Dilan Alp için
Gazetelerde gördüm resmini Dilan’ın. İncecik, upuzun bir bahar dalı gibi. Gülümsüyor, ama azıcık geri çekilmiş. Sureti sahnenin tamamını kapatsın istememiş sanki. İzlendiği duygusuyla utanmış besbelli, diyesi geliyor insanın. Gösterişe, imaja, görünüşe boğulmuş bir zamanda bile sırası bir an önce geçsin istemiş. Sıcacık, ışıl ışıl bize bakıyor. Küçük çocukların sesini ve neşesini andıran bir şey var bakışında. Üstünde çiçek çiçek, allı morlu bir elbise olmalı diye geçiriyorum aklımdan. Yine de o fazlalık taşmış işte küçücük kareden. Bu dünyanın asıl kökünü anlatan, en saf ve kadim bilgiyi daha 17 yaşındayken öğrenmiş olmanın fazlalığı. Büyük bir kavganın ağırlığıyla işaretlenmiş bedeni çoktan. Bedenimiz zira, şu et ve kemik yığını dilin ve kültürün sağladığı belirli anlamlarla karşılaşarak beden haline gelir. Derin bir çaresizliğin, zorlukların ve yokluğun sınavından geçmiş. Bu koca dünyada haksızlık ve “kimsesizlik” ne demek bile bile büyümüş. Kapıların bir bir yüze kapanması nasıldır duya duya. Çocukların en çok ihtiyaç duydukları şeyin, ana-babalarına baktıkları her seferinde güçlenmesini umdukları temel bir inancın ve ferahlık hissinin; “dünya her şeye rağmen güvenli ve iyi bir yerdir” sevincinin ve oradaki sükunetin bazen nasıl eksilebildiğini, uzaklaştığını göre göre. Zaten hepsini öğreniyoruz sonradan: Babasının 1,5 yıldan beridir Hey Tekstil direnişçisi/işçisi olduğunu, o ailenin derdinin uzun süredir sadece ekmek olduğunu, Dilan’ın dershane masraflarının borçla harçla karşılanabildiğini… Bunun üstüne hiç şüphe duymuyorum: Dilan’ın bedeni o komanın da üstesinden gelir… 1 Mayıs 2013 de kafasını parçaladılar Dilan’ın.
Daha ilk anda suratlarında beliriveren o ağır meymenetsizlik sebepsiz değilmiş dedirtiyorlar. Dilan can çekişirken daha, ne olacak belli değilken henüz, merhametsizlikten gerilmiş bedenleriyle tüm sahneyi işgal ediyorlar. Hiç utanmıyorlar, o durumda bile “kanıtlar”, sicil kayıtları vb. bulup çıkarmakla meşguller, buz gibi hoyrat ve sefil bir edayla.. Tüm zamanların zalimleriyle soyları aynı. Taş kalplerini hiçbir şey yumuşatamıyor. Gencecik bir kızın ölümle savaşı, acıyla iyice yorulmuş bedeni, ana babanın tarifsiz kederi ve bekleyişi, hiçbir şey… Bildiğimiz şu hayatı soğuk bir karanlığa gömmeye yetecek onca şeyden sonra bile hiç üzüntü duymuyorlar. Saf bir kötülüğün bedene bürünmüş hali bu olabilir ancak. Kapkara bir sevgisizliğin. Kendimizi, sıradan hayatlarımızı düşündüğümüzde bundan daha dehşet verici, daha ürkütücü başka ne olabilir ki: Bu canavarca insanlık durumu çünkü, bir takım pratikler içinde, bazı alıştırmalardan geçe geçe, ezber ede ede öğreniliyor demek ki. Bir kere daha anlıyoruz ki acımasız ve nobran bir zihnin bu denli fütursuz bir katılık sergilemesi; yoksullar, güçsüzler ve alttakilere karşı duyulan merhametsizliğin ve tahammülsüzlüğün her türlü kişisel erdemi ve değeri iptal eden bir şiddete ulaşabilmesi sağ-muhafazakarlığın saf bir güç/iktidar siyaseti olmasının en ayırıcı vasıflarından birisidir. Yeniden anlıyoruz ki böylesine derin bir sevgi-yokluğunu mümkün kılan şey, en temelde paranın ve soğuk hesapların, sermayenin bencil mantığının siyaseti, o siyasete hayat veren sağ-muhafazakar zihniyet ve düşünce dünyasıdır.
Nereye dönse, ne yapsa vaz geçemediği ve bırakamadığı şeylerin toplamıdır insan. Onların içimizde birikmesidir varlığımızın esasını oluşturan. Kristaller halinde içimizde çökelmesi, yer etmesidir. En baştan bizi orada bekleyen, verili bir kimlikle, “fıtratımıza” kayıtlı bir özle başlamayız hayata. Bedensel bir haz ve haz-yokluğu deneyiminin ve kalıtsal olarak belirlenmiş bazı nöro-bilişsel potansiyellerin çeperini çizdiği bir uzamı mütemadiyen genişleterek, yüce bir gayretle adeta yoktan var ederek adım adım inşa ederiz kendimizi. Yaşadığımız bütün ayrılıkların, kayıpların ve hüsranların yasını tutarak, onlardan ve bozulan her ilişkiden, sevdiklerimizi inciten ve acıtan her şeyden kendimizi de sorumlu sayarak insan oluruz. Hiç terk etmeden. Her kayıpta, kaybettiğimiz kişi ya da şeyle özdeşleşerek. Onların gölgesini üstümüze düşüre düşüre kurarız benliğimizi. Varlığımızın en içinde, her birimizi vefasızlıktan ve kadir-kıymet bilmezlikten esirgeyen güçlü bir çekirdeği muhafaza ederek. Ötekilerin/ebeveynlerimizin duygusal aynamalarını ve iç dünyamızda olan biten her şey için sağladıkları gösterenleri içimize alarak büyürüz. Teşekkür etmeyi ve minnet duymayı ta başta öğreniriz.
Sermayenin ve iktidarın memuru olduklarından, onlara tahsis edilmiş o konumlara yerleşmeyi kendi marifetleri sandıklarından –kısa devre yapmış akıllarıyla- idrak edemiyorlar: Birbirimize yaslanmaktan vazgeçeceğimizi, ana-babalarımıza sırtımızı döneceğimizi, çocuklarımızı oracıkta, yüz üstü bırakıvereceğimizi sanıyorlar. Dilbilgileri bile sıfır: Üstümüzde hesapsızca tepinecekler, suyumuzu sıkacaklar ya, “kimsesizliğimizi” en somut ve kaba haliyle anlıyorlar. Hak, adalet ve özgürlük mücadelesi, dünyaya hükmeden güç ve para ilişkilerinin dışında, santim santim kazarak, oyukları genişleterek sürebilir ancak. Bugün hiç hükmünde olanların, eli-kolu bağlanmışların, sesi duyulmayanların haysiyet mücadelesinin mecazıdır kimsesizlik. Birbirine ait olanların. İyice anlaşılsın diye, bir de şiirin diliyle; “oysa kesinlikle yazılmıştır/her sevgi kitabında/asıl olan açlıktır/çoğunluktadır”.