Açlık grevleri, bedenin siyasetle temasını görünür kılan en sembolik olaylardır; siyasal fikir ve olayların fiziksel beden üzerinden karşılıklı olarak nasıl bir çekişmeye girdiğinin göstergesidir. Söz konusu çekişme, egemenin koyduğu kurallar ile ona karşı çıkan, direnen düşünceler arasında artık sadece fikirsel bir ayrım değil yaşamsal bir ayrım olduğunu gösterir. Tıpkı savaşlar gibi, haklılık ya da haksızlık tartışmanın ötesinde, insan bedeni siyasal alanın merkezi haline gelir. Artık mesele, ölüm-yaşam arasındaysa, hiçbir siyasi yaklaşımın önemi kalmaz. Çünkü hayatta kalma, yaşamak ve yaşatmaktır esas olan. Siyasal olanı da ancak bu varlık kurabilir. Oysa bu eylemlerde beden, sınır olarak yerleşik siyasetin sonuna gelindiğini işaret eder; buradan sonra artık siyaset yoktur. Ulaşılan sınırda, yeni bir siyaset için yeni bir söz, yeni bir dil ve bakış açısının zorunluluğu ortaya çıkar. Bu aynı zamanda insan aklına ve bedenine önem atfeden modern siyasetin bir çıkmaza girdiğinin de göstergesidir. İnsan aklı, bedenini ölüme yatırarak, siyasalın bu haliyle artık işlemez hale geldiğini işaret eder. Kendinin sonu, siyasetin de sonudur.
Siyasal olan, farklılıklar arası çekişmelerin değil, uyumun ve birbirine benzemenin işlediği yer olarak kodlanınca, siyasal olan yerleşik siyaset tarafından kuşatılıyor ve yutuluyor. Sonuçta bizim gibi olmayanın dışarıda kaldığı, onu dışarı çıkmasıyla rahatlayan bir siyaset, egemenliğini ölümler üzerinden tesis etme çabasına giriyor. Bedenin iktidar ve egemen ilişkileri tarafından nasıl kuşatıldığını, Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu çalışmasından beri daha net anlayabiliyoruz. Cezalandırma ve hapishane pratikleri eliyle iktidarın bir nüfusu, ırkı ya da grubun disiplin altına alınması, egemen sözün yeniden tesis edilmesi için bir araç haline gelmişti. Böylece yalın canlı beden, toplumun siyasal stratejilerine dahil edilmekteydi. Agamben ise nüfusu ve bedenleri bu şekilde kontrol etmenin, polisin siyaseti (politics’i) ele geçirmesi olarak görüyor. Böylece hayatın gözetimi ve kontrolü, hayatların yönetimi ile iç içe geçip genel bir durum haline gelir. Agamben’e göre “biyosiyasette egemen, hayatın değerine ya da değersizliğine hükmeden kişi demektir. Hayatın ta kendisi egemen kararın mekanına dönüşüyor”.
Agamben’in kutsal insan metaforu bu noktada devreye girer: Öldürülebilen ama kurban edilemeyen kutsal insan, iktidarın somut görünümü oalrak Devlet’in kendini var etmek için sınırda tuttuğu bir olgudur. Kutsal modern siyasetle yeryüzüne inse de, hala insanileşememiştir; Devlet ve egemenler bu kutsalın yeni formu olarak modern hayatı yönetir. Siyasetin biyosiyaset haline geldiği, kutsal insanın da vatandaş rolünü oynadığı bu durum, açlık grevleri gibi direnme biçimleriyle kriz noktasına ulaşır. Artık egemenin sözü ile ona direnen düşüncenin arasına yaşamın kendisi girer.
Esasen sokaktaki insanın esenliği kadar hapishanedekilerin hayatları da Devlet’in sorumluluğundadır. Hapishanedeki bedenlerin öldürülebilir, gözden çıkarılabilir durumda görülmesi, tamamen siyasal bir tercihtir. Ölmeyi ve öldürmeyi bir gelenek haline getiren iktidarların elinde sokaktaki ya da hapishanedeki hayatın arasında bir fark kalmaz. Mesele sadece egemenliğin tesisi ve yerleşik düzenin korunmasıdır. Halbuki direnme pratikleri, eylemler ve toplumsal hareketler tam da bu yerleşik olanın karşısında kendini var ederek, siyasalı yaşatır; siyasalın polisleşmesine engel olur. Ancak açlık grevi de siyaseti kendi açısından bitirir. Oysa ki bedenleri yöneten bir siyasete karşı, insanların kendi hayatlarında söz sahibi olmak istemeleri biyosiyasetin kurallarını tersine çevirme gücüne sahiptir. Hardt ve Negri’nin biyoiktidarı biyosiyasete dönüştürme talebi, böyle bir bakış açısının ürünüdür. İsyankar mücadelelerin, kendilerini geliştirecek karşılaşmaları çoğaltması, yaşamsal olanın siyasal olanı belirlemesi için bir güzergahtır. Hardt ve Negri’nin yorumladığı biyosiyaset, kendi hayatını ve siyasal alanını kurma pratiğidir. Bir yandan düzene karşı-çıkıştır öte yandan yerleşik olandan toplu-çıkış’ı da ifade eder. Onların cumhuriyeti, farklılıklar içinde ortak olanı arayan ve kuran çabaların bir bütünü olarak belirir.
Ancak Türkiye sathında Cumhuriyet, kamusal bir payda yaratmakta başarılı olamadı. Ne kimsesizlerin kimsesi olabildi ne de farklılıkları ortak potada eritip kaynaşmış bir kitle yaratabildi. Çekişme geleneğimizin olmaması, devlet endeksli bir siyaset, bugün yeni alternatiflerin üretilmesini zorlaştırıyor. Hareketler ve direnme pratikleri, demokratikleşmenin öncüsü olamıyor. Alternatif siyaset, kendi alanını kurmayı başaramadıkça devletin oyun alanının içinde sıkışmış durumda.
Ortak olduğumuz, bizim olanı yöneten cumhuriyet, kapsayıcı olmaktan ziyade dışarıda bırakmayı bir alışkanlık haline getirdi. Ölüm de bu uğurda kolaylıkla kabullenilebilen bir olgu haline geldi. Bugün Türkiye halkı, günlük hayat pratikleriyle ölüme dair hassasiyetini yitirmiş gibi görünüyor. Gerek 30 yıldır bitmeyen-bitirilmeyen çatışma ortamı, gerekse sıradanlaşan trafik kazaları, doğal afetler vb nedenlerle her gün gelen ölüm haberleri, insan bedenini nesneleştiriyor; önemsizleştiriyor. Türkiye’de halkın önemli bir kesimi, açlık grevleri “gebersinler!” rahatlığıyla ele alıyor. Bu rahatlığın, büyük bir tarihsel yükün sonucunda belki de o yükten kurtulmak için bir kaçış mekanizması olarak işlediği düşünülebilir. Ancak kaçtığımız nokta, ortak olanı kuracak çabalardan da uzaklaştırıyor bizi.
Açlık grevlerindekilerin taleplerinin siyasal tartışmanın konusu dahi edilememesi, Türkiye siyasetinin tıkanıklık içinde olduğunun göstergesi. Bunun yanında farklı olanı kenara iterek, ötekileştirerek, marjinallikle suçlayarak kendi merkezini yaratan hükümet de aslında o marjlarda, sınırlarda kendi iktidarını yeniden tesis etme uğraşında. Bu tesisin temellerinde insan bedeninin olması onlar için önemli görünmüyor. Her ne kadar kendi ideolojisini açıkça beyan etse de başka ideolojileri siyaset dışı gören bakış açısıyla AKP hükümeti, siyasalı devre dışı bırakarak kendi siyasetini kuruyor. Bu açıdan Kürt sorunu, kritik bir uğrak olarak Türkiye siyasetini şekillendiriyor. İki aydır devam eden açlık grevleri konusunda hükümetin kayıtsızlığı ve bu eylemi yok sayan tavrı, AKP’nin - tipik bir egemen olarak- kendi kutsalları için insani olanı göz ardı edebileceğini gösteriyor.
Sonuçta karşılıklı bir sonun çizildiği ortada: Devlet,vatandaşının bir kısmını gözden çıkarma derecesinde kendi kurumsal sınırlarına dayanırken, bugüne kadar Türkiye’de demokratikleşme sürecinde önemli kazanımlar sağlamış Kürt siyaseti de kendi alanını daraltarak yaşamı ve ölümü siyasetin konusu haline getirip egemenin biyoiktidarına tabi oluyor.