“Pareto, 70 yıl önce [biz diyelim, bir asır] farkına varmıştı: ‘Özgür ve demokratik denen ülkelerde özgürlük … yani eylemde bulunma kudreti, suçlular hariç herkes için günden güne azalıyor’. İnsanı siyasal bir varlık yapan, eyleme yetisidir. Bu yeti ona, eşitleriyle bir araya gelme, birlikte eylemde bulunma; kalbinin arzuları bir yana, bu armağanla ödüllendirilmiş olmasa aklına hiç gelemeyecek amaçlarına ulaşma ve girişimlerini başarma –yani, yeni bir şeye atılma- kabiliyeti verir.” ([1])
Yaşar Kemal, efsaneyi, Ağrı Dağı Efsanesi olarak 1970’te yazınsallaştırır.
Efsaneye göre, bir gün, bir kır at, efsanenin kahramanlarından Ahmet’in kapısında durur –geniş soluklarıyla. Ahmet’in yanında ak sakallı Sofi de vardır ve birlikte, kır atın sağrısındaki damgayı fark ederler. Acaba, hangi oymağın, beyin, paşanındır?
Ahmet tedirgin olsa da, göngörmüş ak sakallı Sofi, ‘Mademki, at senin kapında durmuş, at senindir,’ der. Zira, kendiliğinden bir kapıya gelip durmuş olan at, Hak’ın doğal bir armağanı olmalıdır. ‘Üç kere gider aşağı yola bırakırsın. Eğer yine gelir kapına durursa, tamam, at senindir,’ diye de ekler, Sofi.
Meğer, at, Osmanlı’nın Beyazıt paşası Mahmut Han’dır. Ahmet, töreyi (‘yaşama etiğini’) aktaran Sofi’nin dediklerini yapar ve ısrarla gelip kapısında duran atı sahiplenir. Paşa ise, “Bir dağlı, bir talancı, bir çocuk, daha bıyığı bitmemiş, benim atımı çaldı, bana hakarette bulundu,” diye dellenip kükremeye başlar.
21. Yüzyıl’ın başlarında bir gün (Mayıs, 2013), Ağrı Dağı’ndan epey uzakta, Fırat’ın çokça batısında, evrensel yaşama etiğinin yeşili en doğal insan hakkı gördüğü, ağaca, doğaya, yaşama alanlarına sahiplenmeyi en meşru yurttaş tavrı kabul ettiği evrensel demokrasi kültürü eşiğinde, ‘tuhaf’ bir hadise yaşanır. İstanbul şehrinin Taksim muhitinde, elde avuçta kalan birkaç yeşillik ufarak alandan biri olan Gezi Parkı’na, başını ülkenin başbakanının çektiği, arkasına neo-liberal küresel kapitalist rüzgârı almış siyaset erbabı göz dikmiş, ne idüğü belirsiz bir eski zaman kışlasını ihya etmek kisvesi altında, ağaçları kökleyip yerlerine bir avm heyülası dikmek azmi –ve ağır iş makineleri- ile parka dayanmıştır. Niyeti bilmekte ve direnmekte olan bir grup genç tam teçhizatlı polisin şiddeti ve biber gazı ile püskürtülür.
Sonra… o gençlere, o naif muhalefet ve talepkârlığa katılmak, onlarla dayanışmak üzere şehrin binlerce insanı; iktidarın başbakanının şahsında tecessüm etmiş, kaya gibi taşlaşmış, kendinden başkasına eyvallahı olmayan, ‘Ben ne dersem o!’ yollu, kendinden farklı olanı ‘onursuz, değersiz’ (en iyi ihtimalle, ‘ıslaha muhtaç’) bir güruh addeden tutumunun biriktirdiği öfkeyi sırtlanan… ‘herkes’ akar Taksim’e. Polis aynı tahammülsüzlükle, Taksim’e açılan her yolda, hiç tereddütsüz, ‘şiddet’le müdahale eder o insanlara.
‘Efsane’mizde ise, hiddetli paşanın askerleri düşer Ahmet’in peşine. Köy köy arar, bulamadıklarında atı ve Ahmet’i, yakar yıkarlar köyleri. Ama köylü direnmektedir; nafile! Osmanlı’da oyun bitmez ama; paşa, ‘Atı falan unuttum, köylüleri de bağışladım, hele gelsin bir göreyim şu yiğit Ahmet’i,’ der. Umucu Musa’nın elçiliğine kanan Ahmet de gider saraya ve, “ya atım gelir ya da başını alırım. Atın şunu zindana,” diye kükremesiyle karşılaşır paşanın.
Sonrasında, zindandan gelen kavalının sesi ile, paşanın kızı Gülbahar, Ahmet’e vurulur. Vurgunu yiyenler halvet olur. Nihayetinde at bulunur, sarayın kapısına bağlanır. Uzlaşıya yanaşmayan paşa, bu sefer de, ‘at benim değildir,’ diye tutturur. Ahmet, hakkın yanında olan ahalinin desteği ile kurtarılıp salınsa da, Gülbahar, zindanın kuyusuna indirilmiştir. Sonrasında manzara, o gün, Taksim’e akan yollardaki gibidir:
“Önde atın üstünde Ahmet, yanda Ağrı Dağı insanları … Evler, köyler boşaldı. Bastıkça aşağı doğru kayan taşlarla birlikte, insanlar dağdan, Beyazıd üstüne sel gibi aktılar. Aynı anda Van kıyısı da uyandı, ova köyleri de … Onlar da Beyazıd’a aktılar. Gökten düşer, yerden biter gibi bir kalabalık, geceyle, Ağrı Dağı ile birlikte Mahmut Han’ın sarayının üstüne yürüdü”.
Mesele at değildir. Tabiatına saygı ile sahiplenilen atın, sahipleniliş hukukuna, Osmanlı’nın (paşası marifetiyle) saygısızlığıdır mesele. Ve o yüzden, Ağrı Dağı’nın insanları, dağ gibi öfkeleri ile, mağdur edilen Ahmet’e ve sevgilisi Gülbahar’a sahip çıkarlar. Bir öfke yığını olup saraya akar, paşaya haddini bildirirler.
Süreç boyunca ortaya koydukları tavır ve Gezi’de kurdukları yeni yaşam alanı ve kültürü ile gençler, ‘başka bir dünya’nın da mümkün olduğunu; o dünyanın, gücünü, yarattığı sevgi ve şefkatle kucaklandığı halktan aldığını da gösterirler herkese. Tıpkı, Ahmet ve Gülbahar gibi. Varoluşsal özerkliklerine titizlenen, -insan haysiyetini esas almak üzere- eşit ve özgürce birlikteliği demokratik toplum kuruculuğunun kalkış noktası olarak tanımlayan bir tutumdur onlarınki –başka bir şey olmalarına da gerek yoktur; fevkalade kıymetlidir ortaya koydukları.
Romanın doğuşunu inceleyen Mihail Bahtin, romanı, zaman ve mekânın kendine mahsus değişkilerini toplumsal-tarihsel aynada okuyan yazarın, o aynada gördüklerini kendi anlatısına ağdırması ile oluşan bir metin olarak tanımlar. Ulusal kahramanlık dünyalarına yaslanan, ulusun tarihindeki ‘başlangıçar, ilkler ve en iyiler’le ilgilenen, zamanı geçmişin sahnelenmesi olarak yansıtan, mutlaklıklar, kutsallar, sofuca kabullenilmiş değerler üzerine kurulu ‘epik’ anlatının aşılmasıdır roman. Ebediyen canlı, gayri resmi dilin taşıdığı çok katmanlı bilinçlilik ve ‘şimdi’ de dahil, akan-geçen zaman üzerinden kurar kendisini. ([2])
İşte söz konusu roman, bu söylemini, karnavalsı yaşantılar/ deneyimler içinden geçerek oluşturur. Bedenin tüm doğallığı ve iştahı ile merkezde olduğu, bireysel ve toplumsal anlamda bastırmaların tasfiye edildiği, mizahın –her türden eylemliliği ile- öne çıktığı karnavalsı yaşantıların içinden geçerek. Yaratma süreçlerinin ve yaratıcı nitelikli romanın arkasında öyle bir dünya vardır.
‘Gezi Direnişçileri’, ortaya koydukları yaratıcı mizahla da, hangi karnavalın içinden yürüyüp geldiklerini, neden ve nasıl eskiyi tasfiye eden gücün özneleri olduklarını, farklı bir dünyanın hangi ‘yaratıcı’ ruh hâli ve vasıfları üzerine inşa edilebileceğini de göstermiş olurlar, cümle âleme.
Paşanın korku ile imana ve dize gelişine gönül indirmeyen –efsanenin kahramanlarından- Hüso Usta, dalgalanıp gelmiş olan Ağrı Dağı’nın coşkusunu şöyle dillendirmiştir: “Biz hep böyle, her şeyde birlik olsak, kimse bize diş geçiremez. Bize dağlar, şahlar dayanamaz. Hiç kimse… Yeter ki böyle birlik olalım”.
Gezi’de bir ağaca basitçe iliştirilmiş bir karton parçasında ise şunlar yazılıdır: “Sen bir milyon topla, biz biriz!”. ([3])
[1] Şiddet Üzerine/ Hannah Arendt, çev. Bülent Peker, İletişim Y., 2006 (3. Basım), s. 99.
[2] Ayrıca, bkz., ‘Bahtin ve Çağrıştırdıkları’ başlıklı yazım, İmgenin Tılsımlı Rüzgârı (Yirmidört Y., 2006 ya da, bkz, www.haluksunat.com’da, ‘Yayımlanmış Kitaplarım’ başlığı altında).
[3] Bu metin yazıldıktan sonra, 15 Haziran 2013’te, Gezi, Başbakan’ın –mahkemenin kışla yapımına yönelik kararının bekleneceği yönündeki- açıklaması üzerine nihai kararını belirleme sürecinde iken, polis, gece karanlık bastığında biber gazını püskürte püskürte Park’a girdi ve direnişçileri dağıttı. Çadırlar, özel eşyalar… toplandı, çöp kamyonlarına atıldı. Ulusal kanallardan NTV, haberi şöyle aktardı: “Gezi Parkı halka açıldı. Şu ân kimsenin girmesine izin verilmiyor”.
Taksim Meydanı kapandı. Karşı eylemler şiddetle bastırıldı. Etkin Demokratik TTB, 17 Haziran 2013 tarihi itibarıyla, tüm yurtta, direniş sürecinde, ilgili yardım kuruluşlarına 7822 yaralının başvurduğunu bildirdi. 4 kişi hayatını kaybetmiş, 100 kişi kafa travması yaşamıştı. 59 ağır yararlı, 6 ağır yaralınınsa hayati tehlikesi vardı. 11 kişi gözünü kaybetmiş, 1 kişinin dalağı alınmıştı. Süreç boyunca yaralılara yardım eden gönüllü hekimlerin tutuklandığı, revirlere gaz bombası atıldığı oldu.