Kayıp Halka

13. İstanbul Bienali’nin başlamasına günler kala birçoğumuzun sosyal medya aracılığı ile duyduğu bir proje ile karşılaştık. İsmi “Mülksüzleştirme Ağları” (MA) olan bu kolektif proje Yaşar Adanalı, Burak Arıkan, Özgül Şen, Zeyno Üstün, Özlem Zıngıl ve anonim katılımcılar tarafından geliştiriliyor. Devamlı güncellenen 3 mapping çalışmasını kapsayan MA, ayrıntılı bilgileri kapsayan veri tabloları, fotoğraf formatında -yani bienalde sergilenmiş versiyonları- ve etkileşimli birer harita ile mülksüzleştirmenin nasıl, nereden ve kime doğru yapıldığını gösteriyor. Mülksüzleştirme derken kastedilen ise “bizlere - yani kamuya- ait olan kamusal alanlarımızı, bizlerin kararı sorulmadan kaybetmemiz”. Ancak birçok büyük şirketin bu mülksüzleştirme ile ilişkilerini ifşa eden bir çalışma olarak bunca sponsora sahip ve Gezi Parkı süreci sonrasında oldukça tartışılan Bienal’de yer almaya karar vermeleri ve yine azınlıkların mülksüzleştirilme süreçlerini anlatan bir “ağın” da bulunduğu işin Galata Rum İlköğretim Okulu’nda sergilenmesi birçok mecrada tartışma konusu oldu. Bienal tartışmaları sürerken bu minvalde bir proje ile Bienal’de yer alma sebeplerini ise sitelerinde şöyle açıklıyorlar:

“Burada önemli tartışma konusu bienale katılırsak işin ehlileşip ehlileşmeyeceğiydi. Ancak çalışma son derece literal bir araştırma ve bulgularını toplumsallaştırma işi, ilişkileri bir araya getirip yeni enformasyon üretiyoruz. Bu tür bir çalışmanın henüz bienal ya da başka bir etkinlik/kurum tarafından ehlileştirilebileceğini düşünmediğimiz için katıldık[...]Araştırmanın bu ilk aşamasında en büyüklerden başlayarak yaklaşık 200 proje ve paydaşları toplanmış oldu. Daha birçok proje mevcut, çalışma devam etmekte ve herkesin katkısına açık. Yeni veriler girildikçe diğer projeler ve şirketler de haritalara ekleniyor olacak. Örneğin Ankaralı şirket IC İçtaş çok büyük olduğu halde hakkında yeterli veri girilmiş değil henüz, diğer yandan Bienal sponsorlarından Eczacıbaşı grubu ise haritada mevcut ve “13. İstanbul Bienali” sponsoru olarak işaretli. Ayrıca aramızda bizzat mülksüzleştiren bu firmalarda çalışanlar var, çalışmak zorunda. Bienalin haritayı yaygınlaştırmak için yararlı olacağını düşündük, artıları eksileri tarttık, kolektif olarak katılma kararı aldık.”[1]

Bu yazının yazıldığı anda son güncellemesi 9 Eylül 2013 tarihinde yapılmış “network” projesi üç ana “mülksüzleştirme ağını” ilişkilendirme çabası içerisinde. İstanbul Bienali’nde sergilenen bu üç network haritası herhangi bir düzen içerisinde olmayacak şekilde yerleştirilmiş. Önlerinde, büyük olmalarına karşın geniş bir içeriğe sahip olmaları sebebiyle küçük yazılmış yazıların okunması için bir büyüteç eklenmiş. Haritalardan ilki mülksüzleştirme projelerine odaklanıyor. Projelerin kimler tarafından yürütüldüğü hangi projeyi yapan firmanın başka hangi projelerde de parmağının olduğuna dair bilgileri bulabileceğimiz bir ağ. Bu ağda, ayrıca maliyet bazında büyüklükleri ile orantılı olarak projeleri temsil eden yuvarlakların büyüdüğünü görüyoruz. İkinci haritaysa, mülksüzleştirme ortaklıklarını temel alıyor. Hangi firmaların hangi özel kişiler tarafından sahiplenildiği, yine en fazla sermaye sahibi olan kişiyi temsil eden dairenin orantılı olarak büyük olduğu bir ağ içerisinde yansıtılıyor. Bu ilişkilendirmenin bir kısmını açıkça belirterek izleyicinin takdirine bırakıyor. Herhangi bir sonuç metnine yer vermemesiyle, araştırma havasından sıyrılan ağlar genel olarak “anti-kapitalist” bir okumaya el verse de, “demokrasi” minvalinde bir okumaya yalnızca göz kırpabiliyor.

Mülksüzleştirme Ağları’nın el verdiği bu “anti-kapitalist” okuma da aslında kapitalin akışına dair büyük bir boşluğa sahip. Kentsel dönüşüm üzerinden mülksüzleştirmeyi okuyan kolektif iş, ilk haritasında bütün kentsel ve çevresel dönüşüm projelerinin hangi firmalar tarafından yürütüldüğünü açık ediyor. İkinci haritada ise bu firmaların hangi büyük şirket zincirlerine bağlı olduğunu, bu zincirlere bağlı olan tüm kuruluşları lanse ederek gösteriyor. Üçüncü haritaya geldiğimizde ise, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün el koyduğu azınlık mallarının bir göstergesini Hrant Dink Vakfı’nın çalışmalarından faydalanarak ortaya koyuyor. Ancak, basit bir tarih okuması yaptığımız ya da ağları bir kronolojiye döktüğümüzde mülklerin ve sermayenin nasıl olup da azınlıklardan “Türk” burjuvasına aktarıldığının gösterilmediği yahut böyle bir bağın varlığına izleyiciyi göndermediğini rahatlıkla görebiliyoruz. Yani, Osmanlı’dan bu yana Anadolu’da var olan gayrimüslimlerin mallarına anti-demokratik yollar ile 1925 Mübadelesi, 1929 Tatavla Yangını, 1934 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi, 1955’teki 6-7 Eylül olayları ya da 1964’te Kıbrıs sorunu ile başlayan protestolar ile nasıl “el konulduğundan” ve bu mülk ve sermayenin nasıl “Türk” bir burjuva sınıfı oluşturduğunu göstermekten aciz kaldığını söylemek mümkün oluyor. Mülksüzleştirme ağları, azınlıklardan bahsediyor; sermayenin şu an mülksüzleştirmede nasıl bir rol aldığını ortaya koyuyor ancak bu sermayenin kendini Türkiye’de bir burjuva sınıfı olarak nasıl kurduğuna dair bir fikir uyandırmıyor. Bu da ciddi bir altmetin eksikliğine sebebiyet veriyor. Demokratik açılım gibi hükümet hamlelerinin gündemi işgal etmeye çabaladığı, 1915’in yüzüncü yılına yaklaştığımız bu günlerde sermayenin aleni bir şekilde bu azınlık malları üzerinden kurulduğunu göstermekte eksik kalmak da işin politik duruşunu, değil “demokratik” yaklaşımını, “antikapitalist” yaklaşımını bile zedeliyor. Azınlık mallarına el konulmuş olmasını bir süs edası ile, bir ek olarak diğer “mülksüzleştirme” hamlelerinin yanına ekliyor; bu yönden de çalışma, eksik bıraktığı halkanın söylemini bütünüyle boşluğa düşürdüğünü görmekten ya kaçınıyor ya da aciz kalıyor.

/

Ergenekon süreci ile başlayan demokrasi-sol tartışmalarının ülkenin devrimci veya demokrat aydınlarını ve bireylerini böylesine böldüğü, sosyalizm tartışmalarının yıllar sonra tekrar milli mesele ve cumhuriyet çerçevesinde tartışılmaya başlandığı bir dönemde nihai bir antikapitalist söylemin kurulması için önce Türkiye’de burjuvanın nasıl oluşturulduğuna bakmak elzem. Bu sebeple, mülksüzleştirme haritaları tabiri caizse “semptomları tedavi ediyor.” Yarayı deşerek “milli” antikapitalizmi ürkütmek ve “Cumhuriyetin değerleri” ile yüzleşmelerine önayak olmak yerine de -belki Birgün’e verdikleri mülakatta dedikleri gibi proje için bir araya gelmelerini sağlayan ve eskiden bir Ermeni mezarlığı olan Gezi Parkı’nın yarattığı “Gezi Ruhu”nun asgari müştereklerde olabildiğince buluşma rüzgârını sırtına alarak- sadece Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün üzerinde bulunan ve mevcut hükümetin gündemine almakla almamak arasında gidip geldiği mülklerin iadesi için bir dayanak oluşturabiliyor.

Sonuç olarak, bugün “mülksüzleşiyor” isek, bunun sebebi olan sermaye birikimlerinin, holdinglerin ve şirket gruplarının, demokrasi pahasına oluşturulmuş bir burjuvazinin uzantısı olduğu tespitini, Cumhuriyet’in bu düzlemde bir kritiğini veremediğimiz için yapıyoruz. Bu kritiği es geçtiğimiz, bu kritiği ortaya koymaktan imtina ettiğimiz sürece de daha önce dediğim gibi sadece “semptomları tedavi etmek” için attığımız adımlar ile - ve iyi niyetli bir okuma ile - emeğimizi harcamış oluyoruz.


[1] Sıkça Sorulan Sorular,http://mulksuzlestirme.org/