Kötü Adamlar, Deniz Kızları ve Sosyologlar: Pınar Selek yahut Kamusal Vicdan

Varşova’da eski kentin meydanında Syrenka Warszawska denilen bir deniz kızı heykeli vardır. Efsaneye göre şehrin kuruluş döneminde prensin hayatını kurtaran ve ona yol gösteren deniz kızı, bir rivayete göre geceleri Vistula nehrinin kıyısına çıkarak söylediği şarkıların “büyülü” olduğunu düşünen keşişler tarafından parçalanmış, başka bir rivayete göre ise hala nehrin dibinde saklanmaktadır. Uzun yıllar boyunca bu deniz kızı figürünün Vaşrova’nın koruyucusu olduğuna inanılmıştır. Bu yüzden Nazilerin Varşova’yı işgale giriştiklerinde insanların cesaretini kırmak için ilk bombayı bu deniz kızı heykeline attıkları söylenir. Böylelikle bu figür itibarını kısmen kaybeder. Bir müddet sonra yolu Varşova’ya düşen Pablo Picasso bu deniz kızı figürünü orak-çekiç motiflerini çağrıştıran kübist bir sembol biçimine sokarak bir duvara resmeder. Böylelikle deniz kızı artık Varşova işçi hareketinin sembolü haline gelmeye başlar. Ancak serbest piyasa ekonomisinin Polonya’ya girişinin ardından yine ilk yapılan iş bu sembole saldırmak, Picasso’nun resminin üzerini boyamaktır.

“Kötü adamlar” böyle şeyleri deniz kızlarına hep yaparlar. Çünkü semboller onlar için fazlasıyla tehlikelidir. Semboller ölümcüldür. Yıkıcı bir sembolün yaratabileceği onarılmaz tahribat nizami sömürü için gerçek bir baş belasıdır. Çünkü nam-ı diğer sömürü mümessilleri, sembolleri darağacında sallandıramaz, zindana atamaz, çekip vuramaz, sürgüne gönderemez, böyle şeyleri genellikle sembolik mahiyeti olan insanlara yapsalar da onların yarattığı çağrışımları yine öyle kolay kolay ortadan kaldıramazlar. O “kötü adamlar” iyi bilirler ki sembolik olana karşı hakiki zafer yalnızca sembolik bir mücadeleyle kazanılabilir. Bu yüzden kendilerine boyun eğmeyenlerin umutlarını kırmak istediklerinde ilk saldırdıkları şey neredeyse hep semboller olur. İşte şu sıralar sürgünde olan sosyolog Pınar Selek böyle bir semboldür. Bir güç gösterisinin, bir “uslu olun” mesajının üzerinde somutlaştığı “deniz kızıdır”.

Tesadüfe bakın ki kendisi de çocuklar için kaleme aldığı masallardan birinde “kötü adamların” fenalıklarından kaçan bir deniz kızının öyküsünü anlatmıştı. “Ömürlerinin sonuna dek mutlu yaşadılar” diye bitirmişti masalını, inatla ve ısrarla. Filistin askısında işkenceyle kolunu çıkardıklarında dahi ilk aklına gelen şey “acaba bir daha yüzebilecek miyim” sorusu olmuştu.

Sosyolog olma fikri Pınar Selek’in zihninde Behice Boran’a bel hizasından baktığı yaşlarda, çocukken belirmişti. O yıllarda “evlerine” misafir gelen, hayranlık duyduğu, mücadelesini dinleyerek ve öğrenerek büyüdüğü Behice Boran ile benzer bir kaderi, “sürgünü” yaşayacağını tahmin edebilir miydi bilinmez; ama Pınar Selek’in bir sosyolog olarak eğitim aldığı dönemde “suya sabuna dokunmayan, ellerini kirletmeyen” aymaz sosyolog modasına uymayıp, aksine “toplumsal yaralara el sürmeyi, şifa dağıtmayı” ödev bilen “kamusal vicdanı” benimsemesinde Behice Boran’ın tesiri elbette ki göz ardı edilemez. Zira kendisi de sosyoloji eğitimine başlamak için Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nü seçmesinde ve o yıllarda bu imkanı bulamadığı için bu bölümü bırakmasında yine Behice Boran tarzı bir sosyolojik pratiği benimsemesinin etkili olduğunu söyler.

Bilimin “toplumu değiştirmek için” var olduğunu düşünen Behice Boran “DTCF tasfiyesi” olarak bilinen süreçte sorguya alındığında bilimsel çalışmalarıyla ilgili anlamsız sorularla karşılaşmış, deyim yerindeyse kendisini sorgulayan polislere sosyoloji dersi vermek zorunda kalmıştı. Artık adını bile anmak istemediğimiz bir patlamanın “zanlısı” olarak tutuklanan ve deli saçması bir yagılama süreciyle ömür boyu hapse atılmak istenen Pınar Selek’in sorgusu sırasında da Kürt hareketi konusundaki araştırmaları başlı başına bir “suç” gibi düşünülmüş, hatta araştırma yaptığı insanları deşifre etmesi istenmişti.

Kuşkusuz herhangi bir araştırmacının birlikte çalıştığı, sorunlarını konu ettiği insanları yaftalaması, suçlu ilan etmesi, hatta polise teslim etmesi Türkiye’deki sömürü mümessileri için olağandır fakat böyle bir şeyin sosyolojinin varoluşuna aykırı olduğu da tartışma götürmez. Buna karşın Türkiye’de bir dönem sosyoloji kürsülerinde verilen “Örgüt Sosyolojisi” dersinin adının dahi bizzat sosyologlar tarafından “sakıncalı” bulunarak “Organizasyon Sosyolojisi” olarak değiştirilmiş olduğunu hatırlarsak, kolluk kuvvetlerinde böylesi bir beklentiyi ortaya çıkaran asıl şeyin yıllardır böyle meselelerde “sinik” pozisyonunu koruyan “yurdum sosyoloğu” olduğunu kolaylıkla fark ederiz.

Akademik sus payı karşılığında, sadece hiyerarşik saplantıların ve yaptırımların izin verdiği ölçüde ezile büzüle çalışmalar yaparak, bölüm başkanlarının, dekanların, rektörlerin peşinde “sürüne sürüne sosyolog olanlar” için bazı “hassas” toplumsal sancılara istinaden ortaya çıkan olgulara ilişmek hep sakıncalı olagelmiştir. Uzun yıllar boyu toplumsal yaralar konusundaki hassasiyetleri erbab-ı sömürünün izin verdiği ölçüyle sınırlı kalmaya devam eden “yurdum sosyologlarına” Pınar Selek’in de Behice Boran gibi bir “kötü örnek” teşkil ettiği ve sömürü mümessillerinin şiddetine maruz kalmasının rastlantı olmadığı ortadadır.

Pınar Selek’in bugüne kadar ortaya koyduğu sosyolojik pratik sadece Türkiye’de değil aynı zamanda dünyada da fazlasıyla eksikliği hissedilen türdendir.[1] Ancak sömürü mümessillerinin dalavereleri nedeniyle Pınar Selek denildiğinde bu nadide bilimsel çaba itinayla gündeme getirilmez. Onun sokak çocuklarının, Kürtlerin, seks işçilerinin, “dışlanmışların” yaralarına el sürmeye, “şifa dağıtmaya” yeltenen sosyolojik çabalarının[2] paranteze alınması, sürekli olarak bir patlamanın “zanlısı”, “örgüt üyesi”, “terörist” v.s yaftalarla gündeme getirilmesi ve bu türden suçlamalarla yargılanması aslında Pınar Selek’in sembolize ettiği “kamusal vicdanı” karalamaya yönelik basit bir söylemsel stratejidir.[3] Yine de kuş bakışı analizleri yaparak kenara çekilmek yerine hassas konuları dert edinen ve toplumsal yaraları sarmaya yeltenen “Pınar Selek dokunuşu” gibi bir gayretin bir çeşit “sosyolojik terörizm” olarak yaftalanmasının sebebi, sadece binbir türlü dalavere çeviren sömürü mümessillerinin böylesi stratejileri değildir. Aynı zamanda otoritenin böylesi cambazlıklarını görmezden gelen, baskıları “doğal” kabul ederek “susmaya” devam eden sosyologlar da bu yaftalamada pay sahibidir.

Oysa sosyolojik disiplinden ufacık da olsa nasiplenmiş herkes iyi bilmektedir ki hissiyatları ve görünenin ardındaki gizli ilişkileri çözmek zahmetli olduğu kadar toplumsal bir “hassasiyeti” de gerektirir.[4] Kürt sorunu hakkında çalışma yapan bir sosyoloğun bu sorunu hissetmesi, çözüm yolları araması, böylesi bir toplumsal açmazın madurlarıyla diyalog kurması kadar doğal birşey daha yoktur. Hatta sosyolojik disiplinin varoluşuna münhasır “kamusal vicdan” tam da bunu yapmayı gerektirir.

Hal böyle iken, Pınar Selek’in araştırması kapsamında yaptığı görüşmelerinin delil gösterildiği bir “suçlamanın” doğruluğuna ihtimal vererek, onun çalışmaları ve eleştirel faaliyetleri nedeniyle değil de gerçekten “kundaklama” nedeniyle yargılandığını sananların, “sosyolojik araştırma yapmak adı altında silahlı terör örgütü üyeleriyle irtibat kurmak” gibi suçlamaları bundan böyle meşru ve geçerli kabul ettiklerini bilmeleri gerekir. Böylesi bir suçlamaya olanak tanımak bile başlı başına uygulamalı sosyolojinin infazı anlamına gelir. Böylesi bir suçlama bizzat sosyolojik pratiğin kolaylıkla kriminalize edilebildiği anlamına gelir. Bu yüzden Pınar Selek’in içerisinde tutulduğu ıstırap labirenti, bu hukuki kaos (demokratikleşmeyle ilgili tüm yönleri göz ardı edildiğinde dahi) sırf sosyolojik pratiğin geleceğine yön verecek bir mesele olduğundan Türkiye’deki tüm “sosyologların” kaderini yakından ilgilendirmektedir. Şu ya da bu şekilde toplumsal bir hassasiyet, bir sorumluluk hissiyatı geliştirmiş, kendi uğraşısına inanan her bir sosyoloğun bu “hukuksuzluğun” muhattabı olduğunu artık fark etmesi gerekmektedir.

Pınar Selek bu mücadelede bir semboldür. Ödemekte olduğu kefareti kenara bırakırsak Pınar Selek’in şahsında somutlaşan hukuki mücadeleye mesafesi her birimizin “bu davaya” mesafesiyle aynıdır. Hiçbir hukuki rasyonalitesi olmayan bu yargılama silsilesinin sembolü hedef alan bir “gözdağı” olduğu ortadadır. Müebbetle yargılanan “bizim”, sosyologların “bilimsel araştırma özgürlüğü” ve zindana atılmak istenen şey de sahip olduğumuzu sandığımız “kamusal vicdandır”.

Ancak buna rağmen Türkiye’de sosyolojik çevrelerin hala bu konuda inisiyatif almak gibi bir niyeti yoktur. Bazı sosyologların bireysel girişimleri ve SOMDER’in destek açıklaması haricinde sosyoloji namına kayda değer bir kolektif itiraz dahi ortaya çıkmamıştır. Üniversitelerdeki sosyoloji kürsülerinin sessizliğini hesaba katmasak dahi, Fransız Sosyoloji Derneği’nin (AFS) önemini kavrayarak destek olmaya çalıştığı böylesi bir mücadele hakkında Türkiye’deki iki muadilinin de (SOSYODER ve Sosyoloji Derneği) sessiz kalması yeterince acı ve utandırıcıdır.

/

Türkiye’de sosyolojinin ve sosyologların tarihi bağlamında alışıldık bir durum bu. “Biz”, sosyologlar, susmaktan “suskunluğa” giden yolculuğumuzda bir iftirayı daha “susmak” ve hiçbirşey yapmamak kaydıyla içselleştiriyoruz. “Biz” bunu Behice Boran’a da yaptık, İsmail Beşikçi’ye de...

Yine sessiz kalarak “deniz kızımızı” korsanların insafına terk edebiliriz. “Bilimsel araştırma özgürlüğümüz” yahut “kamusal vicdanımız” hakkında konuşmayız. Arkamıza yaslanıp dünyanın dönüşünü seyrederiz. Sonra gün gelir tarih bizden hesap sorar. Şu anda geçmişteki utançlarımızdan bahsettiğimiz gibi gelecekte de sırf “bize” ibret olsun diye sürgün edilen bir Pınar Selek’ten bahsederiz.

Ya da sosyologlar olarak bir kere olsun inisiyatif alabilir, “kötü adamlara” boyun eğmeyeceğimizi kanıtlayabiliriz. Birçok şey için geç olabilir ama en azından 24 Ocak’taki duruşmada bu sefer daha kalabalık ve daha kararlı olabiliriz.


[1]Bu türden bir pratik sosyoloji tarihi boyunca defalarca teorileştirilmesine rağmen bir türlü yeterli uygulayıma erişilemedi. En son Uluslararası Sosyoloji Derneği (ISA) 2009 yılı Mart ayında 43 ülkeden gelen 60 delegenin katılımıyla Tayvan’da toplanmış ve sosyologların toplumsal sancılara müdahil olan tarihsel aktörler olabilmesi için ne tür bir bilim pratiğine ihtiyaç duyulduğu tartışılmıştı.

[2] Neşe Özgen bu pratiği şöyle ifade ediyor: “Farklı olanı dinlemek ve eşit mesafede durmak gereği, sosyal bilimlerin zaten temel sine qua non’udur. Ama ötesi, yani tüm yaşamlara eleştirel olmak, kendi görüşlerini de sürekli sorgulamak ve eleştiriye açmak, kendi içinde ve dışında eleştirel kalabilmek (refleksivity), eleştirel bir biçimde hayatı ele almak ve onu dönüştürme çabası, Pınar Selek’in çalışmalarına damga vuran asıl meseledir”.

[3] 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne Pınar Selek tarafından verilen 17 Mayıs 2006 tarihli savunma metninde (belki de bugün sosyoloji derslerinde okutulması gereken metindir bu) şöyle yazar:Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır...”

[4] TSK-PKK arasındaki çatışmalarda her iki taraftan evlatlarını kaybeden annelerle çalışma yapan Burcu Şentürk bu “hassasiyetin” oluşumunu oldukça güzel bir örnekle ifade eder: “Ne yazık ki bahsi geçen soruları, henüz yüksek lisansımın alan çalışmasındayken, Diyarbakır’da benimle görüşmeyi kabul eden bir barış annesine yöneltme gafletinde bulundum. Öyle ya, her insan gibi bu annenin de ‘tercihleri’ vardı ve ben de neden araştırmamın ‘nesnesinin’ siyasete katılmayı ‘tercih’ ettiğini öğrenmeye çalışan, pozitivizmin tozunu fazlasıyla yutmuş bir sosyal bilimciydim. Sorumun Kürtçeye çevrilmesini takip eden ananın sessizliği, şaşkınlığı ve sonrasında gayet sakince verdiği ‘bilmem işte ben daha çocukken köyde evimizi basmışlardı’ cevabının ardından artık ortada ne araştırma ‘nesnesi’, ne ‘nesnel araştırmacı’, ne ‘rasyonel tercihler’ ne de soru kağıdım kalmıştı”.