ODTÜ’deki protestolar ve polisin hunhar şiddeti memleketteki herkese çok iyi geldi! Bir anda herkes eteklerindekileri dökmeye başladı da rahatladı. Önce ülkenin başbakanı “bunların yetiştireceği öğrenciden ne olur” dedi ve ODTÜ’deki öğretim üyelerini istifaya çağırdı. Akabinde akademi menşeli anayasa hukukçusu ve Anayasa Komisyonu başkanı Burhan Kuzu, şuan zaten görevi devretmiş dekanı SBF’de yaşanan yumurtalı eylemden ötürü bir daha istifaya davet ederek; elinde yetki olsa görevden alacağını da söyledi. Esas şenlikli kısım ise “Asker kışlasına çekildi, yargı normalleşti. Bir tek sokak kaldı.”[1] cümleleri ile AKP’nin baştan beri kullandığı ordu ve yargı vesayetini bitireceğiz söylemine el çabukluğu ile sokağı ekleyivermesi. Ordu ve yargı görevleri, yetkileri ve amacı hukuki olarak kodifiye edilen yapılar. Güç ilişkilerine göre pozisyon alan, meşruiyetlerini de bu güç ilişkiselliğinin içinden türeten “devlete dair olanlar.” Sokağın, yani tam da bu devlete dair olanın kurduğu ne ise onun karşısında taleplerin dillendirildiği kamusal alanın da yok edileceğini aba altından sopa göstererek söyleyen Burhan Kuzu, bizi bekleyen anayasanın da nasıl bir zihin dünyası içerisinde hazırlandığını çıtlatıvermiş oldu da; en azından ufak tefek hayal kurmaya da fırsat kalmadı. Hülasa hükümetin otoriterleşmesine dair uzun teorik analizlere de gerek kalmadı; bu duruma pek de şaşırtıcı da denemez zaten. Gündelik hayatta kendilerine temas eden ve ses getiren her aksiyona karşı hükümetin tutumu artık en fazlasından political correctness kaygısından da azade bir halde. YÖK’te olayları denetleme kararı alarak; kendisinden bekleneni yaptı.
Ama bu hükümet-YÖK ve akademi üçgenindeki en güzel şey, üniversitelerden gelen yer kapma telaşı içerisindeki art arda açıklamalar. Açıklamaları Galatasaray, Marmara, İTÜ, Yıldız Teknik, Mimar Sinan, Hacettepe gibi memleketin köklü denen okullarının rektörlük ve senato açıklamaları başlattı. Akabinde bir açıklama yarışı başladı. “61. Hükümete ve Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’a teşekkür edilen”, “üniversite gençliğimizin gelecekten sinsice silinme planlarına alet olmamalarından”, “bu eylemin kamu malına zarar veren” ve “milli iradeye karşı” tavırlar olduğu farklı üniversitelerce deklare edildi. Hatta Türk Hava Kurumu Üniversitesi, herhalde tüm dünya da okuyabilsin ve anlayabilsin diye İngilizce olarak da sunduğu rektörlük açıklamasında, bunun millete ve devlete karşı bir saldırı olduğunu söyledi. Üniversitelerin açıklamalarının bazılarında doğrudan ODTÜ’lü öğrenciler eleştirilirken; bazılarında demokratik haklardan azıcık da olsa bahsedildi ya; esas olarak ortak noktaları kötü Türkçeleri ve Göktürk-2’nin büyük bir bilimsel başarı olmasına rağmen neden böyle protesto edildiğinin anlaşılamadığıydı. Tabii ki herkes neyin ne olduğunun farkında ve bu vurgu tamamen ortalığı bulandırmak için en azından bir “üniversite” olarak gerektiğince demokratız mesajı vermek amacıyla yapıldı. Diğer benzer temalar geçmiş öğrenci eylemlerinde gördüğümüz eleştiriler: “1980 öncesi oynanan oyunlar”, “milli değerlerimize uygun düşmeyen işler”, “kandırılmış gençlik” vs. Yani gene muhafazakar kanonik korkular ve paranoyalar canlandırıldı.
Öncelikle şunu belirtmek lazım; üniversiteler her zaman iktidara yakın durdu. Bu ne ilk; ne de son. Fakat darbeyi tecrübe etmemiş ve gözünü AKP iktidarı ile açmış gençlik için herhalde bu kadar kitlesel bir “akademi” temaşası bir ilk. Memlekete iyi geldi dememin sebebi kötü bir ironi yapmak değil. Hakikaten, en azından akademiye iyi geldi. Hükümetin ve aslında devletin de arkasına takılan akademi, o özerk akademi hülyasının kofluğunu gösterdi. İyi geldi; çünkü yeni YÖK yasasının tartışıldığı şu günlerde nasıl bir mücadelenin gerekli olduğuna ve bu mücadelenin stratejisine dair bir parça netleşmeye payanda oldu sanıyorum. En azından umuyorum. Yeni açılan birçok üniversite, hükümetin halkla ilişkiler bürosu gibi reaksiyon gösterirken; iyi okul-kötü okul gibi elitist bir ayrım üzerinden iyi ve köklü denilen birçok okulun bu “açıklama yapma telaşı”nı fitilleyen okullar olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Kısaca Türkiye’de daha iyi “okullar” olabilir; ama iyi “üniversite” neredeyse yok gibi gözüküyor.
Üniversite idealize edilirken, evrenselliğinden ve bilimselliğinden dem vurup, gerektiğinde muhalif bir tutum takınarak iktidar ağlarını reddedebildiği söylenir. Bunun usturuplu bir yalan olduğu da ortaya çıkmış oldu böylece. Bu bağlamda YÖK yasa tasarısının bir noktasına kısaca değinmek yerinde. Yasaya muhalefet edilirken, klasik sol hastalıklarımızla iki noktada saplanıp kalınıyor. İlki yasanın piyasa merkezli olduğu, üniversiteyi araçsallaştırdığı ve doğrudan politik müdahalenin ellerine bıraktığı. Bunların hepsi son derece doğru tespitler. Ama yapılan koca sempozyumlardan sadece böyle genel temalar devşirilip, doğru düzgün ve gerekirse mikro ama somut çözümler ile örülen bir karşı strateji üretilmeyince; saplanıp kaldığımız ikinci noktaya geliyoruz. Akademinin homojen ve toplumsal dertlerden/varoluştan azade “ayrı” bir dünya olduğu. Bu ideal üniversite sanrısı, akademiyi YÖK ve hükümet karşıtı olmaktan ibaret bir politik eyleme ve duruşa zorluyor. Yani akademi piyasa merkezli olmaya, araçsallaşmaya ve politik müdahalelere karşı; ama bunu meşrulaştırdığı yer akademinin o “ayrıksı özü”. Oysa tam da bu öz, siyasal iktidarın halkla ilişkiler faaliyeti için “bilimsel” bir meşruiyet üretmekte kullanılıyor. Tam da bu öz, toplumun her alanında var olan sınıfsal-sosyal-kültürel hiyerarşileri kendi içerisinde de barındırıyor. YÖK çok karşı çıkılan ve Bakanlar Kurulu’ndan 2 üye, üniversitenin bulunduğu ilde en çok vergi veren/bağış yapan bir kişinin vs. de bulunduğu taslağın 10. maddesindeki geniş yetkilerle donanmış Üniversite Konseyi fikrinden vazgeçmiş olsun diyelim.[2] Ama yasanın esas bel kemiğini oluşturan ve defalarca geçen kalite denetimi mevzusu için kurulacak olan Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan da birer üyesi olacak Yükseköğretim Kalite Kurulu’nu ne yapacağız? Hadi oradan da Bakanlık müdahalesi çekilsin ve sadece akademisyenler olsun diyelim; o muhteşem akademimizi bu akademisyenlerden kim koruyacak?
Entelektüel emek değersizleştiriliyor; akademinin süngüleri de düşüyor. Akademi hakikaten taleplerinin karşılanmasını istiyorsa; şu toplumsal çemberin dışında olma snobluğundan ve sadece memleket/dünya sorunlarına karşı imza vermekten ötesini yapmayan tutumundan vazgeçmek zorunda. Bunun içinde öncelikle kendi içerisindeki iktidar ağlarını imha etmek durumunda. Akademi sütten çıkmış ak kaşık değil; her an baskının ve kapatıcılığından olduğu bir alan. Entelektüel emeğin değersizleştirilmesi sadece akademi dışındaki dinamiklere bağlı değil; çünkü akademi o dinamiklerin sadece nesnesi değil; aynı zamanda o dinamikleri üreten öznelerden birisi. Eğer kavurucu bir istihdam ve güvencesizlik sorunu varsa; bu yapısal bir sorun ve akademi bundan toplumsal kolektif hareketlerle ortak edime yönelmediği sürece kaçamayacak. Eğer memleket politik kültürü baskı ve imha etme üzerine kuruluyorsa; bu akademinin iktidarla örülü patikalarında da yaşanacak. Eğer verimlilik ve hız edilen ilk kelama dönüşüyorsa, sayılabilir performans ve kalite kriterleri bir fabrikada, bir atölyede ve hatta bir plazada çalışanların canına okuyorsa; akademinin tüm bu pespayelikten payını almayacağı nasıl tahayyül ediliyordu ki?
Kısaca büyük kırılmaların yaşandığı falan yok. Her zaman olan, hep bilinen, hep yaşanan ve hep unutulan/umursanmayan şeyler politik iktidarın söyleminin şirazesinden çıkmasıyla beraber, peşine düşen akademiyi de alelacele açıklamalar yapmak zorunda bıraktı da; yaldızlar dökülmüş oldu. Açıkça gördük ki asistanı üzerinde ünvanı ile hükümranlık kurmak, asistanı işten atılırken ona destek vermemek, ünvan için makale yazmak ve makam peşinde olmak gibi “akademik”, “idari” ve “entelektüel” faaliyetler birbiriyle ilintili, akademinin çoğu için geçerli ve yıllardır olduğu gibi siyasal iktidarın peşinde bir istikbalim olur mu sevdasından ibaret. Efsunlu akademinin hal-i pür melali.
Ezcümle, sanırım “Biz Duvar Yazısıyız” isimli Avrupa semalarından derlenmiş duvar yazılarının ardından, Metis’in 1989 tarihinde bastığı, çizgilerini Latif Demirci’nin çizdiği Türkiye’den duvar yazıları derlemesi “Biz de Duvar Yazısıyız” kitabında zamanın popüler duvar yazıları vardı ve kısa bir zaman öncesine kadar da yaygın olan “Üniversite kullanmıyorum; YÖKsürtüyor”, “Düşünmüyorum; öyleyse YÖK’üm” gibi bilindik yazılamalar, YÖK’e karşı mücadele hattının o günlerin sokaklarından günümüze taşınan belleğine işaret ediyor. Yazının girişinde Burhan Kuzu’nun bir sokak hareketleri kaldı demesinden dem vurmuştum; akademinin, tıpkı sokakta hakkını arayan Tekel işçisi, atanamayan öğretmen vb. gibi, hem YÖK’e hem de kendi içerisindeki YÖKlere, plazalara, hükümetlere, patronlara, devletlere karşı kamusal alanda diğer tüm ezilen kategorileri ile kolektif bir eylemliliğe gitmesi; entelektüel emeğini ve enerjisini bu eylemlilik için de kullanması gerekiyor. Ne YÖK tasarısının ne de memleketin her alanına sıçrayan bu politik eziyetin de başka türlü defedilebilme şansı ufukta görünmüyor.
[1] “Kuvvetler Ayrılığı ‘Hır Gürü’nün Sebebi İki Hastane”, röportaj. Ezgi Başaran, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1113571&Yazar=EZGI-BASARAN&CategoryID=97#, erişim tarihi: 26.12.2012
[2] Kendi sitesine koyduğu haberlere bakarsak da en azından rektörlük seçimi bahsinde vazgeçmiş. http://yeniyasa.yok.gov.tr/files/7627fbfb17fc27a0ab01b134d2906aa2..pdf, erişim tarihi: 26. 12. 2012.