Cadılar Bayramı Paradoksu: Solun - Anakroni Halleri

Kemal Okuyan’ın 29 Ekim 2013 tarihinde Sol Portal’da yayınlanan “Marx Cumhuriyetçiydi” yazısı, TKP’nin aynı tarihte Kadıköy’de gerçekleştirdiği “Türkiye AKP’ye Boyun Eğmiyor” mitingiyle birlikte düşünüldüğünde endişe verici bir manzara ortaya çıkarıyor doğrusu. Her ne kadar TKP’nin aşikâr bir “balo daveti” olmamışsa da, bunun daha planlama aşamasında teorik savunusu da yapılmaya başlanan bir Cumhuriyet Bayramı kutlaması olduğu ortada. Elbette ki bu manzaranın biz “yurdum sosyalistlerini” huzursuz eden yönü temelde dönüp dolaşıp nihai olarak “burjuva cumhuriyetçiliğini” olumlaması. Bu yüzden “bu TKP’liler zaten ulusalcı, aslında Kemalistler” türünden ezberlerle öne sürülen reddiyeleri kenara bırakmak, bu manzaranın işaret ettiği asıl sorun(lar)a odaklanmak gerçekten önem arz ediyor.

Teorik olarak, Emrah Zıraman’ın “Marksizm Oksimoronluk Değildir” yazısıyla başlayıp Barış Yıldırım’ın “Halklarız, ‘Cumhuriyet’in, Göğsümüz Hedef Tahtası” yazısıyla kemale erdirdiği muhasebe son derece kıymetli ve samimi bir itirazı masaya koyuyor. Ancak benim içselleştirdiğim tarih perspektifi meseleyi “ileri-geri” denklemine münhasır bir “sayı doğrusuna” yatırmaya olanak tanımıyor. Bu yüzden “En geri komünist devletsizlik, en ileri sosyalist devletten daha demokrattır” gibi absürt bir çıkışmayla tartışmaya dahil olmak yerine, sosyalist anlamda kullanılan “ilerici” sözcüğünün bağnaz-modernist “ilerici” sözcüğünden iyiden iyiye ayırt edilmesi gereğini, “demokrat” sözcüğünün tekabüllerinin sorgulanması gereğini ve hatta “cumhuriyet” denilen şeyin herhangi bir savunusunun ilkokul öğretmenimin bana “ezberlettiğinden” ne kadar farklı olabileceğini filan düşünüp duruyorum. Nitekim TKP’nin 29 Ekim anakronisinin kökeninin de bu “ileri-geri” denkleminde, bu “tinsel sayı doğrusunda” bulunabileceği iddia edilse, öyle kolay itiraz edemezdim. Misal Foti Benlisoy’un “Tarihin Zafer Alayı ve Cumhuriyet” yazısıyla sunduğu katkı, hayli yakın bu iddiaya.

Elbette ki tartışmalar benim özetlediğim kadar basit değil. Fakat temel teorik itiraz; anakronik cumhuriyet savunusunun sosyalist bir politikaya tekabül edemeyeceği, Marx’ın cumhuriyetçiliğinin de böylesi bir anlama gelmeyeceğine yönelik. Pratikte ise bir tür pragmatizm eleştiriliyor, yani TKP’nin ulusalcıları “ayartmak” için böyle işlere kalkıştığı söyleniyor. Hatta Levent Dölek “Cumhuriyet Afyonu” başlıklı yazısında böylesi propagandaların “TKP’ye dahi değil, CHP’ye yarayacağını” savunuyor. Hak verilebilir bu itirazlara. Üstelik bir “kolaycılık” eleştirisi de eklenebilir hemen. Ancak iğneyle çuvaldızın sonsuz düellosu ister istemez başka “pragmatik” faaliyetleri, başka “kolaycı” muhasebeleri getiriyor akla, şu malum “yeryüzü sofraları” mesela…

Bu iki eylemlilik formunun birbirine eşit kılınamayacağına yönelik farklı cephelerden çıkışmaları duyar gibiyim şimdiden. Yanlış anlaşılmasın, “iftar açmak” da tarihsel olarak bir başkaldırıya tekabül edebilir elbette, hatta sınıfsal anlamlandırmaların dinsel ifadesinin ne denli kudretli olabileceğini Emeğin Tevekkülü’nün alan araştırması esnasında kısmen de olsa kendi gözlerimle gördüm. Lakin şöyle bir hadise var; Türkiye’de sosyalist sol teo-politik taktiklerinde zayıf, çok zayıf. Henüz teorik muhasebesini bitirmemiş. Ki bu teorik muhasebe de, dini olan her bir muhtevanın (ayetlerden bayramlara kadar) “yanlış anlaşıldığı, aslında öyle olmadığı” özselciliğine sıkışmış durumda. Teorik bir kısırlık, hem dinsel örüntüleri hem de sosyalist pratiği donuklaştırıp tarihsiz kılarak birbirine iliştirmek gayesiyle ortaya çıkan yüzeysel bir çaba var. Üstelik sınıf mücadelesinin dinsel izleklerine yönelik ampirik bir ilgi de yok ortada. Tüm bunlar yetmez gibi bu konuda bir “acelecilik” de hâsıl olmuş durumda. Nitekim Antikapitalist Müslümanlar’ın kendilerine münhasır perspektifleriyle giriştikleri “yeryüzü sofralarına” sosyalist solun sualsiz iştiraki da böylesi bir aceleciliğin birçok göstergesinden biriydi. “O sofralara kimler oturdu” sorusundan tutun da, Ramazan ayına girer girmez “gezi ruhunun” devamının o sofralara indirgenmesine kadar birçok sorun vardı ortada. Üstelik “sosyalistlerin” o sofralara iştirak etme mantığında da aynı “kolaycılık”, sözde “yüzde doksanı Müslüman oldurulan” bir tabana yönelik aynı pragmatik tutum vardı. Hatta Sünni-İslam’ı merkeze alan bir “tiyatro” olduğu iddia edilebilecek iftar sofralarının “yapaylığı” da bir ölçüde sosyalistlerin katılımı sayesinde tescillendi.

Bu anlamda, 29 Ekim’i bugün hala savunup benimseyen “sosyalist” ile Asrı Saadet’i (hele ki AKP’li yıllarda) savunup benimseyen “sosyalist” arasında çok fazla fark göremiyorum. Dahası ikisinde de aynı anakronik yanılgıyı, belirli tarihsel anları “ilerleme” diye özselleştirerek göndere çeken donuklaşmış bir dünya algısını görüyorum.

Aslında meseleye teorik öncüllerimizle değil de, yaşadığımız konjonktürde muazzam tesiri olan AKP değişkeniyle bir bakıversek yeridir:

AKP dindar-muhafazakâr politikanın en gelişkin temsiline ulaştığı günden bu yana dindarlık üzerinde retorik bir tahakküme sahiptir. Tartışmasız olarak, dindar-muhafazakâr ideoloji şu an Türkiye’de Kemalizmi ilga etmiş olan “yeni resmi ideolojidir”. Bu yüzden “yeryüzü sofraları” türünden eylemlerde görülen din esanslı politikaları sadece soyut din ya da dindarlık ekseninde değil, aynı zamanda resmi ideolojiyle tarihsel ilişkisi ekseninde de düşünmek gerekir. Yine aynı şekilde 29 Ekim Kadıköy mitingi türünden, “bazı tarihsel kazanımları korumak” soyut tahayyülü gereği burjuva cumhuriyetinin önceki uğraklarını olumlayan eylemlilik hallerini de dindar-muhafazakâr ideolojinin meşruiyet referanslarını göz önüne alarak düşünmek gerekir.

İlkindeki sorun pratikte gündelik hayatı saran hegemonyanın kudretli tesirini göz ardı etmesidir. İktidarın kendi meşruiyetini bu denli din üzerinden kurduğu, her durumda pervasızca dinsel atıflara başvurabildiği bir dönemde, dinsel retoriği ters yüz etme girişimini bu kadar basite indirgemesi, hatta sosyalist söylevlerle parodileştirmesidir.

İkincisindeki sorun “yeni resmi ideolojinin” meşruiyet referanslarını göz ardı etmesidir. İktidarın yıllar boyu sözde “cumhuriyet” adıyla dökülen kan ve gözyaşını her fırsatta işaret ettiği, hiçbir ajitasyon fırsatını kaçırmadığı (ve sosyalist muhalefeti de Kemalizme içkinmiş gibi göstermeye, darbeci-seçkinci-halktan kopuk bir ideoloji gibi yansıtmaya çalıştığı) bir dönemde, burjuva cumhuriyetinin temel değerlerinden olan bir “milli bayramı” -açıktan ifade edilmese de- benimsemesi, sözde anti-emperyalist bir mücadele döneminin üzerindeki tecridi kaldırmaya uğraşıp onu arketip bellemesidir.

Buradan bakıldığında birbirinin muadili olan bu iki politik yeltenme AKP’yi sarsmak şöyle dursun, onun ekmeğine yağ sürer. Bir de, sözde sosyalist siyasetin günaşırı artış gösteren bu dinselci ve cumhuriyetçi uğrakları Türkiye’deki burjuva fraksiyonların hesaplaşmalarının yansısı gibidir sanki. Hadiseyi sınıf mücadelesinden değil de Türkiye siyasi tarihinin iki başat hattından kavramışlar gibi. Böylesi politik temayüllerin başlıca sorunu da burada, sınıf mücadelesini göz ardı etmelerinde bulunabilir belki: İşçi dindarlığı nedir, dinsel bilinç uğrakları nasıl dönüşür diye düşünmeden “dini devrimcileştirme” hevesiyle işe girişmek. İşçi sınıfının cumhuriyetçi bir tahayyülü var mıdır, ulusalcılığın sınıfsal tekabülleri nedir diye düşünmeden “ulusalcıları devrimcileştirme” hevesiyle işe girişmek.

Yanlış anlaşılmak istemem, mevcut bilinçlilik uğraklarının devrimci dönüşümünün gayet mümkün olduğunu düşünenlerdenim. Ancak bunun sınıf mücadelesi içerisinde, çelişkileri tecrübe eden “gerçek” insanların ortaklaşmış “sınıfsal anlamlandırmalarıyla” mümkün olduğu tezine itibar ederim. Değilse iftar sofralarına yahut cumhuriyet balolarına “çöreklenen” solcuların yukarıdan ve soyut devrimcileştirme operasyonlarıyla değil.

Mesele şudur ki; sosyalistlerin artık “Nişantaşı’ndaki mağazalara alışverişe giden zengin çocukları” gibi her gördüklerini isteme, deneme, üzerine giyinme lüksü yoktur. Hal böyleyse eğer, isteyen Kurban Bayramı’nı isteyen Cumhuriyet Bayramı’nı “devrimcileştirecekse”, hadi Cadılar Bayramı’nı da devrimcileştirelim diyorum. Bal kabağından bir toteme “tarihsel kazanım” diye tapmak istiyorum. Bunu da “Cadılar Bayramı özünde devrimcidir, egemenlerin elinde bozulmuştur, anlamı değişmiştir” diye savunmak istiyorum. Samuel Beckett’ın çok sevdiğim bir cümlesini (Arnold Geulinx’tan ödünç aldığı bir benzetmeyi) [1] hatırlıyorum: “Odiseus’un batıya doğru giden kara gemisinin güvertesinde doğuya doğru sürünerek özgürlüğü tadıyordum. Öncü ruhlu olmayanlar için ne büyük bir özgürlük bu”.


[1] Samuel Beckett, Üçleme, çev: Uğur Ün, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s: 55.