Bundan tam 33 yıl önce Hacettepe Tıp Fakültesi’nde ikinci sınıf öğrencisi idim ve benim gibi çocuklarını zar zor okutabilen ailelerin çocukları gibi Hacettepe Merkez Yurdunda kalıyordum. Bütün ayrıntıları unutmuş olabilirim ama Ankara’da yeni sıkıyönetim ilan edilmişti ve bir gece ansızın yurdu jandarmalar “bastığında” odamızda uzun zamandır birikmiş “bildirileri” ve çeşitli “ dergileri”, yani artık “yasak yayın” olarak adlandırılmaya başlanmış kağıt tomarlarını pencereden aşağıya atmaya başlamıştık. Jandarmalar odamızda bir şey bulamamıştı ama yurdun arka tarafındaki projektörler bizim odamızdan bir şeyler atıldığının görülmesini sağlamıştı. Uzatmayayım ben ve bir kaç arkadaş sanırım kendimizi önce Ankara Emniyeti’nin o meşhur “siyasi şube” katında (bu arada o zaman CHP iktidarı vardı ve bizim kadim CHP’li akrabalarımızın bir minibüse doluşup Domaniç’ten gelip genel sekreter Mustafa Üstündağ’ın odasında “çocuğumuz içerden çıkmadan buradan ayrılmayız” diyerek uzun süre kaldıklarını ve onun söz vermesi ile geri döndüklerini sonra öğrenmiştim), daha sonra da Mamak’ta savcı Nurettin Soyer’in karşısında bulmuştuk. Aslında her öğrenci gibi “potansiyel suçlu” olmanın ötesinde gerçek bir suçumuz yoktu ve onca yıl sonra bizi doğru anlayıp hemen serbest bırakan Nurettin Soyer’in tutumunu hayatımda önemli bir yere koyarım ve onu hep sevgiyle hatırlarım. Mamak’tan “ kafası kazınmış” birisi olarak D II amfisine şaşkın bir öğrenci olarak döndüğümde bu kez okul yönetimi hakkımda soruşturma açmıştı ve bu kez de hayatımdaki değerli insanlardan birisi olacak Doç.Dr. Nevzat Eren’in “öğrencilerimiz” diyen sevecenliği ve yaklaşımı ile ceza almamıştım. Devam edecek olursam 12 Eylül zulmünün kenarından kurtulup, genç bir hekim olarak Adıyaman’da büyük bir tutku ile çalıştıktan sonra Hacettepe Tıp Fakültesi Pediatri’nin zor sınavlarını kazanıp zorunlu hizmetimi bitirip Ankara’ya dönmeyi beklerken ise bu kez MİT kaynaklı olduğu bilinen güvenlik soruşturmasının “ Eylemli terörist. Akademik personel olamaz” raporu nedeniyle çok istediğim ve hakkım olan bir kurumda eğitim görmekten mahrum bırakılmıştım. O günlerde beni çok seven Prof.Dr. İmran Özalp’ın buna çok şaşırdığını ve “nasıl böyle bir şey yazarlar senin için” diyerek benden daha çok üzüldüğünü hatırlıyorum.
Bunları, öğrencilere “güvenlik ve istihbarat” birimlerinin tanımlamalarını tek doğru gibi görmeden yaklaşmanın ve öğrencilik gibi yaşamın geçici (oluşum) dönemindeki insanlara zamanın ruhu ile ( bu bazen türban nedeniyle olabilir ya da şimdilerdeki gibi hükümet karşıtı protestolar nedeniyle olabilir) zulüm yapmamanın hayati değerini hatırlamanın tam zamanı diye yazma ihtiyacı duydum. Şimdilerde güvenlik güçlerinin her yerde, her şeyde büyük “tehlikeler” gören, öğrencileri bazen “bölücüler”, bazen “teröristler” ( 28 şubat sonrasında ise aynı şeyin “türban takanlar” “gericiler” olarak yapıldığını da biliyoruz) diyerek düşmanlaştıran dilinin ve yaklaşımının yeniden zuhur ettiğini, esas önemlisi bir çok üniversite yöneticisinin belki farkında olmadan “öğrencilerimiz” demek yerine aynı dili kullandıklarını görüyoruz. Hükümetin dilini ve yaklaşımını devletin tek tezahürü olarak görmek yerine, ODTÜ rektörünün hakikati daha kapsamlı anlamaya çalışan ve üniversitenin evrensel değerlerine dayanan tutumunu günümüzün önemli bir kazancı olarak görmeliyiz. Olan biteni hayatı bize dar eden ve kendisi gibi düşünmeyenleri en ağır dille suçlayan dilin egemenliğindeki “uçlaşma” atmosferinden etkilenmeden değerlendirmemiz gerekiyor.
Öğretim üyelerinin ve üniversite yöneticilerinin dili başbakanın ya da güvenlik görevlilerinin dili ile aynı olduğunda yani “öğrencilerimiz” demeyi bıraktığımızda bu ülkeye yarardan çok zarar vereceğimizi düşünüyorum ve Prof.Dr. Ahmet Acar gibi katılıktan, damgalamaktan ve dışlayıcılıktan uzak tutumların benim gibi bir çok insanın 1980’e gelirken o büyük kaos’da hayat çizgisinde tahrip edici kırılmalar olmadan atlatabilmesinde rolü olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Son olarak şimdilerde dilimde olan bir cümleyle “umutsuzlukta haklı çıkmaktansa umutta yanılma”ya inanan birisi olarak yeni yılda “bir dinimiz ya da dünya görüşümüz var diye bir ahlaka ya da vicdanlı olmaya ihtiyacımız yokmuş” gibi davranmayı bırakmayı diliyorum.