Faşizmin Kültür Kodları ve Irkçılıkta Bir Uç Nokta: Öjeni

Giriş

Faşizm, liberalizm, sosyalizm, muhafazakarlık gibi ideolojilerin aksine 20. yy’da ortaya çıkmış bir ideolojidir.[3] Faşizmin eklemlendiği iki ana unsur olan ırkçılık ve aşırı milliyetçilik başka hiçbir ideolojide olmadığı kadar bu ideolojide belirgindir. Irkçılık ve milliyetçiliğin sadece faşizme, özellikle ırkçılığın her faşizm türüne ve 20. yüzyıla özgü olmadığını akılda tutarak faşizmin bunlara yaslanmasının oldukça pratik gerekçeleri olduğu da açıktır.

20. yüzyılıın faşist oluşumları ortaya koydukları büyük projeler bağlamında ırkçılığın ve aşırı milliyetçiliğin işlevselliğine oldukça ihtiyaç duymuş ve sırtlarını bunlara dayamışlardır. Keza faşizm önünde sonunda ya ırkçılık ve milliyetçilikten türemiş ya da bunlarla biraraya gelmiştir.[4] Mussolini’nin İtalyası, Kutsal Roma İmparatorluğu hayaliyle çok da ırkçılık argümanlarına dayanmasa da sonuçta herşeyin “devlet”e dayandığı aşırı milliyetçi bir yapıda olmuştur.[5] Hitler Almanyası ise başından beri sistematik bir şekilde ırkçıdır ve faşizm, burada III. Reich hayaliyle ırkçılık argümanları üzerine kurulmuştur. Devlet, bu doğrultuda yalnızca araçsal işlev gören ve yüce Ari Irk’ın kurtuş ve yükselişine hizmet eden bir aygıttır. Hitler’in faşist konumu ırka dayanan kültürel bir düzlemdedir.

Irkçılık, herşeyden önce insanlığın farklı ırklardan oluştuğu ve tek bir insan türünün olmadığı kabulüne dayanır. Dolayısıyla, her insan önceden belirlenmiş ırki özelliklerle dünyaya gelir. Deri rengi, saç rengi, kan ve vucut yapısı bu özelliklerdendir ve bunları sonradan değiştirmek mümkün değildir. Örneğin, “Afrikalılar siyah deri ve saç rengine sahiplerdir; Kuzey Avrupalılar ise beyaz derili, sarı saçlı, uzun boylu, geniş omuzlu ve mavi gözlüdür.” Irkçılığın bu kategorizasyonu doğal olarak bazı ırkları güçsüz, aciz, yaratıcılıktan uzak, düşünme kabiliyeti olamayan ırklar olarak nitelemiş, bazılarının ise bunun tam aksi olduğunu ve bunların medeniyetin yaratıcı olduğunu iddia etmiştir. Bunu da oldukça bilimsel olduğunu savunduğu argümanlarla yapmıştır. Ne var ki ırkçılığın neredeyse tüm argümanları, bilimsel olmak bir yana, kültürel sterotiplere dayanmaktadır.

Öjeni (eugenics), kelime kökeni itibariyle Yunanca’dan gelmektedir. Yunanca ‘iyi’ anlamına gelen eu ve ‘doğum’ anlamına gelen genes kelimelerinden türetilmiştir. 20. yüzyılın başlarında bir bilim olduğu iddiasıyla ortaya çıkmış bu düşünce, “bilimsel ırkçılığın” ani yükselişi ve antropolojinin, ırkçı ve emperyalist amaçlara uygun yeniden yorumlanışı haline gelmiştir.[6] Aslında öjeninin yükselişi bir tesadüf değildir. 19. yy’ın sonları bilimin fetiş haline geldiği ve artık insanların tüm dertlerine deva olarak kabul edildiği bir dönemdir. Öyleyse, madem insanlık içerisinde bozuk / hatalı / hasarlı ve kötü özelliklere sahip ırklar vardır; bunlara da bilim çözüm olacaktır.

Sosyal Darwinizm, öjeni düşüncesinin yükselişinde başka bir aşamadır. Türlerin analinize dayanan ve zayıfların yok olmaya mahkum olduklarını savunan Darwinizmin toplumsal hayata uyarlanışı olarak kabul edilen Sosyal Darwinizm, doğal seleksiyonla “toplumsal yaşamda ancak şartlara uyum sağlayabilen, mücadele etme / savaşma kapasitesine sahip ‘güçlülerin’ ayakta kalabileceğini, zayıfların ise yok olmaya mahkum olacağını”[7] iddia etmiştir. Bu düşünce, zayıf olarak nitelendirilen ‘insan ırklarının’ ortadan kaldırılmasını normalleştirmiş ve insanı yalnızca biyolojik bir varlık olarak değerlendirip tüm ahlaki örüntüsünü yok etmiştir. Bilimsel olanın ahlaki olarak yanlış olamayacağı savıyla bu anlayış öjeninin meşruiyet tabanını güçlendirmiştir.

Öjeni düşüncesi, soykırım gibi, ırkçılığın en uç noktalarından biri olarak değerlendirilir. Bu iki kavram anılınca akla ilk gelen siyasal yapı faşizmdir. Faşizmin, ırkçılık ve dolayısıyla öjeni düşüncesine ile anılıyor olması tesadüf müdür? Faşizm neden öjeni ve soykırıma kadar giden bir süreç yaratmıştır? Yoksa, bunları yaratan faşizm değildir de faşizm sadece bu süreçlere eklemlenmiş midir? Bu yazının amacı da, bu soruları akılda tutarak faşizmin öjeni düşüncesi ve politikalarına neden ihtiyaç duyduğu ve bu politikaları uygulamasının temel amacını araştırmaktır.

1. Sosyal Darwinizm ve Biyolojik Bir Varlık Olarak İnsan

İngiliz doğa tarihçisi Charles Darwin’in ‘evrim’ ve ‘doğal seleksiyon’ tezleri üzerine kurulu olan Sosyal Darwinizm, faşizmin ve özellikle ırkçılık ve öjeni düşüncesinin etkili olmuş kaynaklardan biridir. Darwin’in evrim ve doğal seleksiyon kuramına göre, canlıların en belirgin özelliği hayatta kalma güdüleridir. Bu güdü bütün canlılarda mevcuttur ve her canlı gerek doğaya gerekse diğer canlılara karşı hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Canlıların üreme ve dolayısıyla soylarını devam ettirme güdüleri dahi hayatta kalma güdüsüne hizmet etmektedir.

Canlılar hayatta kalmak ve türlerini devam ettirmek için evrim geçirerek doğaya ve çevrelerine uyum sağlama yetisine sahiptirler. Bu yeti aynı zamanda onları güçlü kılan taraftır. Doğada güçlü olan canlı evrim geçirebilen ve böylelikle hayatta kalabilendir. Hayatta kalmayı başaramamış ve türünü devam ettirememiş canlı ise zayıf olduğu için yok olmaya mahkum olmuştur.

Canlıların hayatta kalma ve türlerini devam ettirme mücadelesi yalnızca doğaya karşı değildir. Onlar bu mücadeleyi aynı zamanda birbirlerine karşı da verirler. Doğada daha güçlü olan canlı bir diğerini öldürerek ya da avlayarak hayatta kalır ve hem hayatta kaldığı hem de diğerini avlayabildiği için daha güçlüdür.

Darwin’in bu kapsamdaki görüşleri bir yana, ona göre bu süreç doğanın kendi işleyişidir ve canlıların verdikleri bu mücadele tamamen doğaldır. Bütün bu mücadelelerden çıkarak hayatta kalmayı başaran türler ise doğanın ‘seçtikleri’dir (natural selection).

İnsanın da doğadaki diğer canlılar gibi biyolojik bir varlık olduğunu düşünen ve Darwin’in yanılmazlığını ve bunun üstün bilimsel bir başarı olduğunu kabul eden Sosyal Darwinistler aynı süreçlerin insan için de geçerli olduğunu savunmuşlardır. Madem insan da doğanın bir parçasıdır ve bir canlıdır, o da evrim geçirip doğal seleksiyona uğrar. Aslında bu anlamdaki en önemli nokta, türlerin kökeni ve evrimini açıklayan, bilimsel olduğu varsayılan bir kuramın insanı ve doğasını da açıklamaya yeter olarak kabul edilmesidir. Yani Sosyal Darwinistlerin evrim ve doğal seleksiyon teorilerinin toplumu açıklamak için de yeterli olduğunun kabulüdür.

Herbert Spencer’a göre en uygun olanın hayatta kalması insan topluluklarının evrimini sağlayan yasadır. İnsan toplulukları bir ‘varolma savaşımı’ içindedir ve bu savaşımda ‘en uygun olan hayatta kalacaktır.’[8] Spencer, “biyolojik evrim gibi toplumsal evrimin de doğal ayıklanma ve en uygun olanın varlığını sürdürmesi, ötekilerin elenmesi düzeneğiyle işleyeceğini” öne sürmüştür. “Temel toplumsal ve kültürel değerlerin, aynı derecede temel biyolojik değişiklikleri gerektireceğini” söylemiştir.[9] Spencer, savaşı toplumların ilkel dönemlerinde ‘aşağı ırkların yok edilmesi’ olarak tanımlarken endüstri toplumunda zayıfaların ayıklanmasının askeri savaşlarla değil, endüstri savaşı yoluyla olacağını savunmuştur.[10]

Yeni Darwinistler, Darwin’in evrim konusunda hata yaptığını ileri sürerek evrimin yalnızca değişim ve doğal seleksiyona dayandırılmasının bir hata olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre evrimin değişim süreci oldukça yavaştır; ne var ki toplumların gelişme süreçlerini de biyolojik evrim saptar ve bu sürece yapılan devrimci, reformcu müdahaleler ters sonuçlar doğurabilir ve bu nedenle değişim süreci evrimde ikinci plana atılmalıdır. Değişim ikinci plana atılacaksa o halde doğal seleksiyon evrimin motoru olacaktır. Yeni Darwinistler’e göre ‘kalıtsal olan’, dış etkilere ve dolayısıyla değişme kapalıdır. Dolayısıyla türler değişimle değil, daha çok doğal seleksiyon yoluyla evrim geçirirler. Zaten savaş da hayat mücadelesi vermenin uluslararası ilişkilerdeki görünümüdür ve üstün ulus ve ırklar ancak savaş yoluyla yaratılabilir.[11]

Nazi faşizmine, ırkçılık ve öjeni konusunda en faydası dokunmuş Sosyal Darwinist, Alman tarihçi Heinrich von Treitschke’dir. Treitschke’ye göre uluslar ancak Darwin’in bahsettiği yaşam kavgasına benzer bir mücadele ve rakabetle güçlenebilir ve gelişirler. Bir ulus, gücünü arttırmayı ve gelişmeyi diliyorsa sürekli savaş vermesi gerekmektedir. Bu nedenle “kılıç ve fetih, uygarlığın barbarlığa, aklın bilgisizliğe üstünlük sağlamasının bir yoludur.”

Treitschke, beyaz ırkın en üstün ırk olduğunu savunur. Sarı ırk sanatsal yeteneklerden ve siyasal özgürlük anlayışından yoksundur. Siyah ırk ise hayat boyu beyaz ırka hizmet etmekle yazgılıdır.[12]

Özetle, Sosyal Darwinizm açısından insan yalnızca biyolojik bir varlıktır. Tıpkı diğer canlılar gibi insanlar da belirli ırklara mensuptur ve evrimin kurallarına tabidir. Sosyal hayatı belirleyen de bu kurallardır; yani toplumsal hayat insanların değişimi ve doğal seleksiyonuyla işlemektedir. İnsanın bu biyolojik olarak belirlenmiş durumu onu bütün ahlaki örüntüsünden sıyırmakta, akıl ve vicdandan yoksun bir varlık olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. Böylelikle zayıf olanın ortadan kalkması ya da yok edilmesi ‘normal’ ve ‘doğal’ olmaktadır. Hannah Arendt’in de belirttiği gibi, Naziler’in toplama kamplarında Yahudiler’e yaptığı da tam olarak budur. Naziler’in gözünde Yahudiler yalnızca biyolojik birer varlıktır ve zayıf olmaları onları ortadan kalkmaya mahkum etmiştir. Keza, istenmeyen bu tür, Ari ırk açısından tehlikelidir ve Ari ırk tarafından yok edilmesi doğanın kurallarına uymaktadır. Onlar biyolojik bir varlığa indirgendikleri ölçüde imhaları kolaylaşır.[13]

2. Faşizmde İnsan Doğası

Faşizm, Sosyal Darwinist fikirlerden oldukça etkilenmiş bir yapı olarak sistematik ve argümanlarıyla bütünleşen bir insan doğası anlayışı koymaz ortaya. Faşizmde insan doğası anlayışı, faşist rejimlerin plan ve projelerine göre şekil bulur. Faşist teorisyenlerin, insan doğasına dair, üzerinde anlaştığı bütüncül bir sistematik bulunmaz; ancak birkaç ortak nokta vardır ve bu noktalar bu yazının konusu olan ırkçılık ve öjeni düşüncesine oldukça hizmet ederler.

Faşizmde insan doğası, irade ve aktivizmle karakterize edilir. Düşünce ve düşünme eylemi, faşizmin insan doğası açısından dışladığı kategorilerdir. Faşizmin insan doğası anlayışına göre, soyut düşünce insanı eylemden uzaklaştırır ve bu anlamda tahrip edici bir etkisi vardır. İnsan akla dayalı argümanlarla değil, içgüdü ve sezgi temelinde hareket etmelidir. Böylelikle, düşüncenin tahrip edici etkisi önlenebilir.[14] Öyle ki Primo de Rivera’ya göre faşist hareket “yalnızca bir düşünme tarzı olarak düşünülürse, anlaşılmayacaktır; (...) [bu hareket] bir düşünme tarzı değil, bir varolma tarzıdır.” [15]

Şiddet, faşizm ve faşistler açısından estetik bir çekiciliğe sahiptir. Özellikle faşizmin kuramcıları ve uygulayıcılarının yaşadığı dönem düşünüldüğünde neden şiddete eğilim gösterdikleri de açıktır. 1918 kuşağı hem ölüme hem de aşırı şiddete alıştırılarak duyarsızlaştırılmış ve militarize edilmiştir.

Sorel’e göre şiddet, “insan türünün tümünü gelişmenin daha yüksek düzeylerine kavuşturan, kendiliğinden ortaya çıkan bir yaratıcı hayat gücüdür.”[16] Diğer bazı faşist düşünürler göre ise şiddet, kutsal ırk saflığını gerçekleştirmenin bir yoludur. Onlara göre, şiddet bireyin bilinç dışı ruhsal derinliklerine bağlı içgüdüsel bir şeydir. Şiddet kahramanın ya da üstün insanın epik zihin durumunu harekete geçirir; arındırıcıdır ve karakter değiştirici bir tecrübedir.[17]

Mussolini, her insanın aşırı bencil ve güvenilmez olduğunu düşünmüştür. Keza, Hitler de insanları korku, açgözlülük, iktidar hırsı, kıskançlık ve kötü ve bayağı güdülerin harekete geçirdiğini iddia etmiştir. İnsanın bu zayıflığı, onu kontrol etmek isteyen üstün insan açısından bir avantajdır. Politika da zaten bu zayıflığı kendi amaçların açısından nasıl kullanacağını bilme sanatıdır. Faşist diktatör ve teorisyenlere göre kitleler genelde içgüdüsel ve hayvanımsıdır. Kitlelerin bu içgüdüleri elit bir azınlık tarafından manüple edilebilir çünkü onlar kandırılmaları ve hükmedilmeleri kolay oluşumlardır.

Faşizm, liberalizmin bireyciliğinden nefret eder. Çoğu faşist düşünüre göre insanlar yaratılış itibariyle sosyal ya da komünal yaratıklardır. Alfred Rocco’ya göre[18] “toplum dışı beşeri bir varlık, ki tasavvur edilemez bir şeydir, insan değildir. İnsanoğlu, insani özellikleriyle sosyal gruplar içinde yaşar.” Gentile ise ‘ben’in kökeninde ‘biz’in olduğunu iddia eder. Onun için, bir bireyin ait olduğu cemaat ruhsal varlığının temelidir.[19]

Mutlak eşitsizlik anlayışı faşist kuramın kurucu düşüncesidir. İnsanlar, doğuştan, biyolojik olarak eşit değillerdir. Bu eşitsizlik hem ırklar arasında vardır ve bazı ırklar aşağı, bazıları ise üstündür; hem de ırkların içinde vardır ve örneğin Ari ırkın içinde yalnızca bazı insanlar yönetme yetisine sahiptir.

Başta da belirtildiği gibi, faşizmin insan doğasına bakışı hiç de sistematik değildir. Belirli bir teoriyi açıklamak için ortaya konmaz ve yalnızca amaçlar dahilinde pragmatiktir. Pragmatik olduğu ölçüde de değişkendir. Ne var ki bu anlayış bazı noktalarda oldukça sabit ve ısrarcıdır. Bunlardan en önemlisi, Aydınlanma’nın insan doğasına ilişkin getirdiği bütün açıklama ve kabullerin tam karşısında olması ve insan doğasına atfettiği herşeyi tamamen reddetmesidir. Bu reddedişte Sosyal Darwinizmin ve bilim fetişizminin etkisi olduğu açıktır. Ancak, bu etki yalnızca bu anlayışlarla sınırlandırlamaz.

Dumont’a göre modern toplum, koşullarda eşitlik ilan ettiği, statü farklarını bertaraf ettiği ve fiili eşitsizlikleri kabul etmediği, farkları eşitsizliğe dönüştürdüğü ölçüde modernliğin toplumsal hastalığı halini alan ırkçılığı kaçınılmaz olarak yaratmıştır:

“Belli bir değeri benimsemek hiyerarşi oluşturmaktır ve değerlerle ilgili belli bir konsensüse varmak, düşünceleri, şeyleri ve insanları belli bir hiyerarşi içine sokmak toplumsal yaşam için bir zorunluluktur. Bütün toplumlar için temel derecede önemli olan bu ilke, Batı toplumlarının değerleriyle ortadan kaldırılmıştı ve toplumlar “ilkesel eşitliği kendi anayasalarına koyacak kadar ileri gitmişlerdir”. Modern toplum bireyi, “herşeyin ölçüsü” haline getirmişti ve bu toplumun yerleştirdiği akılcılık bireyi esas alan, insanın doğal özlemlerine yabancı kalmasına yol açan özerk bir insanlık düzeni ilan etmeyi kapsıyordu. Eşitçilik ilkesi de bu durumun meyvesiydi. Moderm toplum, bizim toplumsal düzenle ilgili yaklaşımımızda hala düşünemediğimiz hiyerarşi duygusunu bastırıyordu. Bireylerin biçimsel eşitliğini ilan eden modern demokrasi “toplumsal yaşamın az çok zorunlu gerekleri”nin inkar edilmesine yol açıyor, “toplumların genel eğilimlerine karşı çıkıyordu.” [20]

Aslına bakarsak, faşizm insan doğasına ilişkin bir açıklama geliştirme telaşında olmadığını da düşünebiliriz. Yapmaya çalıştığı bir anlamda içinde bulunduğu kompleksten kurtulmaktır. Çünkü, Aydınlanma ve moderniteyle birlikte birey kavramı ve bireylerin eşit olduğu anlayışı zihinlerimizde yer etmeye başlamıştır. Bu kapsamda, üstün ve kutsal bireyler ya da ırklar olmadığı kavranmış ve Dumont’un bahsettiği toplumsal hiyerarşiler bozulmuştur. 20. yüzyılın faşist rejimleri, uluslarının içinde bulundukları felaketlerden –bu felaketler yine faşist rejimlerin olduğunu varsaydığı felaketlerdir- kurtuluşun ancak üstün saydıkları ırklarının yüceltilmesi, bu doğrultuda Darwinist ilkeler kapsamında aşağı saydıkları ırkların ortadan kalkması ya da kaldırılması üzerine kurmuşlardır. Böylelikle güçlü, yaratıcı, mücadeleci ve asil ırkları hayatta kalarak doğanın kurallarına uyum sağlamış ve mücadeleyi kazanmış olacaktır. Bu neredeyse yazgısal bir durumdur. Hitler’in kutsal Ari ırkının kurtuluşu ve yüceltilmesi, Ari ırkın saf kalmasına bağlıdır. Bu saflık ise bütün bu insan doğası anlayışı içinde, Sosyal Darwinizm’in kurallarına bağlı kalarak aşağı olanların ortadan kaldırılmasına... Sonuç olarak denilebilir ki faşizmdeki insan doğası anlayışı ırkçılığa ve dolayısıyla öjeni düşüncesine; öjeni düşüncesi ise faşizmin insan doğası anlayışının şekillenmesine hizmet etmiştir.

3. “Islah Olmazlar”: Aşağı Irklar ve Öjenik Uygarlık

“Öjenik” kavramı ilk olarak Darwin’in kuzeni, İngiliz bilimci Francis Galton tarafından kullanılmıştır. Kalıtımın matematiğini çıkarmaya çalışan Galton, bu kavramı Yunanca “iyi doğum” ya da “asil kalıtım” anlamına gelen “eugen” kelimesinden türetmiştir. Galton’un ırklar üzerindeki temel çalışma amacı “bilimi, daha uygun insan ırklarının uygun olmayan ırklar üzerinde çabucak hüküm sürmeleri için bir şans vermeye adamaktır.”[21]

Galton’a göre bilim “ilerleme”dir. İnsanlık ilerleyecekse, bu bilim sayesinde olacaktır. O halde, bu ilerlemeye engel olan etkenler de yine bilim sayesinde ortadan kaldırılacaktır. Dönemin ırkçı anlayışının, bazı ırkların uygarlığın ilerleyişine hiç katkı sağlamadığı, hatta bazılarının bu ilerleyişe olumsuz etilerde bulunduğu iddiaları Galton’u da etkilemiş ve bu, öjenik[22] üzerine çalışmasında etkili olan şu soruları sormasına neden olmuştur: “İstenmeyenlerden kurtulunup istenenler çoğaltılamaz mı?”, “İnsan kendi evriminin kontrolünü eline alamaz mı?” Aklında bu sorularla yola çıkan Galton, en sonunda kalıtımın sadece fiziksel özellikleri değil; aynı zamanda yetenekler va karakteri de belirlediği sonucuna varmıştır. Öyleyse, uygarlığı yaratan oldukça yetenekli Batılı ırklar evliliklere müdahale edilmesi gibi oldukça pratik bir üretim yöntemiyle birkaç nesil içinde çoğaltılabilirlerdi.[23]

Şenel’e göre Galton’un asıl amacı İngiltere’de düşünsel anlamda sivrilmiş kafaların, birbirlerine akrabalık bağlarıyla bağlı birkaç aileden çıktığını kanıtlamaktır.[24] Her ne kadar asıl amacı bu olsa da Galton, 19 yüzyılda öjenik düşüncesinin canlanışını temsil etmiş ve 20. yy.’a damgasını vuracak olan faşist rejimlerin “ırk ıslahı” projelerine oldukça katkı sağlamıştır.

Galton’un bu konuda yaptığı katkılar, ardından gelen bilimcileri bir soyağacı düşkünlüğüne sürüklemiş ve çoğunu “atalarını” bulma telaşı sarmıştır.[25] Galton’dan sonra, akademinin öjeniye olan ilgisi de gitgide artmış ve devletin akademi ile işbirliği yaparak “nüfusun kalitiseni arttırmak” için özel alana müdahale etmesi fikri oldukça yaygınlaşmıştır.[26]

Öjeni düşüncesi esas popülerliğini 1. Dünya Savaşı sonrasında kazanmıştır. Aslında iki dünya savaşı arasındaki dönem ve 2. Dünya Savaşı süreci, öjenik fikirlerin pratiğe döküldüğü ve politika haline geldiği dönemdir. Irkçılık bu dönemde hakim söylem haline gelmiş ve öjenik politikalar bu söylemin pratiğe dökülmesine aracılık etmiştir.[27]

Öztan’ın aktardığına göre 1. Dünya Savaşı sonrası öjenik politika ve uygulamaların artması ve yaygınlamsının birkaç nedeni vardır. Savaşta kaybedilen kaliteli nüfusun geri kazanılması amacı bu dönemde öjenik politikalarına meşruiyet zemini sağlar. “1. Dünya Savaşı sonrasında Asya ve Afrika kıtalarında “diğer renklere mensup ırklardaki” nüfus artış oranı, beyaz ırklardaki çoğalma katsayısını geçmiştir. Müttefiklerin düşmana karşı cepheye sürdüğü bu “diğer renge mensup ırklar”, savaş esnasında modern silahları kullanmayı da öğrenmişlerdir. Dolayısıyla zaten sömürgecilere karşı “ihtilalci bir ruh” besleyen bu halklar söz konusu etkenlerin yardımıyla “beyaz Avrupa’nın başına yeni bir burhan açabilecektir” Öte yandan savaşta mağlup olmuş devletler açısından öjenik politikalar yitirilen ulusan onurun telafisi niteliğindedir.[28] Bunun en açık örneği ise Nazi Almanyası’dır.

Wilhelm Reich’a göre Alman faşizminin teorik merkezi ırk teorisidir. Almanlar’ın bu uğurdaki argümanları Cermen ırkını güçlendirmeye ve onu ırk melezlenmesine karşı korumaya dayalıdır. Çünkü, Nasyonal Sosyalistler’e göre melezlenme üstün ırkın sürekli düşüşüne yol açmıştır. Bu nedenle, Alman ulusunun en asil görevi kanlarını ve ırklarını saf tutmaktır ve bu uğurda her Alman fedakarlık yapmaya razı olmalıdır. [29]

Nazi ırkçılarına göre tarih, Ari kanının içteki diğer ırklara mensup olanlarla karışması sonucu uygarlığı kuranların dejenere olmasına tanıklık etmiştir. Üstün ırkın bulunduğu hiyerarşik düzey sürekli aşağılara düşmüş; bu da fiziksel ve akılsal yozlaşmaya yol açmıştır. Ari ırk, vatanını ilk feth ettiğinde varolan yerleşik halkları yenerek, onların faaliyetlerini Ari ihtiyaçlarına ve amaçlarına göre düzenlemişlerdir. Ne var ki yenilen bu halklar efendilerinin dilini ve geleneklerini öğrenir öğrenmez efendi ile köle arasındaki belirgin ilişki bozulmaya başlamış ve Ari ırk kanının saflığından feragat etmiş ve cenneteki mekanını kaybetmiştir.[30] Öyleyse tekrar üstün ırk haline gelebilmek için kaybettiği saflığını ve dolayısıyla cennetteki mekanını geri kazanmalıdır.

Hitler’e göre insanlık üç ırka bölünmüştür. Bunlar, uygarlığın kurucuları, destekleyicileri ve yok edicileridir. Sadece Ari ırk uygarlığın kurucusudur. Ari ırk insan yaratımının temellerini ve duvarlarını inşa etmiştir. Asyalılar, Ariler’in kurduğu uygarlığı alarak kendi tarzlarına büründürmüşlerdir. Yahudiler ise uygarlığı yok etmeye çalışanlardır.[31] Öyleyse Ariler’e düşen görev kurdukları medeniyeti kurtarmak için yok edicileri ortadan kaldırmak ve kendi ırklarını layık olduğu mertebeye çıkarmaktır. Çünkü, Ari ırk, ilahi bir takdirle, medeniyetin kurucusu olarak dünyaya egemen olmaya hakkı olan ırktır.

Naziler bu kapsamda, California’da kabul edilen öjeni yasasını ve ırk sterilazyonu programlarını örnek alarak 1933’te Kalıtsal Olarak Hastalıklı Üremeyi Önleme Yasası’nı çıkarmış ve tıp doktorlarını kalıtsal hastalığı olan çocukları ihbar etmeye zorlamış ya da yönlendirmişlerdir. Bunu yapmayan doktorlar ise cezalandırılmıştır. 1934’te yaklaşık 4.000 insan sterilazyon otoritelerinin uygulamalarına karşı direnmiş ancak bu direnişlerin 3.559’u başarısız olmuştur. Nazi iktidarı boyunca yaklaşık 200 tane Kalıtım Sağlığı Mahkemesi kurulmuş ve bu mahkemelerin kararlarıyla yaklaşık 400.000 insan öjenik sterilazyona maruz kalmıştır. [32]

Hadamar’da bulunan Hadamar kliniği, Kaiser Wilhelm Antropoloji, İnsan Kalıtımı ve Öjeni Enstititüsü Nazilerin öjenik amaçlarına hizmet etmiş kurumlardır. Naziler, T-4 Ötenazi Programı’nıHadamar Kliniğinde uygulamışlardır. 1927’de kurulan Kaiser Wilhelm Antropoloji, İnsan Kalıtımı ve Öjeni Enstitüsü ise Rhineland Bastards (Rhineland Piçleri) programını uygulamış ve Afro-Cermen çocuklar bu kapsamda sterilazyona uğramışlardır. Grafeneck Kalesi ise Almanlar’ın başka bir ötenazi merkezidir.

1934’te çıkan Sağlık Sistemini Sadeleştirme Yasası Gen ve Irk Hijyeni Merkezleri ve Sağlık Daireleri öngörmüş ve insanların, ihbar ya da değerlendirmeler sonucu sterilazyon kararı için Genetik Sağlık Mahkemeleri’ne gönderilmesi amacıyla prosedürler koymuştur. Bu dönemde, ‘genetik hasta’ kararları insanların doktorlara ve refah departmanlarına sağladığı rutin bilgiler doğrultusunda alınmıştır. Naziler tarafından standart anketler hazırlanmış ve böylelikle mahkemelerin karar alma süreci, doktorlara ya da uzun uzadıya muayenelere gerek kalmadan, hızlandırılmıştır. Naziler, insanlar hakkındaki bilgileri yalnızca doktorlardan edinmemiş, mahkemeler, spor merkezleri, sigorta şirketleri, ordu, Hitler Gençliği, okullar ve işçi servisleri de bu hizmete katkı sağlamışlardır.[33]

Naziler yalnızca bir sterilazyon programı yürütmemiş aynı zamanda evlilikleri de kontrol altına alarak Ari ırkı saf tutmaya çalışmışlardır. Evlenecek çiftler evlilik öncesi birçok teste tabi tutularak kalıtsal hastalıklarının olup olmadığı iyice kontrol edilmiştir. Görevliler bu kapsamda oldukça dikkatli olmak durumda olmuş ve tam yetkilendirilmiştir. İnsanların soyağaçları titizlikle incelenmiş ve hasbelkader soyunda aşağı ırktan, delilikten ya da herhangi bir başka hastalıktan kalıtım olan biriyle Ari ırktan birinin evlenmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır.

Nazi öjeni programı ve ardından yapılan soykırım, ırkçılığın en uç boyuttaki örneklerinden biridir. Bu program “biyolojik olarak ‘aşağı’ insanların evlenmesine engel olmaktan, bağımlıları, akıl hastalarını, bazı suçluları kısırlaştırmaya, anne adayı kadının bedensel ‘liyakat tetkikinden’ sosyal konumuna, biyolojik olarak “yukarı” sınıfa mahsus insanların çocuk sahibi olmalarına teşvikten, başka ırklardan olanlarla cinsel ilişki yasağına kadar bir çok farklı uygulamayı kapsamıştır.”[34] Bu süreç sonunda soykırıma varmıştır. İşte bu Galton’un hayallerini süsleyen ‘öjenik uygarlıktır.’ Galton, zihnen ve bedenen sağlıklı bireylerin varolduğu bir toplumun inşa edilebileceğini hayal ederek çalışmıştır. Bu hayali 20. yy’da neredeyse gerçek olmuş ve Naziler tarafından bir öjenik uygarlık kurulmaya çalışılmıştır. Galton, yakalandığı bilim fetişizminden dolayı ileri sürdüğü argümanların sonuçlarını hesap edebilmiş midir; bilinmez ama öjenist bilimciler ve teorisyenlerin insanlığa bedeli ağır olmuştur. Aşağı olanların ıslah edilemeyeceği (ya da edilmemesi gerektiği) ancak 21. yy.’da anlaşılmıştır. Bu, elbette, ırkçılığın iflas ettiği ve yeni öjenik fikirlerin ortaya atılmadığı anlamına gelmemektedir. Ne var ki öjeniyle hijyenik bir uygarlığın kurulamayacağı, bunun akıl ve insanlık dışı olduğu gerçeği geniş kesimlerce görülmüştür.

Bilim fetişizmi yapan, pozitivizme eklemlenmiş sosyal bilimcilerin Sosyal Darwinist ya da ırk temelli açıklamalarının yanıltıcılığı bu fikirler 20. yüzyılda pratiğe döküldüğünde anlaşılmıştır. Bu pratiklerin devlet eliyle gerçekleştirilmesi ve devlet iktidarının her yere, herşeye ulaşmasının sonuçları ise bu yanılgıdan çok daha vahim olmuştur. Bu aşamada sorulması gereken soru belki de şudur: “Devlet nasıl bu hale gelmiştir?” Yani, nasıl olmuştur da ırkçılık, öjeni, faşizm, birey, devlet ve iktidar bir çerçeve içinde toplanmayı başarabilmiş ve tarihe böylesine ürkütücü bir tecrübe bırakmıştır?

4. Bauman’a Dayalı Bir Yorum: Modernizm, Uygarlık ve Kültür

Modernizm, bir paradigma olarak sosyal, siyasal ve ekonomik hayatta bir dizi değişimin ürünüdür. Aydınlanma’yla başlayan bu süreç uygarlığın gidiş hattını belirlemiş ve kültürü dönüştürmüştür. Aklın, yüceltilmesi, ardından fetiş haline dönüştürülmesi ve sekülerleşmeyle birlikte toplumsal hayattaki ağırlığı ortadan kalkmaya başlayan dinin yerine kutsallaştırılması ve bunun sonucunda bilimin, dinin açıkladığı herşeye çözüm olabileceğine inanılması bir dizi olguyu da beraberinde getirmiş ve yeni süreçler başlatmıştır.

Uluslaşma, ulus-devlet, milliyetçilik, bürokrasi, merkezileşme, vs. gibi olgular uygarlık ve kültüre modernizm tarafından kazandırılmıştır. Ne modernite bu kavramlardan ayrı düşünülebilirken ne de bu kavramlar modernizm paradigamasından bağımsız değerlendirilebilir. Irkçılık da bu kapsama alınması gereken olgulardandır.

Bauman’a göreırkçılık, anti-modernist duygu ve korkuları harekete geçiren bir araç olması bağlamında etkilidir. Faşizm ve ırkçılık her ne kadar Aydınlanma’nın kazanımlarına ve moderniteye karşıt olsa da modern bilim, modern teknoloji ve modern devlet şekli olmadan düşünülmesi imkansızdır. Aslında bu bağlamda, ırkçılık tam da modernite ürünüdür.[35]

Bilimin, moderniteyle birlikte ‘yeni din’ haline gelmesi ve insana dair herşeyi açıklayabileceği iddiası sosyal hayatın da bilimin kurallarıyla düzenlenebileceği fikrini güçlendirmiştir. Zaten Sosyal Darwinizm de bu anlayıştan türetilmiş ve ırk üzerindeki çalışmalar bu anlayış üzerinden hız kazanmıştır. Irk temelli açıklamaların 19. yy’ın tamamının etkili üst anlatısı haline gelmesi de tam da bu yüzdendir.

Aslında, moderniteyle birlikte ortaya çıkan yeni uygarlık anlayışı ve oluşan kültür, ırkçılığın bu noktaya varmasında oldukça etkilidir. Bauman, soykırımın bir Yahudi sorunu ve yalnızca Yahudi tarihinin bir olayı olmadığını savunur. Ona göre, “holocaust bizim modern mantıklı toplumumuzda, uygarlığımızın yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferinin zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır ve bu nedenle toplumun, uygarlığın ve kültürün bir sorunudur.[36]

20. yüzyılın ırkçı ve öjenik politikalarının ancak “sosyal mühendislik yapma hevesindeki bir siyasal iktidar ve modern anlamda iyi bir bürokrasi ile gerçekleşebileceği”[37] gerçeği Nazi Almanyası örneğinde oldukça açıktır. Bauman’a göre “bürokasi içsel yönden, soykırım eylemini yapmaya yeteneklidir. Böyle bir eyleme girişmesi için ise, modernliğin diğer bir icadıyla rastlaşması gerekir: Daha iyi, daha akla yakın, daha mantıklı bir toplumsal düzenin – yani ırksal yönden bir örnek ya da sınıfsız bir toplumun – cesur bir tasarısı ve hepsinden önce de böyle bir planı yapabilirlik ve bunu uygulamaya kararlılık. Modern zamanların bu iki yaygın ve bol rastlanan icadı bir araya gelirse ardından soykırım gelir. Bugüne dek alışılmadık ve ender olan ise bunların bir araya gelmesidir yalnızca.” [38]

Bauman’ın bu açıklamalarına bir unsuru daha dahil etmek gerekir. Modern devletin iktidar alanı ve bürokrasinin işleyen mekanizmasının yanında kitlelerin kayıtsızlığı da Nazilerin yolunu açan önemli faktörlerden biridir. Faşist rejimlerin propaganda aygıtlarını ve kitle iletişim araçlarını iyi kullandığı bilinen bir gerçektir. Özellikle Naziler, bu dönemde radyo, afiş, gazete, kitlesel gösteri gibi araçları oldukça etkili kullanmışlardır. Bu durum kitleleri harekete geçirme ve liderin peşinden sürükleme bakımından kayda değer bir gelişme olmuştur.[39] Ne var ki, Bauman’a dönecek olursak, Nazilerin kullandığı birçok aygıt yine modern zamanların teknolojisiyle üretilmiş, modern zaman icatlarıdır.

Faşizmin proje ve politikiları yalnızca modernite bağlamında, elbette, değerlendirilemez. Ne var ki bu plan ve projelerin yalnızca Mussolini ya da Hitler gibi liderlerin hırsından kaynaklandığı da iddia edilemez. Kabul edilebilecek en açık nokta şudur ki faşizm, modernitenin nimetlerinden oldukça faydalanmış ve modernite bu ideolojinin plan ve projelerine hizmet etmiştir. Modern bilim, teknoloji, devlet aygıtının güçlenmesi ve bürokratikleşmesi, bireylerin kitlelere dönüşmesi faşizmin amaç ve hedeflerine ulaşmasına aracılık etmişlerdir. Öte yandan, faşizm temel argümanlarını modernitenin getirileri üzerine kurmuş ve bu sayade etkili olmayı başarabilmiştir. Yani aslında modernite ve faşizm arasında simbiyotik bir ilişki vardır. Jonathan Glover’ın belittiği gibi[40] “Nazilerin kurbanlarını öldüren sadece gaz değildir; aynı zamanda onun kadar zehirli olabilecek inançlarıdır.”

Sonuç

Faşizm, 20. yüzyılda ortaya çıkmış bir ideoloji olarak insanlığa ağır bedeller ödetmiştir. Bunun nedeni faşizmin, ırkçılığa, öjeni politikalarına, savaşa oldukça eklemlenmiş bir düşünce yapısı olmasıdır. Bütün bu eklemlenmenin altında yatan temel unsur Sosyal Darwinizm’den etkilenerek insan doğasına ve kitlelere bakış açısıdır. Dönemin sosyal ve siyasal yapısı, uluslararası konjöntürü düşünüldüğünde, faşizme adeta ortam hazırlanmıştır. Bu kapsamda ulusal gururlarını ve çıkarlarını kurtarmayı ya da yeniden kazanmayı hedefleyen faşist rejimler milliyetçiliğe ve ırkçılığa eklemlenerek büyük ve sınırsız iktidarlar kurmuşlardır. Bu iktidarlar aracılığıyla öjeni teorisyenlerinin hayalini kurduğu “öjenik uygarlık” gerçekleştirilmeye çalışılmış ve çok ürkütücü tecrübeler yaşanmıştır.

Sosyal Darwinizm’in toplumsal hayata bakış açısıyla faşizmin, insan doğasının mutlak eşitsizliği anlayışı bir araya gelince ve bu görüşler, faşist rejimlerin iktidarları aracılığıyla pratiğe dökülme imkanı bulunca ırk siyaseti ve öjenik politikalar kaçınılmaz hale gelmiştir. Ne var ki bütün bunlar, bu rejimlerin vadettiği kurtuluşları sağlamamış ve uygarlık tahmin edildiği gibi ilerlememiştir. Ne uygarlık ne de Ari ırk aşağı olanların tehlikesinden kurtarılmıştır.

Modern devlet aygıtı olmadan faşizmin ırkçı-öjenik politikaları ne kadar gerçekleştirilebilirdi sorunsalı bir yana bu aygıt siyasal iktidar ve bürokrasi aracılığıyla ırkçı-öjenik politikalara oldukça hizmet etmiş, adeta bu anlamda ırk teorisyenleri ve öjeni bilimcileriyle işbirliğine gitmiştir.

Faşizmin moderniteyle ilişkisi açık bir şekilde simbiyotiktir. Modernizmin nimetleri faşist fikir ve projeleri desteklerken, faşizm de modernitenin 20. yüzyıldaki ilerleyişini etkileyerek modernite konusundaki algıyı dönüştürmüştür. Böylelikle ilerleme düşüncesi ve sürekli iyiye gidildiği noktasındaki saflık eleştirilmeye başlanmıştır. Adorno’nun da belittiği gibi “Auschwitz’den sonra şiir yazman barbalık” olmuştur.

Tarihte bir daha faşist rejimlere tanıklık edilebilir mi; bilinmez ama öjeni düşüncesiyle doğan insanın doğasıyla oynanabileceği ve böylelikle sağlıklı, hastalıksız bireylerin üretilebileceğine olan inanç hala devam etmektedir. Günümüzde yapılan gen çalışmaları anne karnında hastalıkların tesbit edilip genetik değişikliklerle onarılabileceği, böylece sağlıklı, hastalığı ya da sakatlığı olmayan bireylerin doğurtulabileceğini ortaya koymaktadır. Anne karnındaki bebeğin hasarı onarılamaz ise annenin tercihiyle bebekten kurtulunabilmektedir. Bugün, konu üzerinde çalışanlar, geçmişte öjeninin faşist rejimler tarafından saptırıldığını ve sapkın amaçlar uğruna kullanıldığını, oysa öjeninin insanlık açısından iyi amaçlarla da kullanılabileceğini iddia etseler de neyin sağlıklı, neyin hastalıklı, neyin normal, neyin anormal olduğu belirleme ve toplumun bu belirlenim içindeki sağlıklı bireylerle daha iyi olacağına olan inanç konusundaki iktidar bu konunun siyasal hassasiyetini üst düzeyde tutmaktadır. Nitekim, 20. yüzyıldan büyük dersler alınmış olsa da uygulamaların o noktaya gelemeyeceğinden kimse emin olamaz.

İnsanın yalnızca biyolojik bir varlık olarak görülmesi Arendt’in de belittiği gibi onu, hukuki, ahlaki ve bireysel varlığından sıyırmaktır. Dolayısıyla bugün delileri içeri kapatmak, engellilere diğer insanlar gibi toplumda var olma şansı tanımamak, eşcinselleri anormal kabul edip dışlamak, nüfus politikaları, kamu sağlığı uygulamaları gibi uygulamaların insanı ne ölçüde biyolojik bir varlığa indirgediği tartışılması gereken hassas bir konudur.

Kaynakça

Akçiçek, Arda, Himmel Brief: Faşizmin Kültür Kodları – Nazi İktidarının Bir Kültür Endüstrisi Ürünü Olarak Değerlendirilmesi, http://ardaakcicek.blogspot.com/2010_01_01_archive.html , 2010.

Türkiyenin Linç Kültürü: Münferit Olaylar Dizisi, Halkın Haklı Tepkisi ya da Bir Milli Refleks Hali, http://ardaakcicek.blogspot.com/2010_05_01_archive.html , 2010.

Bauman, Zygmunt Modernity, Racism, Extermination, Teories of Race and Racism, Edited by Les Back and John Solomons, Routledge, Oxon, 2000.

Heywood, Andrew Siyasi İdeolojiler, Çev: Ahmet Kemal Bayram, Özgür Tüfekçi, Hüsamettin İnanç, Şeyma Akın, Buğra Kalkan, Adres Yayınları, Ankara, 2010.

Kevles, Daniel J. In The Name of Eugenics: Genetics and The Uses of Human Heredity, 1. Edition, Knopth, New York, 1985.

Nazi Eugenics, http://en.wikipedia.org/wiki/Nazi_eugenics

Öztan, G. Gürkan Türkiye’de Öjeni Düşüncesi ve Kadın, Toplum ve Bilim, Sayı 105, 2006.

Öztan, G. Gürkan ‘İnsan Irkının Islahı’: Öjeni Düşüncesi ve Soykırım, Dipnot Dergisi, sayı 4, Syf. 109-124, İstanbul, 2011.

Reich, Wilhelm The Mass Psychology of Fascism, Translated by Vincent R. Carfagno, Farrar, Straus & Giroux, New York, 1970, Syf. 75.

Şenel, Alaeddin Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1984, Syf. 64.

Vincent, Andrew Modern Politik İdeolojiler, Çev. Arzu Tüfekçi, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2006.


[1] Bu makalede ırkçılıktan çok öjeni konusu işlenecektir. Öjeni konusunun ırkçılık ve faşizme nasıl eklemlendiği makalenin anlatmaya çalıştığı noktalardan biridir.

[2] Hacettepe Üniversitesi, Siyaset Bilimi yüksek lisans öğrencisi.

[3] Faşizmin ideoloji olup olmamadığı noktasında hala tartışmalar vardır. Kimi düşünürlere göre faşizm bir düşünce biçimidir; kimilerine göre ise eyleme dayalı ve ideolojik sitematikten uzak bir yapıdır. Gerçekten de faşizmin yapısına baktığımızda diğer ideolojilerin aksine tutarlı ve sistematik bir düşünce bütünü görmek zordur.

[4] Heywood, Andrew, Siyasi İdeolojiler, Çev: Ahmet Kemal Bayram, Özgür Tüfekçi, Hüsamettin İnanç, Şeyma Akın, Buğra Kalkan, Adres Yayınları, Ankara, 2010, Syf. 236.

[5] “Mussolini 1937’de anti-Semitik yasaları ideolojik amaçtan yoksun bir şekilde sadece Hitler ve Almanları yatıştırmak için kabul etmiştir.” Bknz. Heywood, Andrew Siyasi İdeolojiler ... syf. 236.

[6] Öztan, G. Gürkan, ‘İnsan Irkının Islahı’: Öjeni Düşüncesi ve Soykırım, Dipnot Dergisi, Sayı 4, Syf. 109-124, İstanbul, 2011, Syf. 112.

[7] ibid. Syf. 110.

[8] Gossett’ten aktaran Şenel, Alaeddin, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1984, Syf. 64.

[9] ibid. Syf. 64-65

[10] Gossett’ten aktaran ibid. Syf. 65.

[11] Gossett’ten aktaran ibid. Syf. 66

[12] ibid. Syf. 67.

[13] Öztan, G. Gürkan, ‘İnsan Irkının Islahı’ ..., Syf. Syf 119.

[14] Vincent, Andrew , Modern Politik İdeolojiler, Çev. Arzu Tüfekçi, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2006, Syf. 239.

[15] Aktaran, ibid. Syf. 242.

[16] ibid. Syf. 242.

[17] ibid. Syf. 242.

[18] Aktaran, ibid. Syf. 244.

[19] Aktaran, ibid. Syf. 244-245.

[20] Aktaran, Akçiçek, Arda Türkiyenin Linç Kültürü: Münferit Olaylar Dizisi, Halkın Haklı Tepkisi ya da Bir Milli Refleks Hali, http://ardaakcicek.blogspot.com/2010_05_01_archive.html , 2010.

[21] Kevles, Daniel J., In The Name of Eugenics: Genetics and The Uses of Human Heredity, 1. Edition, Knopth, New York, 1985, Syf X.

[22] Galton’a göre öjenik, beşeriyetin bilimsel gelişiminin bilimidir.

[23] ibid. Syf. 4

[24] Şenel, Alaeddin, Irk ve Irkçılık Düşüncesi ... Syf. 69.

[25] ibid. Syf. 70.

[26] Öztan, G. Gürkan, ‘İnsan Irkının Islahı’ ..., Syf. 110.

[27] Bknz. Öztan, G. Gürkan Türkiye’de Öjeni Düşüncesi ve Kadın, Toplum ve Bilim, Sayı 105, 2006, Syf. 265-282.

[28] A.g.e.

[29] Reich, Wilhelm, The Mass Psychology of Fascism, Translated by Vincent R. Carfagno, Farrar, Straus & Giroux, New York, 1970, Syf. 75.

[30] ibid. Syf. 76-77.

[31] ibid. Syf. 76-77

[32] Nazi Eugenics, http://en.wikipedia.org/wiki/Nazi_eugenics

[33] Nazi Eugenics, http://en.wikipedia.org/wiki/Nazi_eugenics

[34] Bknz. Öztan, G. Gürkan Türkiye’de Öjeni Düşüncesi ...

[35] Bauman, Zygmunt , Modernity, Racism, Extermination, Teories of Race and Racism, Edited by Les Back and John Solomons, Routledge, Oxon, 2000, Syf. 212.

[36] Aktaran, Öztan, G. Gürkan, ‘İnsan Irkının Islahı’ ..., Syf. 109.

[37] ibid. Syf. 120.

[38] Aktaran, ibid. Syf. 120.

[39] Bknz. Akçiçek, Arda , Himmel Brief: Faşizmin Kültür Kodları – Nazi İktidarının Bir Kültür Endüstrisi Ürünü Olarak Değerlendirilmesi, http://ardaakcicek.blogspot.com/2010_01_01_archive.html , 2010.

[40] Aktaran, Aktaran, Öztan, G. Gürkan, ‘İnsan Irkının Islahı’ ..., Syf. 122.