Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülerek yerine Taksim Kışlası’nın inşa edilmesini öngören tasarıya karşı başlayan direniş, polisin halka yönelik orantısız güç kullanımının yarattığı muazzam şiddete ve can kayıplarına karşın, iktidar kanadında ancak 16 günün sonunda projeden vazgeçilebileceğini işaret eden bir geri çekilme hamlesi olarak karşılık bulabildi. Yapılan tüm çağrılara ve görüşmelere rağmen, yönetim organlarının yanlış kararlar alabileceğinin ve yanlışı kabul etmenin bütün siyasal manevra imkanlarına rağmen bazen bir zorunluluk olduğunun hala daha anlaşılamamasının nedeni elbette ki direnişçilerin başarısızlığı veya marjinalliği değil; toplumu anlamakta ve çağrılarına yanıt vermekte oldukça sınırlı olan devlet aklının, otoriter bir anlayış ve “karizmayı çizdirmemek” uğruna verilen çabanın birleşmesiyle karşımıza çıkan dehşet verici hali. 20 gündür tanık olduğumuz bu toplumsal hareketlilik, daha önce de defalarca dile getirildiği ve herkesin malumu olduğu üzere, ilk çıkış noktası olan yeşil alanın tahribi ve kamusal alanın rant malzemesi haline gelmesi boyutundan gün geçtikçe daha fazla anlam teşkil etmeye başladı ve geniş kitlelerce destek bulmasını sağlayan temel neden, ortaya konulan tepkinin belirli bir noktadan sonra, Ahmet İnsel’in deyimiyle söylersek, haysiyet ayaklanmasına ve toplumun her kesimini kapsayacak bir özgürlük mücadelesine dönüşmesi oldu. Özellikle son birkaç gün içerisinde sınır tanımaksızın yapılan saldırıların aldığı dehşet verici boyut, direnişi daha da radikalleştirerek korku ve baskı rejimi yaratma yolunda emin adımlar atan AKP hükümetine karşı sert bir başkaldırı haline evrildi. Sürecin başlangıcında ve gelişiminde etkili olan faktörler, hareketin otonom biçimde kendini kurmadaki becerisi ve adeta bir ok gibi fırlaması ve bu okun ana muhalefet CHP’nin ‘muhteşem altılı’sına yedinci ayak olarak neden dahil ol(a)madığı gibi tartışma başlıkları bugün bu sıcak gündem içerisinde hala büyük önem taşıyor; ancak bahsettiğim başlıkları bir kenara bırakarak, adını ister referandum veya ister plebisit olarak koyalım, Gezi Parkı’nın akıbetini bir halk oylamasına bırakmanın mevcut koşullar içerisinde ne gibi bir anlam teşkil ettiğini meselenin mevcut arka planıyla bağdaştırarak tartışmayı deneyeceğim.
Böyle bir değerlendirmeyi yaparken, referandumun kararlaştırılmış nihai çözüm yolu olduğu gibi kurgusal bir zemin yarattığımı kabul etmekteyim ve bu zeminde oluşabilecek yapılacak olası halk oylamasının getirisini-götürüsünü yorumlamak bugünün reel koşullarıyla/imkanlarıyla doğrudan paralellik içermiyor. Buradaki amacım memleketimizin hukuk lobisinde bir dönemin yıldızlarından Sabih Kanadoğlu’nun rolünü üstlenip oylamanın hukuki imkânsızlığı üzerinden referandum ihtimalini çürütmek şükürler olsun ki değil, kaldı ki referandum ihtimalinin gündemimize girdiği çarşamba gecesinden beri bu tip bir oylamanın hukuksal dayanağı olmadığına dair değerlendirmelerin herkes için yeterli olduğu düşüncesindeyim. Buna ek olarak, Taksim Kışlası için halk oylaması yolunun açılmasının sonucu olarak, bu projeye benzer diğer kararların (Mersin Akkuyu Nükleer Santrali, Kentsel Dönüşüm vb.) da tartışmaya açılma ihtimali ve AKP’nin siyasal taktikleri göz önünde bulundurulduğunda, “referandum yapabiliriz” sözünün bir çeşit nabız yoklaması olarak okunabileceğini düşündüğümü de not düşeyim.
Bahsi geçen halk oylamasının ezici bir çoğunlukla direnişçilerin lehine sonuçlanması Gezi Parkı’nın mevcut işlevinin korunmasını sağlayacak olsa bile, bu yöntemin sunuluş biçimi ve içerdiği anlam bakımından oldukça sakıncalı yanlar barındırıyor. Öncelikle bu kararın ortaya çıkışı biçimini ele alarak başlayalım. Plebisit aracılığıyla parkın geleceğine karar verme gibi seçeneği, temsiliyet iddiası taşımadıkları kendilerince de defalarca deklare edilen ve hangi kıstaslar esas alınarak seçildiği belli olmayan 11 kişilik bir heyetle yapılan toplantının ardından açıklamak, karşılıklı bilgi alışverişi olarak yansıtılan bu görüşmenin yetkililerce daha farklı bir anlam taşıdığını gösteriyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve daha önce başbakan vekili unvanıyla temsilcilerle görüşen Bülent Arınç, gereken mesajların alındığını söylediler ancak gerçekleştirdikleri görüşmeleri sorunun çözümü yolunda atılmış ilk adım olarak anlamlandıracak yapıcı bir plan ortaya koymadılar. Böylesi bir karar sürecinde Taksim Dayanışması gibi mevcut yapılar arasında meydanı en geniş anlamda temsil eden yapıyı dışarıda bırakmak ve hükümet tarafından seçilmiş “duyarlı birkaç vatandaş” olarak da tanımlanabilecek 11 kişilik bir heyetle çözüm yolu arayışında bulunmak, en geniş anlamıyla direnişçilerin iradesini yok saymak anlam taşıyor. Olayların patlak verdiği ilk günlerden beri basın kanalıyla yapılan her açıklamada o ya da bu biçimde marjinalize edilmeye çalışılan Gezi Parkı direnişçilerinin ortak iradesini muhatap almama eğilimi[1], bu marjinalleştirme çabasının aslında direnişçileri karar alma mekanizmalarının dışında bırakma gibi bir anlam taşıdığını da gösteriyor ve en kaba haliyle “komünizm gelecekse onu da biz getiririz” dercesine devletin her işi diyalogsuz ve tek başına yapmaya muktedir olduğunu kanıtlama çabasına dönüşüyor. Eylemleri sona erdirmek ve parkı boşaltmak için her türlü yolu meşru gören saldırgan tavır da bu güç gösterisi merakından besleniyor.
Her ne kadar bu görüşmenin ertesi akşamında Taksim Dayanışması temsilcileriyle bir görüşme gerçekleşse de; bu görüşmeye zemin hazırlayan faktörün de, direnişçilerin tam da bu sebeple ilk görüşmeye karşı takındıkları mesafeli tavır ve bu görüşmenin kitleleri sokaklardan evlere dönmelerini sağlayacak etkiyi yaratmadığının hükümet tarafından fark edilmesi olduğu fikrindeyim.[2] Zaten asıl kıyametin de bu planlarla görüşmeye çağrılan Taksim Dayanışması’nın, görüşme sonrasında alanı terk etmemek lehine aldığı karardan sonra koptuğunu da hesaba katarsak, bu görüşmenin de halkla diyaloga girmek ve talepleriyle uzlaşmak gayesi taşımadığı açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Buna rağmen Taksim Kışlası’nı halk oylamasına sunmanın temsiliyet bakımından bireysel iradeyi doğrudan ortaya koyduğu ve bu nedenle de temsiliyet tartışmasına son vereceği iddia edilebilir ancak kamusal bir sorun haline gelmiş bu meselede çözüme ilişkin tercih mekanizmasını belirlemek bile başlı başına bir irade ve temsiliyet gerektirir. Yöntemsel tercihi yaparken bu iradi ve temsili gerekliliğin yerine getirilmediği ve alternatif çözümlerin tartışılmadığı koşullarda, karar alma sürecinin doğrudan demokrasi yaratmayacağı da ortadadır.
Başbakan Erdoğan ve yardımcıları ile direnişçilerin bugüne kadar uzlaştıkları tek nokta, eylemlerin taşıdığı değerin artık sadece bir kışla-park meselesi ekseninde olmadığıydı. Nitekim Taksim Dayanışması’nın talepleri arasında yer alan biber gazı kullanımının yasaklanması, tutuklanan direnişçilerin serbest bırakılması, sorumluların cezalandırılması ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması gibi maddeler de en yalın haliyle toplumun bugüne kadar yok sayılan haysiyetinin ve yaralanan-ölen direnişçilerin hesabının verilmesini temsil ediyor. Sorunu sadece bir halk oylamasıyla Gezi Parkı’nın geleceğini belirlemeye indirmek, geride kalan sürede toplum vicdanını yaralayan bütün davranışları yok saymak ve bu eylemlerin faillerini bir bakıma ödüllendirmek anlamı taşıyor. Çözümü tartışma zeminine taşımaktansa matematiksel bir evet-hayır denklemine indirgemek, taleplerini hükümete duyurmak için sokağa çıkan kitlenin sesine kulak kapamaktan öteye gitmiyor. Jandarma ve polisin kol kola girdiği ve adeta saldırıların katliam noktasına vardığı o kara cumartesi akşamından sonra bütün bu taleplerin bir kenara itilip park-kışla ikilemine endekslenmesi de zaten artık mümkün değil.
Üstelik, bugüne kadar sandık ve çoğunluk üzerinden kurulan cümlelerin artık bir kenara bırakılması talebi geride kalan zaman diliminde belki de direnişçiler tarafından en fazla vurgulanan mesajlardan biriydi. Hal böyle iken, cevabı sandıktan alalım demek taleplerin hükümet kanalında anlaşılmak istenmediğini ve verilen mesajların değerlendirmeye alınmadığını bir kez daha gösteriyor. Neredeyse küçük bir grup haricinde herkes, Taksim’den yükselen direnişin Tahrir ile aynı koşullarda doğmadığını ve taleplerinin de bu noktada farklılaştığını kabul ediyor ve iktidar partisinin seçimleri ezici bir oranla kazandığı gerçeğinin de hakkını veriyor. Daha açık biçimde ifade edersek, Erdoğan hükümetinin çoğunluğa hükmeden bir azınlık rejimi olmadığı aşikar ve bu nedenle talepler çoğulculuk temelinde birleşiyor. Bütün bu eylemler Başbakan Erdoğan’ın her fırsatta dillendirdiği ekonomi politikalarını yürütmedeki maharetinin esin kaynağı olan liberalizmin, AKP hükümeti döneminde yalnızca ekonomi alanına sıkışmışlığına ve siyasal anlamıyla liberallikten nasiplenmemiş oluşuna bir şikayet aynı zamanda. Seçim merkezli demokrasinin yarattığı problemin çözümünü yine sandıkta aramak ise tam anlamıyla bir oksimoron.
Başbakan Erdoğan’ın dile getirdiği şeylerden bahsetmişken, dile getirmekten çekindiği şeylere de temas etmekte fayda var. Çarşamba akşamı yapılan görüşmenin devlet adına baş aktörü olmasına rağmen basının karşısına çıkıp, referandum önerisi biçiminde bile olsa, halkın taleplerine kulak verdiğini kabullenmekten ve eylemlerin başarıya ulaştığının hakkını vermekten kaçınmasından bahsediyorum. “Delikanlı adam” imajını tesis ederken referans aldığı Kasımpaşalılık, ölen yiğidin hakkını vermekte çoğu zaman sınıfta kalıyor. 11 kişilik heyetle yapılan toplantının sonucunu açıklayan konuşmayı yapma görevini çarşamba gecesi bütün kanalların "A takımı" dediği ekibine havale ederken, bir kez daha kendisinden beklenen yumuşama sinyalini vermekten kaçındı. Referanduma götürmek gibi bir geri çekilme sinyalini verirken bile, yardımcıları aracılığıyla vermeyi tercih etti ve ‘taşeronlaşma’ya yeni bir boyut kazandırdı. Yarım bir ağızla ve aracılar refakatiyle problem çözmeye çalışmak, sorunun çözümüne katkı sunmadığı gibi günden güne artan şiddetin etkisiyle meseleyi çözümsüz bir zemine taşıyor.
Öte yandan bugünkü konuşmasında Başbakan Erdoğan, direnişçileri suçlamaya devam etti ve direnişçileri parkı tuvalet gibi kullanmakla itham eden aşağılayıcı bir dil kullandı. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun duyduğu ıhlamur kokusu, Erdoğan’ın açıklamalarında birkaç gün içerisinde sidik kokusuna dönmeyi başarırken olası bir referanduma kadar geçen sürede, şimdiden hat safhaya ulaşmış dezenformasyonun varacağı noktayı şimdiden kestirmekse imkansız. Camide içki içilmesi iddiası başta olmak üzere onlarca yalanın yanına, muhtemeldir ki “15 ağaç için referanduma götürdüler, şimdi bunun için 1500 ağaç kestiriyorlar değerli kardeşlerim!” hitabı da eklenmeyi başaracaktır. Zira Taksim Dayanışması ile masaya oturduktan sonra bile aleni olarak direnişçilere hakaret etmekten çekinmeyen tek kişi Erdoğan değil; başta Melih Gökçek olmak üzere topyekün savaş taktiğini ezber belleyen AKP yetkilileri muhtemelen gün geçtikçe suçlamaları ve karalama kampanyalarını arttıracaktır. “Milli iradeye saygı” adıyla çıktıkları yolda, halk oylamasını kutuplaşmayı daha da arttıracak bir seçim kampanyası şovuna dönüştürecek potansiyeli de içlerinde barındırıyorlar. ‘Halka rağmen millet için’ diye de özetlenebilir bu tablo. Meydanlarda bulduğu her fırsatta yakılan birkaç polis aracını anarken polis kurşunuyla katledilen Ethem Sarısülük’ün adını bile anmayacak, Kuala Lumpur ve bütün İslam coğrafyasına selam yollarken gözünü İstanbul’da yaşananlara kapatacak kadar berbat bir potansiyel…
Öneriyi eksik kılan bir başka nokta ise, halk oylaması sinyalini verdikten hemen sonra eylemlerin sonlanması talebinde bulunulmasıydı. Mutlak bir fayda amacı güden bu çağrının, günlerdir müthiş bir diğerkâmlık örneği gösteren direnişçilerin dayanışmasını sonlandırmak için yapılması oldukça ironikti. Erdoğan’ın kıskançlık içerisinde dış finansman almakla suçladığı direnişçilerin yardımlaşma ruhunun iktidara yarattığı potansiyel tehditi faydacı akılla savuşturmaya çalışma denemesi başarıya ulaşmadıysa, bunun temel nedeni referandumun direnişçilere adeta bir sadaka gibi sunulmasıydı. En karikatürize haliyle “Referandum yapabiliriz, haydi şimdi Taksim'den dağılın” demek, oldukça optimal taleplerde bulunan direnişçiler için yeterli değil. Alışık olunan sol dilin aksine, Taksim Dayanışma’nın ortaya koyduğu talepler mevcut haliyle zaten her iki taraf açısından da kabul edilebilir düzeyde. Hareketin kazandığı büyük gücü fırsata çevirip başlangıç günündeki taleplerin üzerine makro boyutta isteklerin (3. köprü, Kanal İstanbul ve kentsel dönüşüm gibi konular) eklenmesi gibi bir çabanın olmaması da üzerinde düşünmeye değer bir durum. Talepleri siyasal güce endeksleme gibi bir çaba olmayınca ve talepler optimal düzeyde tutulunca, devlet yetkililerinin talepleri daha aşağı çekmeye çalışmayı denemesi de anlamsız bir hal alıyor. Bu nedenledir ki referandum önerisi bir tür ağza bal çalma denemesi olmaktan öteye gidemedi ve Gezi Parkı direnişine devam kararı alan kitle de buna benzer bir düşünceyle hareket etmiş olmalı ki, talepler kabul edilinceye kadar direnişin arkasında durma kararlarını açıkladılar.
Yazıyı sonlandırmadan önce, en kötü ve gerçekleşme ihtimalinin en az olduğunu düşündüğüm senaryo üzerine de biraz düşünelim: Direniş tek başına projenin iptaline ve taleplerin kabulü için yeterli olmaz, referandum/plebisit gerçekleşir ve tıpkı Stuttgart 21 projesindeki gibi çevrecilerin aleyhine sonuçlanır. Kışla projesi ve Stuttgart 21 arasında özel koşullarındaki farklılıklardan dolayı analoji kurmak sağlıklı olmasa da, bahsettiğim kurgu sonucu itibariyle oldukça benzer. Stuttgart’ta yeni bir tren hattı ve büyük çaplı bir şehir kalkınması öngören bu dev proje, uzun tartışmaların ardından yapılan ve katılımın oldukça düşük olduğu bir plebisit sonucunda proje kabul edilmişti. [3] Buna rağmen Stuttgart eylemcilerinin savları meşruiyetini yitirmedi ve ortaya konulan tepkinin de etkisiyle Stuttgart’taki son eyalet seçimlerini Alman Yeşiller Partisi’nin (Die Grünen) kazanmasına bir nevi yol hazırladı. Gezi Parkı direnişinin şu an için seçimlerde de beraber hareket etmeyi planlayan bir siyasal hareket iddiası taşımadığını ve önceki seçimlerde de hatrı sayılır oylar alan Die Grünen’in siyasal başarısının arkasında bir siyasal ittifakın yattığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerek. Ancak Gezi Parkı direnişinin gelecek dönemde alacağı halin ne gibi kazanımlara imkan tanıyacağını düşünmek ve iki ağaç meselesi olarak küçümsenmeye çalışılan çevreci hareketin ulaşabileceği boyutları kestirmek adına Die Grünen ve Stuttgart 21 örnekleri oldukça verimli. Die Grünen’in Türkiye siyasetine öğreteceği bir şey daha var: Gezi Parkı eylemlerinde de protestoculara destek veren, uzun yıllardır Türkiye’deki insan hakları ihlallerine karşı seyirci kalmayan Claudia Roth’un bize gösterdiği üzere Yeşil hareket sadece ‘çevre duyarlılığı’ anlamına gelmiyor, demokratikleşme ve özgürleşme taleplerini de kapsıyor. Devlet yetkilileri 20 gündür her konuşmada saygıyla andıkları çevre duyarlılığı olan insanların hak taleplerinin uzandığı geniş yelpazeyi göz ardı etmeye çalışsa ve çevreciler-marjinaller ayrımından vazgeçmese de, Türkiye siyasi gündeminde ezelden beri marjinal olan Claudia Roth bu anlamda önemli bir simge.
Gezi Parkı direnişinin ortaya çıkardığı tablo, projenin uygulanmasını engelleyip engelleyemeyeceği konusundaysa Stuttgart örneğine kıyasla daha umut verici. Almanya’daki örneğinin aksine Türkiye’de eylemcilere karşı oluşan tepki proje temelinde değil ve Taksim Kışlası’nın yapılmasının hayati bir mesele olduğunu iddia eden geniş bir halk tabanı yok. Referandumun kararlaştırılması halinde oylama öncesindeki tartışmanın büyük ölçüde proje ekseninden sapması oldukça olası ancak yapılan araştırmaların da gösterdiği üzere Kışla’nın inşasını destekleyenlerin oranı, AKP’nin oy oranıyla pek paralellik göstermiyor ve açık ara farkla alanın park olarak kalmasını destekleyenler önde.[4] Dahası, referandumun dolaylı yoldan da olsa, sandığı kale belleyen ve her seçimin “winner”ı olarak kabul gören AKP’yi kendi silahıyla yenmek ve böyle bir yenilginin demokratik talepler olunca sözün ve eylemliliğin dilinden anlamayan AKP’ye “anlayacağı dil”den yanıt vermek gibi bir fırsata kapı aralaması da ihtimaller arasında. Ancak yalnızca sandık üzerinden hesaplaşan bir siyasal kültüre yeterince sahip olduğumuzu düşünürsek, tek seferle sınırlı haliyle bir yerele danışma pratiği olarak bu referandum yeni bir siyasal dilin inşasına katkı sunmayacak ve istisnai bir örnek olarak siyasal tarihe geçecek. Katılımcı bir siyaset pratiği oluşturmanın tek önkoşulunun halk oylaması olmadığı açık ve Taksim Dayanışması bileşenleri gibi oluşumların normal siyaset sürecinde de kararlara yön verebileceği bir tartışma zemini oluşturulmadığı sürece referandumu fırsat olarak görmek oldukça zor. Dahası, bu örnekte de görüldüğü üzere, uygun koşullarda yapılmayan bir halk oylamaları ancak siyasal partiler ekseninde kutuplaşmayla belirlenen kararlara yol açabilir. Bugün ‘Taksim Kışlası Yaşatma ve Koruma Platformu’ gibi güncel siyasetten bağımsız bir sivil toplum hareketi ve bu fikrin radikal taraftarları olmamasına rağmen, AKP’nin manipülasyonu sayesinde referandumda Gezi Parkı aleyhine oy kullanacakların parka değil Gezi Parkı direnişçilerine karşıt olanlar biçiminde kodlanacağını düşünebiliriz.
Gezi Parkı direnişi her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, özellikle genç kuşak olarak tanımlanan bizler üzerinde yarattığı siyasal etki bakımından, bugünün ölüsü yarının yeni bir siyaset yapma biçimi ve kültürüyle muhakkak ki hatırlanacak bir tarih anlamına gelecek. Bu direniş, Türkiye sağının ve solunun bugünün siyasetini her daim geçmişe atıfla kurmaya çalıştığı fazlasıyla tarihsel siyaset biçiminden farklı olarak, genç kuşakları hiçbir zaman tanık olmadığı bu altın çağ siyasetinin mirası altında ezilmekten ve geçmişten bugüne taşınan yenilginin yarattığı sinizme kapılmaktan kurtarabilecek bir siyasetin oluşmasına da imkan sağlayabilir. Önemli bir kısmı Turgut Özal’ı bile görmemiş Gezi Parkı direnişçilerine karşı sözünü Adnan Menderes ve 27 Mayıs üzerinden bir başbakanla aynı dili konuşmayan, son günlerde herkesin 90 kuşağı dediği bu kitle güncelin gerektirdiği koşullara esneyebilen ve lider odaklı olmayan bir politika zemini talep ediyor. Günümüz siyasal tartışmaların geçmişle hesaplaşma derdi taşımadan her daim eskinin siyasal güncesine atfedişinden ve o geçmişin son kahramanlarını siyasette görmekten bıkan bu nesil için 28 Şubat’ın anlatılan mezalimi çok fazla bir şey ifade etmiyor çünkü aynı kitle siyasetle tanışmaya başladığı günden beri tek muktedir, tek iktidar erki olarak Başbakan Erdoğan’ı tanıyor. Gezi Parkı’ndaki siyaset bugün için elzem olarak özgürlük talepleri etrafında ve bir tür ‘kentsiz kentleşme’nin karşısında olmak üzerinden kuruluyor ve bunun mümkün olduğunca katılım eşitliği sağlanan bir ortamda yapılması için çabalanıyor.
Gezi Parkı eylemcileri Murray Bookchin’in vurguladığı, biraz da abarttığı, Antik Yunan kenti siyasetini elbette ki yaratmıyor ama kendi yerelinin kararını ve nasıl kurulması gerektiğini, dünün değil bugünün somut koşullarını esas alarak yine kendi belirlemeyi talep ediyor. Tüm bunların sonucu olarak kurulabilecek yeni siyaset kendi yüzyılının parlak siyaset çağını da yaratabilir veya daha ötesine giderek herhangi bir altın çağa saplantılı hareket etme hastalığını yenecek panzehiri de üretebilir.
Karl Marx, geçmiş ve bugün arasındaki bağlantıyı açıklarken "Yaşadığımız çağın dertlerinin, acılarının yanı sıra; eski, çağı geçmiş üretim tarzlarının hala devam etmelerinin sonucu olan, dünün mirası bir sürü derdi ve acıyı da, beraberlerinde getirdikleri çağımıza ait sosyal ve siyasal ilişkilerle birlikte yüklenmek zorundayız. Yalnız yaşayanlardan değil ölülerden de çekeceğimiz var." diye yazıyor. Bu sözün hakkını vererek, dünü toptan yok saymadan ve bugün üzerinde yarattığı etkiyi unutmadan, tarihsel deneyimlerin mirasını tek rota ilan etmeyen ama bir rehber olarak da elinde bulunduran bir siyaset talebi gençler arasında yükseliyor. Kendi arasında 12 Eylül öncesi nerede olduğu ve o dönem yaptıkları hatalar üzerinden ayrış(a)mayan, bu sayede zihninde her daim geçmişin yenilgisini taşımama gibi bir fırsatı da içinde barındıran bir nesil, yeni siyasetini kurarken yarına bugünden miras kalacak bir sürü derdi ve acıyı taşımak yerine Gezi Parkı direnişinin haklı gururunu ve zaferini taşıyor. Hem de kolluk kuvvetlerine ve satırlı güçlere karşı top-tüfek kullanmadan alınmış bir zaferi…
16.06.2013
[1] İradenin temsili meselesi sadece Taksim Dayanışması ile de sınırlı tutulmayabilir. Olayların geldiği son nokta ve talepler arasında bu süre zarfında uygulanan şiddetin sorumlularının cezalandırılması gibi bir talep varken, Ankara’daki protestocuların da görüşmelere katılması gerektiği de pekala savunulabilir. Hükümetin ve idari temsilcilerin ısrarla vurguladığı “çevre duyarlılığı olan vatandaşlarımız” ve “marjinaller” ayrımı, bizatihi Taksim dışında yapılan bütün gösterileri gayrimeşru bir zemine taşıma amacı da taşıyor ve diğer illerdeki hareketlerle birliktelik ve iletişim sağlayacak bir yapının olmaması da bu sanal ayrımın varlığını sürmesine ve mekânsal ayrışmanın derinleşmesine neden oluyor.
[2] İkinci görüşmeye, sanatçı seçkinciliği yapma gibi bir amaç taşımadan, sanatçılar konusunda bir şerh düşeyim. Gezi Parkı’nda sanat temelli çeşitli örgütlenmeler de yer alıyor ve sanatçıların -en azından bir kısmının- bu yapıları temsilen görüşmelere katılması istenebilirdi. Direniş boyunca çeşitli suçlama ve tehditlere maruz kalan Mehmet Ali Alabora gibi bazı sanatçıları da bir nevi iade-i itibar göstergesi olarak toplantıya çağrılmasında diretmek makul bir hareket olurdu. Nitekim “Milli İradeye Saygı” mitinginde de Erdoğan, bu çirkin karalamaya devam etti.
[3] Alman basını Gezi Parkı direnişini anlatırken zaman zaman bu analojiyi kullanmayı tercih etti, bu kıyaslamayı biraz da oradan ilham alarak yaptığımı ifade etmeliyim.
[4] Bu araştırmalardan bir tanesi: Türkiye genelinde kamuoyunun yüzde 64,1’i, İstanbul’da ise yüzde 75,5’i Taksim’de Topçu Kışlası’nın replikasının inşa edilmesi projesine olumsuz bakıyor. http://t24.com.tr/haber/istanbullularin-yuzde-755i-topcu-kislasina-hayir-diyor/231499