27 Mayıs 2013’te Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülmeye başlanmasıyla çıkan isyan, 31 Mayıs’ta yaşanan polis terörü sonrasında toplumsal bir kalkışmaya, 11 yıllık iktidarın varlığına yönelik bir “haysiyet ayaklanması”na[1] dönüştü. Taksim’de başlayan heyecan Türkiye’nin her yerine yayıldı ve polisin estirdiği terörün şiddetine endeksli bir biçimde öfke-huzur eğrisi arasında gitti geldi, hâlâ da gidip gelmeye devam ediyor. Zira Türkiye’nin üzerindeki polis gölgesi de biber gazı bulutu da halen dağılmış değil.
31 Mayıs günü spontane bir hareketle, çoğunlukla sosyal medya üzerinden örgütlenerek Taksim’e akan kalabalığın bir odak karşısında konumlanması, bir arada durmalarını hayal dahi edemeyeceğimiz çeşitlilikte bir kitleyi bir araya getirdi. Birkaç gün içerisinde inanılmaz bir “imkânsız” enflasyonu yaşandı. Kanlı bıçaklı taraftar grupları yan yana geldi, apolitik diye geçiştiriverilen genç kuşak baretini maskesini takıp meydana çıktı.
Biz biber gazının mutluluk hormonunu tetikleme ihtimalini tartışmaya başlamışken, cumartesi günü (1 Haziran) polisin meydandan ve Gezi Parkı’ndan çekilmesinin ardından parkın içerisinde kurulan komün ortamında da bu ruh muhafaza edildi. Para denilen şey tedavülden kaldırıldı, bir arada yaşamak nedir konusunda adeta pilot bölge uygulamasına geçildi, toplumun birbirini dışlayan tüm unsurları bir arada yaşamaya başladı. LGBTT hareketine mensup bireyler belki de asla göremedikleri kitlesel saygıyı gördüler, Anti-kapitalist Müslümanların Cuma namazı tüm kitle tarafından kollandı, kandil günü ilk defa böylesine coşkuyla kutlandı. Türkler Kürtlerle, solcular birbirleriyle dayanıştılar, tartıştılar. Ya bu işte bir yanlışlık vardı ya da utanmasak yatıp kalkıp muktedire ve polislerine teşekkür edecek noktaya gelmiştik, ilk defa bir olmuştuk!
Tüm bu olanlar her şeyi olduğu gibi, düşünme, konuşma ve üretme biçimlerimizi ciddi biçimde dönüştürdü. İsyanın ilk gününden itibaren kitlenin kendini ifade etme arayışı büyük ölçüde sosyal medya ve onla organik bir bağ muhteva eden duvar yazılarında kendisini gösterdi. İsyan ortamının keyifli özgürlüğü tüm duvarları paylaşıma açtı, hatta bir tür sanat mekânına dönüştürdü. Sprey boyalar hiç olmadığı kadar özgürleşti ve bir neslin, bilgisayar oyunlarına, internete, sosyal medyaya, 21. yüzyıl alışkanlıklarına aşina bir neslin cirit attığı bir alan haline geldi.
“Taksim devrimi” ileride kendi tarihini yazmaya başladığında kitlenin ifade arayışını duvar yazılarına nasıl yansıttığını ıskalaması mümkün gibi görünmüyor. Zira bunlar hem polis saldırısı altında, hem de Gezi Parkı’nda kurulan o ütopyada insanları bir arada tutan, bizi “biz” yapan motivasyonu körükleyen, nasıl olduğunu hâlâ anlamadığım biçimde yüzleri bir türlü asılmayan insanların en büyük eğlence ve motivasyon kaynağıydı. Zira duvardaki bizdik. Her gördüğümüze içimizden gelerek güldük, heyecanla paylaştık. Ortalık biber gazından görünmüyorken duvardaki yazının fotoğrafını çekmeye çalışan insanın da, “Anne sen de gel!” yazısının yazıldığını gören amcanın koşarak gelip “Emekli maaşı sen de gel, yazın gençler!” ricasının da başka bir açıklaması olamaz fikrimce.
Öyle bir dalga, öyle bir kafa açılması ki bu, teması “kamusal alanda sanat” olan bienalin iptalinin teklif edilmesine kadar vardı etkisi. Üstelik duvar yazılarına özgü bir durum değil tabii ki bu. Polise karşı söylenen tezahüratlarda (“Sık Bakalım”da, “Biber Gazı Oley”de), polis şiddetine karşı çözümü “durmakta” bulan “duran adam”da, “Biber gazına ne iyi gelir?” tartışmasını Adile Naşit ve Münir Özkul’un meşhur limon-sirke çekişmesine uyarlayan zihinde, sefil olmuş inşaat makinesini pembeye boyayan heveste, ters dönmüş bir arabayı dilek ağacına çeviren mutlulukta her zaman kendisini gösterdi bu kafa açılması, özgürlük arayışı. Beni kim anlar diye de düşünmedi kimse, “Sis Atma OÇ” diye yazdı duvara, hayatında internet kafeye gitmemiş, Counter Strike nedir bilmeyen kitlenin inadına. Zaten tüm bunların altında bir yerlerde, bizi görmeyene “varız” demek yok muydu? Biz bizdik işte. “İnternet kahve” çocuklarıydık.
Şimdi de telefondaki annemize, patlayan ses bombasını egzoz gürültüsü, “Arkadaşlar, Gümüşsuyu’ndan polis geliyormuş!” yakarışını “bir arkadaşın şakası” olarak yutturmaya çalışan çocuklar olduk. Artık biber gazından da anlıyoruz, gaz maskesi takmayı da biliyoruz. Deniz gözlüklerimiz de hiç bu kadar işe yaramamıştı. Dahası, hiç böylesine cesaretli, böylesine bir arada olmamıştık. Pokemon’u yasaklatan çocuktan beri de hiç bu kadar sinirlenmemiştik!
Malum, mayıs ayının son günlerinden beri aynı dünyayı başka gözlerle, başka bir cesaretle algılıyor herkes. İçinde yaşadığımız hayat dönüşürken dil de dönüşüyor, dağarcığımıza yeni kelimeler ekleniyor ya da mevcut olanların anlamı değişiyor. Yirmi gündür yaşanılanlar hiçbir şey değilse kelime dağarcığımıza kattıklarıyla bir “devrim” fikrini içimizde gıdıklıyor, nabzımız ilk defa bu kadar yüksek atıyor. Günlerdir konuşulan o yeni kelimelerden birisi de “90 gençliği” lafı aslında. Yıllardır kullanımda olan, üst nesillerin biraz da kendi öznelliklerinde ürettikleri ve biraz da kafamıza kaktıkları bu terim bugün bambaşka bir şeyi anlatıyor. Zira o nesli oluşturan kitlenin nasıl dönüştüğüne tanık oluyoruz günlerdir. Üst nesil dediğim insanların dönüşeni gördüklerinde yüzlerinde beliren anlamlı tebessüm ve o gülüşün arkasındaki memnuniyet ve bazı bazı kendini gösteren tatlı kıskançlık belirginleşiyor, görünür oluyor, ya da öyle olduğunu düşünmek benim işime geliyor. Çünkü “kazandık” demeye bu kadar dilimin vardığı hiç olmamıştı.
Madem öyle, hiç olmadığı kadar sahiplendiğimiz neslimize göğsümüzü gere gere sahip çıkıyoruz biz de bu ara. Sokakta her çarptığımızdan özür dilememiz de, biber gazının içinde kalınca kaçmadan önce elimizdeki Talcid’li solüsyonu yanımızdakilere ikram etmeyi düşünmemiz de, evde annemizin elimize tutuşturduğu börekleri Gezi’ye götürüp tanımadığımız insanlara yedirirken gözlerimizin dolması da bu yüzden. Bir görece sakinlik anında, karga tulumba birbirimizi taşıyıp, çatısının altı dışında hiçbir boş yer kalmayan trafonun en tepesine yazıyoruz isyanımızı: “Boyumuz uzuyor!” Çünkü GTA’da polis döven bir nesle çattılar, çünkü Mustafa Keser’in Askerleriyiz, çünkü Çare Drogba, çünkü Biji Serok Atatürk, çünkü Sis atma OÇ, çünkü Kahrolsun bağzı şeyler! Ve daha yüzlercesi.
Gördüğüm, bildiğim kadarıyla sol jargon en çok da karamsarlığı, yenilmişliği yeniden üretmeyi iyi becerdi bugüne kadar. Fakat elhamdülillah (bahanedir, zalimle zalim olmayan Müslümanlara selam ola) son günlerde o dil bile dönüşüyor, o bildik ezbere cümleler duvara geçilmeye çekiniliyor. “Kahrolsun ABD Emperyalizmi” yazacağım diye kalkan el dayanamıyor, yapıştırıveriyor: “Bu biber gazı bir harika dostum!”
Hiç kusura kalmayın be abiler, bizim yüzümüz artık gülüyor!
Not 1: Duvar yazıları üretildiklerinden çok kısa bir süre sonra duvarlardan siliniyor. Bu kıymetli günlerin hafızası http://duvardakisesler.tumblr.com/ adresinde toparlanmaya çalışılıyor. Repleri unutmayalım!
Not 2: Anne, börekleri arkadaşlarıma dağıttım, patlayan da egzoz değildi ama biz zaten arkalardayız!
[1] Ahmet İnsel, “Haysiyet Ayaklanması”, Radikal, 04.06.2013, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ahmet_insel/haysiyet_ayaklanmasi-1136174.