Evlad-ı Kerbelayız, ayıptır, zulümdür, günahtır…
Sosyalizm de dahil seküler siyasetlerin kahir ekseriyeti, insanın insana çektirdiklerini yine seküler kavram ve kelimelerle tarif etme yoluna gitmişlerdir, haklı olarak. Toplumsal anlamda aşağıdakilerin mazur kaldığı acıyı dillendirmek için “baskı”, “sömürü”, “zor”, “şiddet” gibi kelimelere başvurulması da bu fasıldandır. Genelde “acı”nın hâllerini dışa vuran bu kelimeler teolojik kelimeler kadar güçlü değillerdir, durumu esas hatlarıyla gözler önüne seremezler. Maksadım teolojik ve seküler dünyalar arasındaki sözvarlığı ayrımını tartışmak değil, bunları neden söylüyorum o halde? Şunun için: Birkaç gün önce Halep’in Til Aran ve Til Hasil köylerinde -çoğunluğu kadınlardan ve çocuklardan oluşan- Kürt sivillerine doçka mermileri, havan topları yağdıran İslamcı militanların saçtığı dehşeti izah etmek için seküler kelimeler kifayetsiz kalıyor nazarımda. Kadınların kafasını kesenleri, çocukları ve erkekleri oracıkta boğazlayanları tarif etmek mümkün değil, modern bir dile yaslanarak. “İnsanlık suçu” işleniyor desem Batı’nın sözvarlığına kayıyor dilim, Türkiye de içinde olmak üzere haklardan dem vuran Batı ülkeleri katliamlara sessiz kalırken üstelik. Rojava devrimini bastırmak isteyen “karşı-devrimci güçlerin” hamlesi desem de olmuyor, bir şeyler hep eksik kalıyor, dahası dil mekanikleşiyor. Şair değilim, akademisyen yahut gazeteci hiç değilim. “Oturduğu yerden” ama Turgut Uyar’ın sözü ile “günlük dövüşü en uygun yerinde keserek” bir kıyıma tanıklık etmenin sancısı nasıl anlatılır öyleyse? Ya da anlatılmalı sahiden bu? Upuzun susmak, dilsizlikle barışmak bir başka yol olabilir mi? Bilmiyorum… Sözden, kelimelerden gayri cephanesi olmayanların vay haline... Kan ve keder bulaşmamış hangi kelimelere müracaat edilir bu gibi durumlarda? İktidar hesapları yapan, çıkarlara batmış, soğuk ve resmi akıllardan nasıl sıyrılır insan? Suriye hasebiyle bölgesel güç denklemlerini maharetle çözen stratejik akıllardan bahsediyorum: “Efendim aslında Amerika,” “Türkiye’nin bölgedeki dış siyaseti”, “AKP ile işbirliği yapan Kürtlerin...”, “Ortadoğu’nun yeni sürecinde Kürtler artık…” falan filan. Bir kalemde, zerre dikkate almadan geçiyorum bu uğursuz akılları.
SÖZÜN KIYISINDA
Geçtim geçmesine bu akılları ve dilleri ama ne söylenebilir ki buradan sonra? İtiraf edeyim. Şuracıkta eğitimli dilim dolaşıyor, sesim acılaşıyor, daha ilk cümlede (sosyalizm de dahil seküler siyasetlerin…) kurduğum o sahte dengem sarsılıyor. Söz bulamıyorum, ifadelerim yarım kalıyor... Ne yapsam, ne kadar ötelesem de hep can yakan kelimeler vuruyor zihnime. Til Aran ve Til Hasil katliamlarının haberlerini okuduğumda, neden sonra o görüntüleri titreyerek, kasılarak izlediğimde derli toplu kelimelerimin, öğretilmiş bilimsel çerçevelerimin hepsini kaybettim. Mutlak manada dilsiz miyim peki? Sanıldığı kadar dilsiz değilim elbet, “şiirimiz yalınayaktır abiler”… Madem modern seküler dil bir yere taşımıyor, o halde teolojik dile yerleşerek sözümü kotarmaya çalışayım: Zulümdür! Teknik olarak sadece baskı yahut sömürü değil, kelimenin tüm teolojik çağrışımlarıyla zulümdür bu. Ortadoğu’da Kürtlere yapılanlar dört başı mamur bir zulüm siyasetidir. Bundandır Dersim şeyhi Seyyid Rıza’nın idam sehpasında haykırdığı sözlerin -katliamı lanetleme bahsinde- yarama deva olması: “Evlad-ı Kerbelayız, ayıptır, zulümdür, günahtır…”
Teolojik olanın mıntıkasında dolanacaksak şayet, söze devam edelim. Mazlum Kürtler Hüseyin’in, zulmedenlerse Yezid’in neslindendir! Ortadoğu’nun acıyla yıkanmış siyasal tasavvurunda Hitler’e yahut Mussolini’ye pek yer yoktur. Zulmün sembolleri ve hikâyeler başka türlü işliyor. Modern dile münhasır ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen ikiliklerinin Ortadoğu’daki karşılığı Yezid ve Hüseyin ikiliğinde muhtevasını kazanmıştır. Toptancı, hatta indirgemeci konuştuğumu biliyorum ama Sünni’si ve Alevi’si ile, kadını ve erkeğiyle devlet makinesinden ve ulusal sınırlardan mahrum olan, modern anlamda halk bile olmayan, tam bu nedenle türlü mezalime maruz kalan, isteyenin (sözgelimi Saddam Hüseyin’lerin, Esat Oktay Yıldıran’ların, Mareşal Fevzi’lerin, İsmet İnönü’lerin, daha nice Türkiyeli generalin ve cümle siyaset adamı ve bürokratın) paşa gönlünce kesip biçtiği, insandan sayılmayan Kürtler Hz. Muhammed’in sevgili torunu Hüseyin’in neslinden değil de hangi nesildendir? Farkındayım: her ne kadar teolojik bir haleye sararak “Kürtler” diye konuşsam da, önünde sonunda modern kimlik siyasetlerinin düz kesen, farklılıkları hasıraltı eden, iktidar ilişkilerini görünmezleştiren tehlikeli hattında hareket ediyorum. Menzilimi daraltıyorum: Kürtler derken maldan mülkten azade, iktisadi ve siyasi ilişkilerin doğrudan zulmüne maruz kalan geniş fukara yığınları kastediyorum. Kerbela kategorisinde orta sınıf Kürtler, iktidar ve güç odaklarına göbekten bağlı olanlar hesap dışıdır. Burada söz konusu olan dünyanın diğer mazlumlarıyla “kader birliği” yapabilme kapasitesine sahip olan adsız sansız Kürtlerdir. Hem fukara Kürtlerin devletlere taksim edilmiş koca dünyadaki yerleri ve yurtları bir tür Kerbela cehennemi değil midir zaten? Bir mecaz değil, somut bir mekândır Kerbela. Mustafa Muğlalı’nın emriyle otuz üç Kürdün “vakitlerden bir sabah ezanında” katledildiği Van’ın Özalp ilçesi Kerbela’dır. Roboksi Kerbela’dır. Diyarbakır Cezaevi Kerbela’dır. Cizre ve Botan Kerbela’dır. Hâsılı tüm Kürdistan baştan uca Kerbela’dır. Zulümkâr zorbaların karşısında şeyhin dilinden acıyla dökülen bu Kerbela neresidir, neler yaşanmıştır da böyle tarifsizce dilime dolanıyor?
KERBELA VAKASI VE ORTADOĞU’DA ZULMÜN MİLADI
Hz. Ali Irak’taki Kûfe camiinde, bir Cuma namazı sırasında Muaviye’nin kiraladığı bir katil tarafından zehirli bir hançerle sırtından vurularak şehit edildi. Hz. Ali’nin çocukları Hasan ve Hüseyin Medine’ye hicret ettiler. Hz. Ali taraftarlarına göre Hüseyin üçüncü imamdı. İçine kapanık, sessiz ve mütevazı bir hayat sürüyordu Hüseyin. Derken zulmün bin bir türlüsünü bilen Muaviye Şam’da öldü. Muaviye’nin oğlu Yezid yönetimi ele geçirmek istiyordu. Zulüm ve eza hususunda babasından geri kalır yanı yoktu. Kûfe şehrinin ahalisi Hüseyin’i Şam’a davet etti, şayet Hüseyin halife olursa herkesin onun sancağı altında birleşeceğini söylediler. Bunun üzerine ailesi, çocukları ve ona bağlı olan az sayıda yoldaşıyla Medine’den bir kervanla yola çıktı Hüseyin. Ne var ki, trajedi de bu eşikte cereyan etti. Şehrin sakinleri çoktan kararlarından dönmüşlerdi. Kafilenin şehre kavuşmadan, Kerbela çölünde, valinin süvari birlikleri tarafından önleri kesildi. Teslim olmalarını istediler, olmadılar. Zalimler önce su yollarını tuttular, kafileyi susuz bırakmak istiyorlardı. Bu işkence kâr etmeyince dört bir yandan kuşatıldılar. Miladi 680’de, Muharrem ayının onuncu gününde, çoluk çocuk kızgın çölde katledildiler. Yenilenler seksen yedi kişiydiler, yenenlerse kalabalık. Hüseyin’in bedeninde otuz üç mızrak darbesi, otuz dört de kılıç yarası açıldı. Ölümcül darbeyi katil Şamir indirdi. Yezid’in komutanı, Hüseyin’in paramparça olmuş bedeninin atların nalları altında çiğnenmesini, ardından da sürüklenmesini emretti. En sonunda başı kesildi ve Şam’da ikamet eden halife Yezid’e gümüş tepsilerde takdim edildi. Yezid’in iktidar keyfine diyecek yoktu elbet, muhalifini kıyıp geçmişti. Debdebenin ve sefahatin hüküm sürdüğü sayarında, tahtında oturmuş, elindeki sopasıyla Hüseyin’in kesik başına, daha çok da susuzluktan çatlamış kanlı ağzına, o körpe dudaklarına vuruyordu. Yaşlı bir sahabe karşı çıktı buna. “Sopanı çek zira ben Peygamberin ağzını bu ağzı öperken gördüm.” Peygamberin nazlı torununun dudaklarının sopayla dövülmesi zulüm siyasetinin vardığı son noktadır. Buradan sonra egemen siyasal İslam’da yüz yıllar sürecek bir zulüm itikadı oluşmuştur. Kendinden olmayanı, kâfir ve müşrik addettiğini hesapsızca imha eden, kökünü kazıyan bir zihniyet hâkim olmuştur dini retorik ve pratiklere. İşte Kürtlere yapılan son katliamlarda da zulmün tarihinden süzülüp gelen bu sevimsiz retorik, vahşi itikat iş başındaydı.
ORTADOĞU’NUN MAZLUMLARI KÜRTLER
Hüseyin’in ölümü Ortadoğu’nun mazlumlarının muhayyilesinde önemli bir yere sahiptir. Tiyatrolar ve piyeslerle canlandırılmış, tonla şiir ve ağıt yakılmıştır. Mazlumluğun zalimliğe dönüşmemesinde hiçbir ölüm bu denli etkili olmamıştır. İslam’ın savaşçı veçhesi Hüseyin’in şahsında törpülenmiş, İslam barışçıl bir hüviyet kazanmıştır. Hüseyin’in trajik ölümü intikam almaktansa toplu bir yas haletiruhiyesine bürünerek ütopyacı bir içerikle donatılmıştır. Diriliş Günü’nde cennetin anahtarı ona teslim edilmiştir. Müminleri cennete götürecek olan Mehdi inancı -Bloch gibi konuşmak gerekirse- Ütopik Arzunun hiç sönmeyen ateşi olarak bugünlere değin varlığını sürdürmüştür. Zulmün ortadan kalkacağı, ilahi adaletin tesis edileceği, ölülerin toplanacağı Mahşer Günü, acıyla kavrulmuş yüreklerin derin ama çok derin bir umudu olarak teolojik tasavvurdaki yerini almıştır. “O gün insanlar dağınık gruplar halinde geleceklerdir.” Ölüler mezarlarından kalkacak ve Hüseyin’in sancağı altında toplanarak cennetin kapısından içeri adım atacaklardır.
Ortadoğu’nun kadim halklarından olan mazlum Kürtler de söz konusu ütopik cennet tasavvurunun bir parçası ve kurucu mimarları arasındadır. Yıllarca zulme ve gadre uğramış ama buna rağmen intikam duygusundan ziyade barış ve birlikte yaşamanın yollarını aramış; semavi cennetin yeryüzünde inşa edilmesi için çaba harcamışlardır. Kürtler Hüseyin’in neslindendir derkenki kastım budur. Simaları değişen Yezid’lerle olan mücadelelerinde barışı ve haysiyetli bir hayatı düşlüyorlar hâlâ. Ama bu düş Kürtlere pahalıya patlıyor her defasında. Suriye’de yaşananlar bunun göstergesidir…
Düşmanlarının karnını deşerek kalbini söken, harlanmış kinleriyle kalpleri çiğ çiğ çiğneyen muhteşem montaj örgüt, nam-ı diğer El Nusra… “Allah-u Ekber” nidaları atarak yollamış olmalı bombalarını Kürt halkının üzerine. İçlerine şeytan kaçmış imamlar katliam öncesinde camilerden “Kürtlerin malları ve namusları helaldir” vaizini vermişler... Öyle ya az sonra canlarına çökecekleri, ırzına geçecekleri Kürtler külliyen kâfirdir, katli vacip, iflah olmaz müşrik ve mülhitlerdir. Toprak damlı evlerini barklarını can havliyle bırakarak önlerinde uzanan çöle çığlıklarla ve kafileler halinde kaçanlar, atılan bombalarla kızgın güneşin şahitliğinde paramparça olan kız ve oğlan çocukları, yoksul elbiseleri içinde delik deşik olmuş çileli kadınlar, esir alınan o yüzlerce insan helal değil, haramdır!
Eğri oturup doğru konuşalım: Ortadoğu’da bugün barışın anahtarı Kürtlerde, daha doğrusu onca eksiği ve gediğiyle Kürt siyasi hareketindedir. Mesiyanik yahut seçilmiş halk türünden bir mevcudiyetten söz etmiyorum bunu söylerken. Çatışmaların sonlanması, Arap, Türk, Ermeni, Farisi, Acem ve sair cümle kavimlerin ve dinlerin barış içinde yaşaması, demokratik kıstaslar temelinde örgütlenmiş yeni bir yaşam dünyasının inşa edilmesi Kürtlerin uğradığı zulümlerin, adaletsizliklerin nihayet bulmasına bağlı. Ne ki gayri yeter diyesi geliyor insanın! Cinayete meyyal ellerinizi Kürtlerden çekin artık. Kürtlerin dudaklarına vurduğunuz -Yezid’den miras- sopaları indirin, el insaf! Savaşın da bir ahlakı var. Ayıptır! Kadınları, çocukları, cephe gerisindeki erkekleri ve yaşlıları fütursuzca öldürmenin, hasbelkader sağ yakalananların korkunç eziyetlerle esir alınmasının hangi kitapta yeri vardır. Zulümdür! Kürtleri Kerbela misali çöllere sürmelerin, susuzlukla işkence etmelerin kime ne faydası dokunur. Günahtır! Ah ve şikâyet hususunda “mazlumla Allah arasında perde yoktur” diyen Hz. Muhammed’in sözü kulaklara küpe olmalı. “Gözleri var ama görmezler, kulakları var ama işitmezler.” Canları kıyıp yok eden bu bilinçli körlükten ve sağırlıktan vazgeçilmeli. Kürtleri ötekileştiren, her türden demokratik istek ve arzularını, insanca yaşama taleplerini derhal acımasızca bastırma yoluna giden Yezid siyasetlerinin yerine müşterekliği ve barışı öne çıkaran, pervane olup barışta ısrar eden bir siyasetin geçmesi elzemdir. Neyse ki, barışın kapısından içeri girmeyi sağlayacak olan Ütopik Arzu -kan ve gözyaşı bulaşmış olsa da- kendi mecrasında alttan alta işliyor: “Ya Rabbi bizi dûr eyleme evladı Ali’den / Biz onların bendesiyiz severiz gâlû belîden.”