Olaylar sürerken Dalston’da Türkiyeli esnafın dükkanlarını savunmak üzere örgütlenmesi Britanya medyasında geniş ve olumlu bir yankı buldu. Haberlere yorum yapan bir okuyucu şöyle diyordu: “Türk bir bakkalınız varken polise kim ihtiyaç duyar.” Elbette ki bu güzellemeler memlekette gözden kaçmadı ve yağmacılara karşı Londra’yı savunan kahraman Türkler gibi bir yansıma buldu. Bu temsile karşı gelişen tepkilerin ortaklaştığı nokta ise Türkiye’de baskın muhafazakar-sağcı siyasi kültüre göndermeyle kapitalizme karşı sokağa çıkanlara karşı düzenin yanında yer alan faşist/ırkçı Türkler oldu. Mahalleyi içeriden bilen Gün Zileli ve Kemal Erdemol’un yazıları bu ikinci yaklaşımı örnekliyordu. Meseleye yine içeriden bakan Yeşim Yaprak Yıldız ve Doğuş Şimşek’in yazıları ise bu anlamda daha soğukkanlı bir mesafeden hadiselerin bağlamına işaret ediyordu. Bu konuda daha iyi bir yorumum olduğunu iddia etmiyorum. Fakat, bir mahalle sakini olarak hadiseleri konuşurken bilinmesinde fayda olacağını düşündüğüm bir kaç noktayı belirtmek isterim.
Öncelikle, “Türk” kategorisi Londra’nın kuzey mahallelerinde yaşayan Türkiyeli göçmenleri tanımlamakta yetersiz kalıyor. Bu toplulukların büyük bir kısmı “Kürt,” “Kürt-Alevi” ya da “Alevi-Kürt” ve “Alevilik” gibi etnik, dinsel ve inançsal farklılıklara işaret eden kategorileri “Türk” kavramına öncelikli ve karşıt kullanıyor. Bu toplulukların ağırlıkla 1988 ve 1995 tarihleri arasında sığınmacı olarak bu ülkeye geldiğini de not etmeli. Bu nedenle “faşist” kavramını kullanmak da biraz güç. Kuşkusuz etnik ya da inançsal bir aidiyet siyaseten faşist olmanın önünde kendiliğinden bir engel olamaz. Fakat, toplumsal mahzurlarının “faşizmden” kaynaklandığını düşünen, her yıl bir kaç kez düzenlenen anma etkinliklerinde “devrim şehitleri için” saygı duruşunda bulunan bir topluluktan bahsediyoruz. Nitekim, olaylar sırasında dükkanları önünde bekleyen bazı esnafın meseleyi tartışırken kullandığı sol jargon dinlemeye değerdi.
Fakat Zileli ve Erdemol’un yazılarında işaret edilen eleştirilerin gerçekci olduğunu da belirtmeli. Söz gelimi, “Arap” referansını ilk duyduğumda neye işaret ettiği konusunda şüphe duymuş, sonrasında kategorinin Afrika ve Karayip kökenli siyah toplulukları anmak üzere kullanıldığını anlamıştım. Araplar güvenilmezdir, gürültücüdür, kavgacıdır ve elleri uzundur. Bu izlenimler oldukça sert ifade edilir. Dolayısıyla, maruz görülmesi mümkün olmayan bir ırkçılık söz konusu. Fakat bu ırkçılığın siyasal bir yönelimi ya da programı yok. Dar yaşam alanlarını paylaşırken doğan gerginliklerin mevcut kültürel kodlarla etiketlenmesi şeklinde biçimlenen kültürel bir ırkçılık söz konusu. İkinci olarak shop (dükkan) olarak anılan ağırlıkla off-licence (içki satılan dükkan) ve take-away (dönerci) sektörlerinde faaliyet gösteren küçük-dükkan sahipliği Türkiyeliler arasında oldukça yaygın. Bu ülkeye sığınmacı olarak geldikleri yıllarda fabrika olarak anılan tekstil atölyelerinde büyük çoğunlukla enformal olarak günde çift vardiya çalışarak yapılan birikimler 1990’ların sonuna doğru tekstilin Doğu Avrupa’ya kaymasıyla birlikte bu shoplara evriliyor. Bu nedenle, küçük-dükkan sahipliği Türkiyeli göçmenler açısından bir tercih değil zorunluluk.
Shopların işleyişi konusunda da haklı rahatsızlıklar var. Bu işletmelerde çalışmış bir arkadaşım söz konusu olan emek sömürüsü ise büyük şirketlerden önce bu shopların yağmalanması gerektiğini söylüyordu. Haksız da sayılmaz. Bu dükkanlar 20 ya da 24 saat açık kalıyor. Yeterli sayıda aile üyesi varsa aile-içi yoksa topluluk-içi ucuz emek kullanılıyor. Shoplarda çalışan bir kişi öğleden sonra üç ile sabah üç arasındaki 12 saatlik gündüz ya da gece vardiyalarından birinde haftanın yedi günü çalışıyor. Bu emeğinin karşılığında ise saatine £3.50 kazanıyor. Britanya’da asgari ücretin £5.90, Londra’da ise £7.05 olduğunu not etmeli. Özellikle de eğitim düzeyi düşük genç göçmenlerin ciddi bir kısmı için shoplar tek istihdam alanı olduğu için bu çalışma koşulları sineye çekiliyor.
Göç çalışmaları ve göçmenlikle ilgili literatüre baktığımızda topluluklar-arası kültürel ırkçılık ve topluluk-içi emek sömürüsü gibi meselelerin göçün erken yıllarında hemen tüm göçmen topluluklarda ortaya çıktığını görüyoruz. Kaldı ki, sadece Türkiyeliler değil, Stamford Hill’de Museviler ve Southall’da Sihler de teyakkuza geçtiler. Bu psikolojinin sadece ırkçı izlenimlerden kaynaklandığı söylemek güç. Zira, farklı topluluklar arasında gündelik hayatta yaşanan küçük çaplı çatışmalar her daim gergin bir komşuluk ilişkisini besliyor. Örneğin, Alevi toplumunun önemli simalarından birinin ortağı olduğu market tam bir yıl önce bir grup genç tarafından yağmalanmaya çalışıldı. Yine bu mahallelerde Türkiyeli aileler başka topluluklara üye gençlerin fiziki saldırısına uğradı. Ne polis ne de Britanya basını kendi içine kapalı bu mahallelerde yaşananlara çok müdahil olmuyor. Kısacası, sadece bu kalkışma sürecinde değil mahalleliler genelde bir teyakkuz halinde.
Dolayısıyla esnafın ve çalışanların dükkanlarını savunmasını faşistlik ve küçük esnaflıkla açıklamak biraz zor. Yukarı da çizilen çerçeveden baktığımızda göçmenliğin kutsal mekanları shoplar Londra’da yaşayan Türkiyeliler için ekonomik ve toplumsal yaşamın tam merkezinde yer alıyor. Bu öneme koşut olarak polisin kışkırtıcı tavrına da işaret etmek gerekiyor. Olaylar sürdüğü günlerde risk taşıyan mahallelerde dükkanların açılmaması, kamu ve özel kuruluşların çalışanlarına izin vermesi istendi. Halkı korumak amacında gözüken bu uygulama gerçekte bir tür fiili sokağa çıkma yasağı oluşturdu ve yağmacıları yüreklendiren bir atmosfer yarattı. Büyük çoğunluğunun işyeri sigortasız olan Türkiyeliler için ise bu çağrılar mevcut teyakkuz halini derinleştirdi. Dolayısıyla bu mahallelerden başka gidecek yeri olmayan ne sokaktaki gençlere “yağmacı” ne de Türkiyeli esnafa “kahraman” ya da “faşist” demek mümkün.
Kuşkusuz olayların sıcaklığında farklı ifade ve tutumlar açığa çıkabilir. Fakat, nöbet tutan esnafın büyük çoğunluğu yaşananlardan rahatsız. Konuştuğunuzda bizdeki kötülerle onlardaki iyileri ayrı tuttuklarını, amaçlarının polise destek olmak olmadığını, yaşananların sorumlusu olarak bilakis polisi gördüklerini ve farklı göçmen toplulukların birbirine karşı bilinçli bir şekilde kışkırtıldığını düşündüklerini görüyorsunuz. Ama, göçmen varoluşlarının yegana koşulu shopları da sahipsiz bırakmak kendileri için bir seçenek değil. Türkiyeli göçmen kurumların destek verdiği Kuzey Londra Dayanışma Meclisi’nin “Çocuklarımıza bir gelecek verin” sloganıyla 13 Ağustos tarihinde düzenlediği yürüyüşün mesajı tam da bu çizgideydi: “Gerçek yağmacı Bankerler” ve kurbanlar ise mahallenin sakinleri.