İklim Değişikliği: Harekete Geçmenin Aciliyeti

Birleşmiş Milletler bünyesinde 1988 yılından beri faaliyet gösteren Hükümetlerarası İklim Değişikliği Çalışma Grubu (Intergovernmental Panel on Climate Change - IPCC) tarafından hazırlanan son bilimsel rapor 27 Eylül’de Stockholm’de açıklandı. IPCC’nin bileşenlerinden olan 1. Çalışma Grubu’nun yürütmüş olduğu araştırmaların neticelerini içeren rapor, spesifik olarak iklim değişikliğinin fiziksel temellerini konu alıyor. İklim değişikliğinin çevresel, sosyal ve ekonomik etkileri ile değişikliğe uyum stratejileri üzerine çalışma yürüten 2. Çalışma Grubu’nun raporu ise 25-29 Mart 2014 tarihlerinde Yokohama’da yapılacak olan konferansta ifşa edilecek. İklim değişikliğinin minimize edilmesinin koşullarına dair faaliyet yürüten 3. Çalışma Grubu’nun yürüttüğü araştırmaların neticeleri de 7-11 Nisan 2014’teki Berlin konferansında açıklanacak. Son olarak, söz konusu üç grubun çalışmalarının bir sentezini barındıracak olan genel rapor ise, IPCC’nin 27-31 Ekim 2014 tarihlerinde Kopenhag’da düzenleyeceği konferansın ardından dünyaya duyurulacak.

Artık bilimsel bir hakikat niteliği kazanmış olan ve somut etkilerine dünya çapında gittikçe artan bir sıklıkla, en son Filipinler’deki tayfun felaketi örneğinde oldugu gibi, tanıklik ettigimiz iklim değişikliği fenomeni konusunda, IPCC tarafından hazırlanan raporlar büyük bir önem teşkil ediyor. Şüphesiz ki, bu çalışma grubunun hükmetlerarası bir sıfata sahip olması ve Birleşmiş Milletler himayesinde çalışma yürütmesi, bilimsel çalışma ve raporlarının itibarına dair belirleyici bir öğe niteliginde. Ancak, IPCC’yi Birleşmiş Milletler’in “fantazist iklimbilim politbürosu” olarak görüp, “konsensüsün görünümü ile ahlaki bir dünya görüşünün birlikteliğinin ürünü olan resmi bir bilime” taşeronluk etmekle suçlayan şüpheci yaklaşımlar da yok değil[1]. Gene de, bu türden yaklaşımların kredibilitesinin günden güne, bir yandan yasanmakta olan gundel empirik örnekler, diğer yandan da güvenilir kurumlarca yürütülen bilimsel araştırmalar ile azaltilmış olduğu da bir gerçek. Netice itibariyle, IPCC’nin son raporu, milletlerlarası kurumların, hükümetlerin ve dünya kamuoyunun iklim değişikliği kaynaklı riskler konusunda önümüzdeki dönemde atması gereken somut adımlar açısından son derece belirleyici bir role sahip.

Peki 2007’deki 4. Rapor’un ardından merak ve kaygı karışımı bir duyguyla beklenen 5. Rapor’un içeriğinde neler var? Toplam 2216 sayfadan oluşan rapora[2] ve karar mercilerine yönelik olarak hazırlanan 36 sayfalık özetine[3] IPCC’nin internet sitesinden ulaşmak mümkün. İklim değisikliği konusunda yayımlanmış 9000 farklı çalışmanın bir sentezi niteliğindeki raporun özeti, 110 ülkenin temsilcileri tarafından onaylandı. Bir önceki raporun karşılaştığı eleştirileri bertaraf edebilmek için, raporun yazımına katkıda bulunan bilim insanları büyük oranda yenilendi. Şöyle ki, raporda çalışmalarına atıfta bulunulan araştırmacıların yüzde 60’ının ismi bir önceki raporda geçmiyor. Adı geçen her iki metinde de, oldukça ayrıntılı bilimsel veriler eşliğinde birkaç temel hususun altı özellikle çiziliyor. Simdi bu noktalara kisaca bir göz atalim.

1. IPCC’nin 5. Raporu’nun içerdiği verilere dayanılarak, yaşamakta olduğumuz iklimsel dönüşümün insan kaynaklı olduğu şimdiye dek hiç olmadığı kadar açık bir şekilde kanıtlarıyla birlikte ortaya konuluyor. 2007 yılında açıklanan 4. Rapor, iklim değişikliğinin kaynağında yüzde 90 oranında bir kesinlikle insani faaliyetlerin yattığını belirtirken, yeni raporda bu oran yüzde 95’e çıkartılıyor. IPCC terminolojisine göre ifade etmek gerekirse, insan kaynaklı faaliyetlerin iklim değişikliği ve gezegen üzerindeki sıcaklık artışındaki payına ilişkin katiyet oranı “yüksek ihtimalle” (very likely) seviyesinden “son derece yüksek ihtimalle” (extremely likely) seviyesine çıkartılıyor. Bu durum da, iklim değişikliği mevzusunda insanoğlunun sorumluluğunun nerdeyse kesin olduğu, bu konuda şüpheye düşmenin artık pek akıl kârı olmadığı anlamına geliyor. Böylelikle de, meseleye dair şüpheci bir tutum takınmakta ısrar edenlerin itirazlarının temelsizliği ortaya konmuş oluyor.

2. Rapora göre, iklim değişikliğinin temel kaynağını oluşturan sera etkisine sahip gaz salınımlarındaki artış hızlanarak devam ediyor. Atmosferdeki sera gazı oranı geçmişte eşine rastlanmayan bir biçimde “en azından son 800 000 yılda olmadığı kadar” yüksek bir orana varmış bulunuyor. Petrol, kömür, gaz gibi fosil enerjilerin kullanımı ve ormansızlaşmadan kaynaklı olarak, atmosferdeki CO2 konsantrasyonunda 1750 yılından bugüne yüzde 40’lik bir artış meydana gelmiş durumda. Yıllık CO2 salınımı, 1990 yılından bu yana yüzde 54 artarak 2011 yılında 9,5 milyar tona ulaşmış bulunuyor. Bu veriler ışığında düşündüğümüzde, Le Monde’a verdiği mülakatta, atmosferin “açık havadaki bir lağım çukuruna” dönüştüğünü iddia eden Al Gore’a hak vermemek elde degil[4]. İnsan kaynaklı karbondioksit salınımının yüzde 30’u okyanuslar tarafından absorbe edildi, bu durum da gelecek açısından son derece büyük riskler arz edecek şekilde okyanuslardaki asit seviyesinde ciddi bir artişa yol açtı.

3. Sırasıyla son üç on-yıllık dilimdeki sıcaklık artışı, 1850 yılından bu yana kaydedilen en yüksek artışı ifade ediyor. 1983-2012 yılları arasındaki 30 yıllık dilim, muhtemelen (likely) son 1400 yıldaki en sıcak döneme tekabul ediyor. 1880 yılından beri gezegenimiz üzerinde yaşanan ortalama sıcaklık artışı 0,85 °C miktarında. Farklı iklim modellemelerine göre, 1986-2005 dönemine göre, 2081-2100 yılları için 0,3 °C ile 4,8 °C arasında bir sıcaklık artışı öngörülmekte. Yalnızca en iyimser senaryo, “yüzde elliyi aşan bir ihtimalle”, endüstri çağı öncesi döneme göre yüzyılın sonuna kadarki toplam sıcaklık artışının 2 derece ile sınırlandırılmasını mümkün kılıyor. Fransız iklimbilimci Hervé Le Treut’a göre, 5 ile 6 °C’lik bir artış gezegenimiz açısından devasa iklim değişiklikleri anlamına geliyor; 2 ile 3 °C’lik bir artışın ise ağır sonuçları olacaktır[5].

4. Sıcaklık artışının kutup bölgelerindeki etkileri ise kendi başına yakınlaşmakta olan büyük iklim felaketlerinin ön habercisi gibi. Kuzey Kutup bölgesinde bulunan deniz yüzeyindeki buzun miktarında, yaz mevsimi dikkate alındığında, 1979 yılından bugüne dek yüzde 9,4 ile 13,6 arasında bir kayıp oluşmuş durumda. En karanlık senaryoya göre, yüzyılın sonuna dek bu buz tabakasının tamamen yok olması söz konusu. Grönland’daki kara buzulllarındaki kayıp 1992-2001 yılları aralığı için ortalama 34 milyar ton. 1993-2009 periyodu için ise söz konusu buz kaybı yıllık olarak 215 milyar ton. Antartika’daki buzul tabakası ile kıtalardaki dağ buzullarının erimesi konusunda da benzer bir hız artışı var.

5. Buzullardaki erime, okyanus ve denizlerin şu seviyesinde belirgin bir artışa yol açmakta. 2007 tarihli rapor, yüzyılın sonu için toplamda 18 ile 59 cm’lik bir artış öngörmekteydi. Bu tahmin, Antartika ve Grönland buzullarındaki erimeyi dikkate almamasından dolayı, raporun açıklanmasının hemen ardından çok sayıda eleştiri almıştı. Son raporda ise, 2081-2100 dönemi için, 1986-2005 dönemine göre 25 ile 82 cm’lik bir artış tahmininde bulunulmakta. En kötümser senaryoya göre ise, su seviyesindeki artış ortalama olarak 98 cm civarında olabilir.

Özetlemek gerekirse, IPCC’nin 1. Çalışma Grubu tarafından hazırlanan 5. İklim Değişikliğinin Fiziksel Temelleri Raporu, endüstri devriminden sonraki dönemde gözlemlenen sıcaklık artışının gezegenimiz üzerinde hüküm süren iklimin evriminde açık bir istisna teşkil ettiğini, bunun temel kaynağının ise CO2 salınımları olduğunu bir önceki rapora göre daha güçlü bir biçimde kanıtlarıyla birlikte ortaya koyuyor. Okyanuslarda ve atmosferde net bir sıcaklık artışı gözlemlenmekte; kar ve buz miktarlarında düşüş, okyanus ve denizlerin su seviyesinde yükselme, atmosferdeki sera gazı oranlarında ise net bir artış var. IPCC’nin yüzyılın sonu için sunmuş olduğu farklı senaryolardan hangisinin gerçeklik kazanacagi, önümüzdeki yıllarda atmosfere salınacak sera gazı etkisine sahip gaz oranına göre değişiyor.

Bu sebepten dolayı, 1. Çalışma Grubu’nun Başkan Yardımcısı Thomas Stocker, iklim değişikliğini sınırlandırmanın yolunun sera gazı salınımlarını büyük oranda ve kalıcı olarak azaltmaktan geçtiğini belirtiyor[6]. Aksi taktirde gezegeni ve insanlığı bekleyen gelecek pek iç açıcı olmayacak. Dünyanın en büyük sigorta şirketlerinden biri olan Münich Re tarafından 2012 sonunda duyurulan rapora göre, 1980 ile 2011 yılları arasında iklim değişikliği kaynaklı, fırtına, kasırga, kuraklık, sel baskını türünden iklimsel felaketlerden dolayı yalnızca Kuzey Amerika’da 30 bin kişi hayatını kaybetti ve 1 trilyon dolar civarında maddi zarar meydana geldi. Bu 30 yıllık dönemde, iklimsel felaketlerin sayısı Kuzey Amerika’da beş, Asya’da dört, Afrika’da iki buçuk, Avrupa’da ise iki kat arttı[7]. İçinde olduğumuz yüzyılın sonu için belirlenen sıcaklık artışının 2 derece ile sınırlandırılması hedefi, aradan geçen birkaç yılın ardından inanılırlığını kaybetmenin eşiğine gelmiş bulunuyor. Fransa Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi’nin (CNRS) 3 Haziran 2013 tarihli basın bildirisi, en kötümser senaryonun gerçekleşmesi halinde 2 derecelik sıcaklık artışı limitinin 2035-2045 yılları arasında, daha iyimser olan senaryoya göre ise 2040-2050 aralığında aşılacağı tahmininde bulunuyor. Yalnızca çok radikal gaz salınımı azaltımlarına gidilmesiyle, yüzyılın sonuna kadarki sıcaklık artışı 2 derece ile sınırlandırılmış olacak[8]. Mevcut halde bu hedefin oldukça uzağına düşmüş bulunuyoruz.

İklim değişiliğinin temel sebebinin insanoğlunun gezegen üzerindeki kirletici faaliyetleri olduğunun peşisıra yayınlanan farklı bilimsel raporlar aracılığıyla kanıtlandığı bir evrede hükümetlerin meseleye ilişkin duyarlılığı ne yazık ki beklentilere cevap verir nitelikte değil. Son dönemde yaşanan gelişmeler bu durumu teyit eder nitelikte. Kyoto Protokolü’nün ardılı olacak yeni bir yol haritası belirlenmesi maksadıyla aralık 2009’da Kopenhag’da düzenlenen iklim zirvesinin istenen neticeyi vermemesi, benzer bir şekilde haziran 2012’deki Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı Rio+20’de de beklentilerin çok gerisinde kalınması mevcut tabloyu daha da karamsar kılıyor. Ne yazık ki işler bununla da sınırlı değil. Kanada’nın 2011 yılı sonunda Kyoto Protokolü’nden imzasını çekip ağır ekolojik tahribata yol açan kumlu petrol rezervlerini yoğun olarak işlemeye başlaması; ABD’nin ise Kyoto Protokolü’nü imzaladığı halde onaylamaya yanaşmaması ve yoğun sera gazı salınımlarına yol açan kaya gazına yönelmesi, Kuzey Buz Denizi’ndeki petrol ve gaz rezervlerine dair büyük şirketlerin ilgisinin gittikçe artması, son olarak da Ekvador’un, Birlemiş Milletler ile 2010’da yapmış olduğu anlaşma çerçevesinde belirlenen fonların ödenmemesi sebebiyle Yasuni Milli Parkı’ndaki petrol rezervlerini işletmeye açma kararı alması, vb. faktörler hızla azaltılması gereken CO2 salınımları konusunda tam tersi bir istikamette yol alınması manasına geliyor.

İçinde olduğumuz sürecin ciddiyetinin ne yazık ki pek kavranamadığını meseleye dair yürütülen devletlerarası görüşmeler üzerinden de tespit etmek mümkün. Birlemiş Milletler’e üye 190’nın üzerindeki ülkenin temsilcilerinin katılımı ile 11-22 Kasım tarihleri arasında Polonya’da düzenlenen Varşova Konferansı, IPCC’nin trajik raporundaki verilerin dikkate alınması, dolayısıyla da iklim değişikliğinin sınırlanıdırılması hedefine uygun olumlu gelişmelerin yaşanması için uygun bir fırsat niteliğindeydi. Kısa süre önce Filipinler’de 10 binden fazla kişinin ölümüne yol açan Haiyan tayfunu da bu türden bir gerekliliği bir kez daha göstermişti. Ancak özellikle Çin ve Hindistan’ın yoğun direnişi üzerine konferansta beklenen ilerlemeler bir türlü kaydedilemedi. Bu sebepten dolayı, konferansın son günü açıklanması gereken sonuç bildirisi, yoğun müzakereler neticesinde ancak bir gün sonra, belli sert ifadelerden arındırılmış bir şekilde duyurulabildi. Varşova Konferansı, aralık 2015’de Paris’te düzenlenecek olan iklim konferansı öncesinde henüz alınması gereken uzun bir olduğunu göstermiş oldu. 2020 yılından itibaren Kyoto Protokolü’nün yerine yürürlüğe girecek olan protokolün imzalanacağı Paris buluşması, iklim değişikliğine karşı yürütülmesi gereken mücadele için hayati bir öneme sahip.

Bu karamsar tabolunun ardından iklim değişikliğinin önüne geçmek konusunda bazı olumlu gelişmelerin olduğunu belirtmekte fayda var. Konuya ilişkin şüpheci bir yaklaşım sergileyen çevrelerin yoğun faaliyetlerine rağmen Amerikan halkının konuya dair gittikçe artan oranda bir duyarlılık kazandığını söylemek mümkün. Gallup tarafından nisan ayında gerçekleştirilerin bir araştırma, Amerikalıların yüzde 58’nin iklim değişikliği konusunda “endişeli” olduğunu gösteriyor[9]. Bu netice, 2011 yılına göre yüzde 7’lik bir artışı ifade ediyor. Amerikalıların yüzde 57’lik kısmı ise gezegen üzerindeki sıcaklık artışının kaynağında insan kaynaklı faaliyetler olduğunu düşünüyor. Bu oran 2010’da yapılan benzer bir araştırmada yüzde 50 oranında çıkmıştı. Benenson Strategy isimli bir başka kurumca temmuz ayında yapılan diğer bir araştırmaya göre, Amerikalı gençlerin yüzde 66’lik kesimi iklim değişikliğini dikkate alınması gereken reel bir sorun olarak görmekte[10]. Gençlerin yalnızca yüzde 27’lik bir kısmı yaşanmakta olan değişikliği doğal bir fenomen olarak görüyor.

Her ne kadar IPCC’nin son raporu ülkelere dair spesifik bilgiler içermese de, farklı kaynaklara dayanarak iklim değişikliğinin Türkiye özelindeki etkileri üzerine bazı çıkarıimlarda bulunmak mümkün[11]. Türkiye’nin özellikle Akdeniz ve Ege bölgeleri “aşırı derecede” iklim değişikliği tehditi altında. Güneydoğu, İç Ege ve Trakya’da ise “yüksek derecede” risk söz konusu. Ülke genelinde net sıcaklık artışları, buna paralel olarak da yağış rejiminde düzensizlikler, yağışlarda ise belirgin düşüşler öngörülmekte. Buna ek olarak, çölleşmedeki hızlanmanın özellikle kurak bölgelerde ciddi sorunlara yol açacağı öngörülmekte.

AKP hükümetinin çevresel etkileri gözardı eden ne pahasına olursa olsun ekonomik büyüme politikası ülkeyi ciddi ekolojik sorunların kucağına itmekte. Başarıyı yıllık ekonomik büyüme oranlarına indirgeyen ve uzun vadede sürdürelebilirliği olmayan, ekolojik bakıştan yoksun bu tutum, AKP’nin günlük politik söylemlerinde farklı ağızlarda sıklıkla yansımasını buluyor. Yakın zamanda Amerika’nın önüne geçip en çok CO2 salınımı gerçekleştiren ülke olma unvanını ele geçiren Çin’de dahi, iklim değişikliği kaynaklı sorunlardan dolayı ekolojik hassasiyete dair emareler oluşmaya başladığı halde[12], Türkiye, mevcut çevre politikası itibariyle, olan biteni ciddiye almaksızın tutturmuş olduğu yolda geri adım atmaya pek niyetli görünmüyor. İklim değişikliğinin bedellerini bizzat ödemeden bu türden bir hassasiyetin hükümet çevrelerinde alımlanması ne yazıik ki pek muhtemel görünmüyor. IPPC’nin son raporu, bu türden iklim felaketlerinin artık pek uzağımızda olmadığını gösteriyor, ve herbirimizi sorumluluk almaya, gezegenimizin geleceği icin müdahil olmaya çağırıyor.


[1] Bkz. örneğin, IPCC raporunun ardından Fransız Le Nouvel Observateur dergisinde yayımlanan, “Réchauffement climatique : pourquoi le rapport du Giec est fantaisiste” başlıklı makale: http://leplus.nouvelobs.com/contribution/946014-rechauffement-climatique-pourquoi-le-rapport-du-giec-est-fantaisiste.html

İklim şüpheciliğinin Ingiliz muhafazakar basınında yer alan başka bir örneği için: http://www.telegraph.co.uk/earth/environment/climatechange/10294082/Global-warming-No-actually-were-cooling-claim-scientists.html

[2] http://www.climatechange2013.org/images/uploads/WGIAR5_WGI-12Doc2b_FinalDraft_All.pdf

[3] http://www.climatechange2013.org/images/uploads/WGIAR5-SPM_Approved27Sep2013.pdf

[4] http://www.lemonde.fr/planete/article/2013/09/11/al-gore-l-atmosphere-est-un-egout-a-ciel-ouvert_3475473_3244.html

[5] Bkz. Hervé Kempf, Fin de l’occident, naissance du monde, Paris, Seuil, 2013, s. 52.

[6] http://www.liberation.fr/terre/2013/09/27/giec-la-terre-va-se-rechauffer-de-03-a-48c-d-ici-2100_935116

[7] http://www.munichre.com/publications/302-07805_en.pdf

[8] http://www.insu.cnrs.fr/node/4319

[9] http://www.lemonde.fr/planete/article/2013/09/27/les-climato-sceptiques-toujours-en-embuscade_3485921_3244.html

[10] Agy.

[11] http://www.lemonde.fr/planete/visuel/2013/09/27/la-carte-des-impacts-du-rechauffement-climatique_3486190_3244.html

[12] http://www.theguardian.com/environment/2011/feb/28/china-gdp-emissions

Aynı konu için ayrıca: http://www.lemonde.fr/idees/article/2011/06/14/la-chine-face-au-changement-climatique-puissance-irresponsable-ou-engagee_1535806_3232.html